KÜRESEL BAK 2017 YILI ETKİNLİKLERİ
ÖZET:
Haziran 2003’ten beri Türkiye’de savaş karşıtı hareketin içinde yer alan Küresel BAK 2017 yılında Hrant dink davalarına katılım, Yaşam için ses ver etkinliğine destek, çeşitli basın açıklamaları, edebiyat atölyeleri ve Panel gerçekleştirdi.
Basın açıklamaları;
- Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de Savaşa, işgallere ve insanlık trajedilerine son verilsin,
- Kürt sorununda barış diline dönülsün, barış ve çözüm masası yeniden kurulsun,
- Bütçe savaşa, silaha değil, emekçiye harcansın,
- Barış Aktivisti Osman Kavala serbest bırakılsın,
- Katar’a asker gönderilmesin,
- NATO’dan çıkılsın, yeni savaş bloklarına girilmesin,
- solyayin.com sitesi editörü Emin Şakir’e özgürlük,
- İsrail işgal ettiği topraklardan çekilsin, eşit, özgür, demokratik bir Filistin kurulsun,
- Barış ve Adalet olmadan kalkınma ve gelişme sağlanamaz,
- 2018 Barışın Yılı Olsun
konularında yapıldı.
Edebiyat Atölyeleri:
- Edebiyat atölyesinde konumuz; 2016-2017 döneminde Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış Edebiyatta Savaş ve Barış atölyesinin 8.döneminde, Ocak 2017 – Mayıs 2017 tarihleri arasında 9 kitap okuması yapıldı.
- 2017-2018 döneminde atölye konusu Edebiyatta Adalet Arayışları olarak belirlendi, 1 Kasım 2017’de atölyenin 9. Dönemi başladı, Kasım 2017 – Aralık 2017 tarihleri arasında 5 kitap okuması yapıldı.
- Atölyenin 9. dönem toplantıları 2018 Nisan sonuna kadar devam ediyor.
Panel:
- Mayıs ayında düzenlediğimiz Panel’in konusu Türkiye’de Barışın İmkânları, Savaşa Hayır, Barışa Evet idi.
FAALİYETLER:
- Ocak ayından Haziran ayına kadar İstanbul’da Yaşam için Ses Ver kampanyasının örgütlenmesinde yer aldık.
- 19 Ocak’ta yapılan Hrant Dink anmasına çağrı yapıldı, katılım sağlandı.
- Her ay yapılan Hrant Dink davaları için çağrı yapıldı, katılım sağlandı.
- 1 Mart’ta Tezkerenin Reddedilişinin 14. Yılında Savaşa Hayır! başlıklı basın açıklaması yayınladı.
14 yıl önce bugün, TBMM, Türkiye’yi Irak’taki ABD işgaline suç ortağı yapacak tezkereyi, savaş karşıtı hareketin desteği ile reddetti. Oylamada, tezkereyi meclise gönderen hükümet üyesi bazı bakanlar bile ret oyu verdiklerini açıkladılar.
Uluslararası savaş karşıtı hareketin bir parçası olarak Türkiyeli savaş karşıtları, tezkerenin reddedilmesi için günlerce sokaklarda barışçı kitlesel eylemler düzenlediler. Tezkerenin oylandığı 1 Mart 2003 günü, 100 bin savaş karşıtı Ankara’da miting yaptı.
Sonuçta Türkiye bu haksız savaşa dahil olmadı, komşusu Irak’ın topraklarına girmedi, kendi topraklarının doğrudan kullanılmasına izin vermeyerek ABD’nin savaş ve işgaline, Irak halkına yaşattığı insanlık trajedisine aracılık etme durumuna düşmedi.
2003 yılında savaş karşıtları olarak Türkiye’nin Irak’ın işgaline dahil olmasını engelledik, ancak 2016 yılında aynı başarıyı gösteremedik. 3 Eylül 2016 tarihinde Türkiye Ordusu Suriye topraklarına girdi, yerel silahlı gruplardan oluşturulup Türkiye’de eğitilen ÖSO’nun desteği ile 6 ayda yaklaşık 3 bin kilometre karelik alanın IŞİD güçlerinden temizlendiği açıklandı. PYD güçlerinin Fırat nehrinin batısına geçmesine engel olma amacı nedeniyle “Fırat Kalkanı” adı verilen harekata katılan 77 Türkiye askeri IŞİD saldırılarında ve çatışmalarda yaşamını yitirdi. Sınır ötesinden gelen cenazeler yürekleri dağladı.
Türkiye’nin yürüttüğü operasyon her ne kadar sınır güvenliği gerekçesiyle ve ağırlıklı olarak IŞİD’e karşı yapılıyor olsa da, sonuçta ülke sınırları dışındadır ve her türlü provokasyona açıktır. Bölgedeki silahlı güçlerin çokluğu ve çeşitliliği çatışma zeminini her an genişletebilir. Operasyonun başlaması ile birlikte IŞİD’in Türkiye’deki bombalı eylemlerinde de artış oldu. Savaşın ve dış müdahalelerin yarattığı yıkım ve bölgede yaşayan halkların ağır mağduriyeti ise artarak devam ediyor.
Sınır ötesi her türlü operasyona bir an önce son verilmelidir, mecliste buna imkan veren tezkerelere oy verilmemelidir. Türkiye halkı 2003’te olduğu gibi, bugün de savaşa karşıdır. Türkiye’yi savaş girdabına çekecek politikalar yanlıştır. Hükümet, bölgesel hatta küresel bir savaşa yol açacak yeni askeri adımlar atmak yerine, Suriye’deki insanlık trajedisinin bitirilmesi için siyasi çaba göstermelidir.
Türkiye hükümeti bölge barışına katkıda bulunmak için öncelikle içerde barış adımları atmalıdır. Silahlar susmalı ve barış müzakereleri bir an önce başlatılmalıdır.
Suriye halkı geleceğine kendisi karar vermelidir. IŞİD katliamları ve barbarlığı ancak Ortadoğu halklarının, demokratik çoğulculuğu esas alan yaygın mücadelesiyle durdurulabilir.
Biz halkların kardeşliğine ve savaşsız bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyoruz.
Savaşa Hayır!
- 20 Mart’ta Newroz nedeniyle “Barış Hemen Şimdi” başlıklı basın açıklaması yaptı.
Bir Newroz Bayramını daha kutluyoruz. Newroz, 3 bin yıldan beri İran, Orta Asya ve Kürdistan coğrafyalarında çeşitli adlar altında bayram olarak kutlanıyor. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2010 yılında, 21 Mart’ı “Dünya Newroz Bayramı” olarak kabul etti. Newroz Bayramı, tüm halklar için Baharın gelişi olarak kutlanır. Newroz ateşi, baskıya karşı halkların direnişini, umudunu simgeler.
Türkiye toplumu olarak Newroz bizde yıllarca çatışma, devlet baskısı, zulüm demek oldu. 90’lı yıllarda Kürt halkının kutlamaya çalıştığı Newrozlar devlet tarafından engellendi, çatışmalarda insanlar öldü.
2013 yılı başında Çözüm Sürecinin başlaması ile birlikte ilk defa Diyarbakır’da barışçı ve kitlesel Newroz kutlaması yapıldı. Yüz binlerce kişinin katıldığı etkinlikte “silahlı mücadelenin sona ermesi, demokratik siyasetin başlaması” gerektiği vurgulandı.
Çözüm Süreci tüm Türkiye’de büyük bir sevinç ve heyecanla karşılandı, çatışmalar durdu. 2,5 yıl süren barış döneminde çatışma olmadı. Bizler de Kürt sorununun barışçı çözümü için atılan adımları destekledik, “bizler bu topraklarda yaşayan milyonlarca insan, çözümden yanayız” dedik.
Maalesef 2015 Temmuz’unda çatışmalar tekrar başladı. Çatışmaların şiddetlendiği bir dönemde 15 Temmuz’da kanlı bir darbe girişimi atlatıldı.20 ayda 10 bin kişi yaşamını yitirdi. Türkiye, yeniden ölümlerin ve OHAL’in ülkesi oldu. Çatışmalar kentlere yayıldı, mahalleler, tarihi miraslar yok edildi. Katliamlar, bombalar ve intihar saldırıları olağanlaştı. Yazarlar, bilim insanları, hak savunucuları tutuklandı. Barış isteyen akademisyenler üniversitelerden uzaklaştırıldı. Milletvekilleri, belediye başkanları, parti ve sivil toplum yöneticileri tutuklandı. Belediyelere kayyum atandı.
Kürt halkı bu topraklarda temel haklarının iade edilmesini, bu hakların yasal, anayasal her düzeyde garanti altına alınmasını talep ediyor. Kürt halkının haklarının tanınması Türkiye’deki tüm halklar, işçiler, emekçiler tarafından desteklendiğinde başarılabilir. Bunun için ise atılacak ilk adım yeniden diyalog sürecinin devreye girmesidir.
Yıllardır yaşanan ölüm, kan ve gözyaşı dışında bir sonuç üretmeyen savaş/şiddet odaklı politikalarda ısrar, Kürt sorununu çözemez. Çatışma ve savaş ortamının bedelini Kürt, Türk, Alevi, Sünni binlerce yoksul halk çocuğu hayatı ile ödüyor. Bu acımasız savaş bir an önce sona ermeli, barış ve çözüm masası yeniden kurulmalıdır.
Türkiye halklarının Newroz Bayramı Kutlu Olsun.
- 6 Nisan’da İdlip’teki katliama ilişkin “Yine Suriye, yine kimyasal, yine katliam!” başlıklı basın açıklaması yaptı.
Suriye’de yaşanan insanlık trajedisi devam ediyor. Esad rejimi, 2011 Mart ayında başlayan halk ayaklanmasına katliamla yanıt vermişti. 6 yılda 300 binden fazla kişi öldürüldü, 12 milyon Suriyeli evlerini terk etti. Bunların 5 milyonu ülke dışına kaçtı, mülteci oldu. 6 yıldır Suriye’nin birçok kentinde hayat durdu. Çocuklar okula gidemiyor, işyerleri çalışmıyor.
Esad rejimi 2013 yılında Şam’ın Doğu Guta bölgesinde kimyasal silah kullanmıştı. Daha önce bunun “kırmızı çizgi” olduğunu açıklayan ABD yönetimi, Rusya ile anlaşarak Esad’ın kimyasal silahlarını imha etmesi karşılığında katliamına göz yummuştu. Ama katliamlar durmak bilmedi. Esad rejimi ve IŞİD kimyasal silahlarla pek çok katliam gerçekleştirdiler.
Son olarak dün İdlip’in Han Şeyhun ilçesinde Esad rejimi uçaklarının düzenlediği saldırıda 100’den fazla sivil kimyasal silahla hayatını kaybetti. Her ne kadar Esad rejimi “bombaladık, ama muhaliflerin depolarındaki kimyasal silahlar patladı” dese de, sonuçta geçmiş onu bir numaralı şüpheli yapıyor. Bu saldırıyı gerçekleştirenleri kınıyoruz.
ABD ile Rusya, son dönemde Suriye’de birçok konuda “terörle mücadele” adı altında ortak hareket ediyor. Esad, Rusya, ABD, IŞİD ve tüm diğer güçler, diktatörlüğe karşı ayaklanan Suriye halkını katletmeye devam ediyor.
Suriye’deki bu savaş bir an önce durdurulmalıdır. ABD, Rusya ve tüm diğer ülkeler, Suriye halklarına her türlü müdahaleden vazgeçmelidir. Esad rejimi, IŞİD ve diğer katliamcı güçler yaptıkları katliamlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanmalıdır.
Suriye’de, halkın kendi temsilcilerini özgürce ve demokratik yollarla seçeceği bir ortam oluşturulmalıdır. Suriye toplumundaki farklı kültürleri, inançları, halkları ve dilleri kapsayan demokratik bir düzen mutlaka ve zaman geçirilmeden inşa edilmelidir.
Ortadoğu’daki ABD, Rusya, NATO vb. kaynaklı tüm askeri üs ve tesisler başta İncirlik olmak üzere kapatılmalıdır! Ortadoğu, silahsız, nükleersiz, kimyasalsız, barış içinde kardeşçe bir arada yaşadığımız bir bölge olmalıdır.
Savaş insanlık suçudur. Ahlaki olan savaş karşıtlığıdır. Bütün dünyanın savaş karşıtlarıyla birlikte haykırıyoruz:
Suriye’de katliamlara ve savaşa hayır!
- 7 Nisan’da “Suriye’de katliamlara ve savaşa hayır!” yazılı basın açıklaması yapıldı.
ABD ve müttefikleri, kimyasal silah kullanımını bahane ederek Suriye’ye askeri müdahalede bulundu.
Bir yandan Esad diktatörlüğü yakıp yıkmaya, can almaya devam ediyor, ülkede insanlık suçları işleniyor. Bir yandan ABD ve müttefikleri yeni bir işgal provası yapıyor.
11 Eylül İkiz Kuleler saldırılarının Bush ve ekibine Ortadoğu’ya müdahale etmek için fırsat vermesi gibi, İdlip kimyasal saldırısı da Trump için dünyaya bir kez daha meydan okuma, ABD dış politikasının saldırganlığını gösterme fırsatı verdi.
ABD saldırıları asla bir ülkeye barış, huzur, demokrasi getirmez. Unutmayalım, bugün iç savaş yaşayan Irak, ABD işgalinin ürünü. Bugün katliamcı IŞİD, ABD işgalinin ürünü.
Suriye’de de olası bir ABD işgali mutlaka benzer sonuçlara yol açar. Rusya’nın vereceği askeri cevaplar savaşın çok daha fazla boyut kazanmasına, ülkeler arası bir savaşın çıkmasına yol açabilir.
Ortadoğu bir kez daha emperyalist ülkelerin çıkar çatışmasının alanı haline geliyor.
Suriye’ye askeri müdahale ve Türkiye’nin bu müdahalede yer almasına karşı sesimizi yükseltelim.
Suriye’de tüm ezilen halkların ve inanç gruplarının kendi kaderini özgürce belirlemesi ve demokratik temellerde bir arada yaşaması mümkündür.
Suriye’de ve tüm Ortadoğu’da silahsız bir yaşam kurmak için çalışalım.
Suriye’de daha fazla kan dökülmesine ve bölgede savaşın yayılmasına neden olabilecek gelişmelere karşı sesimizi yükseltelim.
Savaşın gönüllüsü olan bir ülkenin değil, barışın öncülüğünü üstlenen bir ülkenin yurttaşları olmak istiyoruz.
Suriye’ye askeri müdahaleye Hayır.
Türkiye’nin savaşın parçası olmasına Hayır.
Katliamcı Esad rejimine Hayır.
Savaşa Hayır.
- 6 Mayıs’ta “Türkiye’de Barışın İmkânları, Savaşa Hayır, Barışa Evet” konulu panel Cezayir toplantı salonunda gerçekleştirildi.
Küresel BAK’tan Nilüfer Uğur Dalay’ın moderatörlüğünü yaptığı toplantıda, Mazlumder’in kapatılan Diyarbakır şube eski yöneticisi Reha Ruhavioğlu, OHAL KHK’sı ile Mardin Artuklu Üniversitesi’nden ihraç edilen akademisyen ve yazar Cuma Çiçek ile Küresel BAK aktivisti Şenol Karakaş konuşmacı olarak yer aldı.
Nilüfer Uğur Dalay: “Barış umudu güçlendi”
Son dönemdeki savaş sürecinden ve OHAL’deki durumdan bahseden Nilüfer Uğur Dalay özetle şunları anlattı:
Geçtiğimiz yıl düzenlediğimiz Çatışmadan Müzakereye Geçiş; Barışın Olanakları konulu sempozyumda Kürt sorununda barış ve çözüm önerilerini tartışmıştık. O günden bu yana barış ve çözüm konusunda somut bir adım atılamadı, aksine savaş yayıldı, Türkiye silahlı kuvvetleri Suriye’ye girdi. Savaşın yükseldiği dönemlerde, barış yanlılarının sesinin daha da çok çıkması gerekir. Bu nedenle bizler barışı konuşmaya devam ediyoruz.
Toplantımızı düzenlediğimiz bu gün 6 Mayıs, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamlarının yıl dönümü. Onlar “Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği” diyerek 45 yıl önce bizlere bir barış mesajı göndermişlerdi.
2013 yılında çözüm süreci başladı. 7 Haziran, 1 Kasım seçimleri oldu. Temmuz 2015’te barış dönemi bitti, çatışmalar, ölümler tekrar başladı.
15 Temmuz 2016’da pek çok yönü halen karanlıkta kalan bir darbe girişimi oldu. Sonrasında hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı Olağanüstü Hal (OHAL) uygulaması başladı. KHK’larla şekillendirilen dönem hepimizin hayatına dokundu. Uluslar arası antlaşmalar rafa kaldırıldı. OHAL KHK’ları ile pek çok hak ve özgürlük askıya alındı. Bir yıldır devam eden OHAL toplumu derinden etkiledi. Medya, sosyal medya yasaklandı, dernekler, sendikalar kapatıldı. Sınır ötesi operasyonlar yapıldı. İnsanlar işlerinden atıldı, şirketler kapatıldı, mallarına el konuldu.
HDP eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, yöneticileri, üyeleri tutuklandı. Çok sayıda gazeteci tutuklandı. TBMM onayı alınması anayasa gereği olan KHK’lar Meclise süresi içinde getirilmedi. Önce EL Bab’a sonra Sincar’a sınır ötesi operasyon yapıldı.
16 Nisan’da toplumun ihtiyaçlarını değil, iktidarı merkezileştiren, yargıyı ortadan kaldıran bir anayasa taslağı referanduma sunuldu. Referandum sürecinde tek yanlı bir propaganda dönemi yaşandı. Devlet imkânları “evet” için kullanıldı. YSK’nın haksız kararı ile “evet” kazandırıldı.
Referandumda partilerin dışında bir dip dalgası gördük. Barış konusunda daha da güçlendik. Barışın olanakları arttı.
Cuma Çiçek: “Kürt sorununun çözümü için 30 yıldır çabalar devam ediyor”
Toplantının konuşmacılarından Cuma Çiçek, Kürt sorununda çözüm arayışlarının 1989’da başladığını, 30 yıllık kesintili bir sürecin söz konusu olduğunu belirtti.
Çiçek’in konuşmasından başlıklar şöyle:
2013-2015’teki süreç kamusal açıklık açısından öncekilerden farklı gerçekleşti. Bunu dört başlıkta sıralarsam;
- Öcalan’ın mektubu 2013 Newroz’unda Diyarbakır’da 1 milyon insanın ve televizyonları başında milyonlarca insanın dinlediği bir ortamda okundu.
- Fiili olarak çift taraflı ateşkes sağlandı, devlet bu süreçte operasyon yapmadı.
- Akil insanlar heyeti kurularak Kürt sorununun sokakta halkla tartışılması sağlandı.
- Bir yasa çıkarıldı, kısmen hukuki bir çerçeve oluşturuldu.
Ama süreç bu dört önemli özelliğine rağmen yine de çöktü. Sebeplerini şöyle özetleyebilirim:
1.Kür t meselesinde jeopolitik denklem değişti. 90’lı yılların sonunda demokratik cumhuriyet talebini öne çıkaran Kürt siyasal hareketi, 2005’te demokratik özerklik talebini dillendirmeye başladı. Çünkü 2003’te Irak Kürtleri kendi özerk federal yapılarını kurdular. Rojava sonrası iki taraf da bölgesel politikalarını yeniden inşa etme gereği duydu ve çözüm süreci kırıldı.
- Barış süreçlerinde tarafların varlığının korunması gerekir, aksi halde barış süreçleri çöker. 2013 barış sürecinin daha başında Paris katliamı gerçekleşti. AKP ise barış sürecinin içinde Gezi, 17-25 Aralık ve 6-8 Ekim Kobani eylemleri ile karşılaştı.
- Çözüm sürecinin mimarisinde baştan problemler vardı. Üçüncü tarafın varlığı iki tarafça da benimsenmedi. İki taraf da kamusal denetimi ve halkın sürece etkin katılımını istemedi.
- İzleme heyeti oluşturulmadı.
- CHP meselenin çözümüne olumlu yaklaşmadı.
- Ana akım medya sürece negatif yaklaştı.
- Batıda süreci destekleyecek güçlü bir barış hareketi oluşturulamadı.
- İki tarafın gündemleri arasında derin uçurum vardı. Kürt hareketinin gündemi çoğulcu kimlik politikası, iktidarın paylaşımı ve devletin yerelleşmesiydi. AKP’nin gündemi ise bireysel kültürel hakların verilmesi ve idari anlamda yerelleşmeydi.
“AKP’nin çözüm perspektifi, Türk sağının ideolojik sınırlarında kaldı”
Türk sağı geleneksel olarak tekçi, dışlayıcı kimlik politikasına ve iktidarın tekelleşmesi, merkezin güçlenmesi anlayışına sahiptir. Tanıl Bora Türk sağını tarif ederken, milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı diye anlatır. AKP’nin Kürt meselesini çözmesini engelleyen ideolojik sınırları var.
İslamcılık ile milliyetçilik arasındaki sınır muğlâk ve belirsizdir, hatta iç içe geçmiştir. AKP’nin Kürt meselesini anlayacak entelektüel birikimi yoktur. Kürt meselesi ile ilgili politikaları beceriksizliklerle doludur. 2010’da KCK operasyonları niye yapıldı, belli değil. Şimdi Suriye’ye niye girildi, ne elde edildi, belli değil. Kayyum atanan belediyeler sanki karakollar gibi bariyerlerle çevrilmiş durumda, halk bundan çok rahatsız.
Bazı aydınlar Kürt meselesinin bir geri kalmışlık veya ağalık sorunu olduğunu iddia ederler. Son 50 yıldır, geri kalmış bölgeler haritası ile HDP’nin birinci parti olduğu iller neredeyse aynı. Eğer mesele geri kalmışlık ise, AKP dahil bütün hükümetler, 50 yıldır geri kalmışlık sorununu çözemiyorlar, ama elbette Kürt meselesi bir geri kalmışlık sorunu değil.
AKP’nin yerli milli çözümü tam bir alaturka çözüm. AKP Kürt meselesinden dış güçleri uzak tutmaya çalıştı, ABD arabuluculuğunu kabul etmedi. Ama IŞİD’e karşı savaş ile birlikte Kürt meselesi uluslar arası bir konu haline geldi.
Kürt siyasal hareketi süreçte çok aktörlü bir görünüm sergiledi. Süreci iyi yönetemedi. Kürt siyasal hareketi çözüm sürecinde pek çok tutarsızlık gösterdi. Bunun en önemli nedeni hareketin dört farklı aktörünün olması. Öcalan, Kandil, Avrupa ve HDP sürece farklı bakış açılarıyla yaklaştılar.
Kürt siyasal hareketi katılımcı, tabanın taleplerini göz önüne alan bir çözüm süreci inşa etmedi. Kürt İslamcı grupları, PDK, ÖSP gibi diğer Kürt partilerini sürece katmak için çaba göstermedi.
Kürt siyasal hareketi aslında 89 sonrası bir dönüşüm yaşadı. Kentleşti, legalleşti, kurumsallaştı. Ama hareketin merkezi yapısı, yeni dinamikleri dikkate almadı, kendisini dönüştürmedi.
Merkezde Öcalan ve Kandil vardı, çevrede HDP, HDK ve diğer legal yapılar vardı. Merkez çepere yayılmadı. Çeperdeki güçler de merkezi dönüştürmeye çalışmadılar. Devlet de Kürt hareketinin dönüşümüne izin vermedi. Gerçekten barış istenseydi devlet tarafından buna uygun adımlar atılırdı, atılmadı. Legal siyaset sürekli yasaklandı, partiler kapatıldı, milletvekilleri, belediye başkanları hapse atıldı.
Kürt siyasetinde ciddi bir muhalefet sorunu var. Bölgede yapıcı bir muhalif parti olsaydı belki daha iyi olurdu. Bölgede hem AKP’ye hem de HDP’ye yakın STK’lar kendi siyasal merkezleri açısından yeterli baskı unsuru olamıyorlar. Kürt medyası da en az iktidar medyası kadar partizan. Kürt hareketinin dönüşümünü mümkün kılacak bir kamusal alan eksikliği var, bundan biz akademisyenler de sorumluyuz.
Bugün devlet okullarında Suriyeli göçmenlere Arapça eğitim veriliyor. Bütün okul kitapları Arapça olarak basılmış, öğrencilere dağıtılıyor. Bu elbette olumlu. Ama Kürtler anadilde eğitim için 100 yıldır mücadele ediyor, bir gelişme olmuyor, bu hakkı alamıyor.
HDP, oylarının yarısını büyük metropollerden alıyor. Metropollerdeki Kürt seçmenler Türkiyelileşme politikasını destekliyor. Çünkü ayrılık durumunda en büyük zararı metropollerdeki Kürtler görecek. Bu kesim hem ayrılık istemiyor, hem de Kürt kimliğine sahip çıkıyor. Ben de Kürt siyasal hareketinin Türkiyelileşme politikasını destekliyorum.
Reha Ruhavioğlu: “Kürtler reorganizasyon sürecinden dışlandı”
Barış süreci yürütülemez bir noktaya gelince çatışmaların ortaya çıktığını dile getiren Mazlumder Diyarbakır şubesi eski yöneticisi Reha Ruhavioğlu, “Çatışmayı şehirlere PKK taşıdı ama devletin müdahalesi maksadını aştı. Devlet çatışma sonrası süreci de iyi yönetemedi” dedi.
Darbe mekaniği ile Kürt meselesinin devletin eline geçebileceği öngörüsünün daha önceden de olduğunu, şehir çatışmalarının darbe girişimini hızlandırdığını ifade eden Ruhavioğlu, konuşmasında şunları vurguladı:
Çözüm sürecini bitiren Rojava meselesi oldu. Süreçten Kürt hareketi karlı çıktı, yüzde 6-7 bandındaki desteğini yüzde 10-13 bandına çıkardı, Rojava bölgesinde güçlendi.
Türkiye devleti son yıllarda Kürt meselesinin çözümü için adımlar atıyor ama hep zamanlama hatası yapıyor. 1999’da açılması gereken TRT-Kürdi, 2009’da açıldı, halbuki 2009’da Kürtlerin Kürtçe kanal ihtiyacı yoktu, uydudan her türlü Kürtçe yayın dinlenebiliyordu.
15 Temmuz Darbe girişimi sonrası devlet zayıfladı, ama uygulamada sertleşti. Darbe başarılı olsaydı hem güçlü hem de sertleşen bir devletle karşılaşacaktık. Yüzde 49 hayır oyu devleti zayıf tutmaya devam ediyor. Darbe sonrası sivil alan iyice yok oldu. Özellikle bölgede basın açıklaması yapmak bile yasaklandı. Hukuksuzluk çok yaygın, referandum sonrası gelmekte olan yeni düzen ise tam bir yasasızlık dönemi olacak.
Önümüzdeki sürecin en kritik sorunu hukuksuzluk. Kimse düşüncesini rahatça açıklayamayacak, çünkü geçmişte çözüm sürecinde yapılan konuşmalar, yazılan yazılar, atılan imzalar şimdi yargılama nedeni oluyor.
Yeni bir reorganizasyon sürecine girildi, Kürtler bu süreçten dışlandı. Yeni bir reorganizasyon gerekli ama şimdilik buna uzağız. Sivil siyaset merkezileşme karşısında son derece zayıfladı. Kürt bölgesinde bu daha vahim. Halk bunu onaylamıyor. Bölgede AKP’ye oy veren Kürtler de ana dilde eğitimden, Kürtlerin kendisini yönetmesinden yanalar. Yani aslında devlet Kürt bölgesini tümden kaybetmiş durumda. Sadece AKP’ye oy verenler daha İslami bir yönetimden yanalar.
Rojava’da iyi kötü bir düzen kurulmadan çözüm süreci yürütülemez. Sri Lanka dışında hiçbir silahlı örgüt müzakere olmadan bitirilemedi. Savaşın bitmesini devletin de istemesi gerekir. Üçüncü bir aktör olmadan artık çözüm süreci başlamaz, çünkü taraflar birbirlerine güvenmiyorlar.
Devletin de PKK’nin de çözüm sürecine ihtiyacı var, sivil toplum bunun ne olduğunu ortaya koymalı. Sosyal ve kültürel haklar müzakere konusu olmamalı. Anadilde eğitim, kültürel haklar, hasta tutukluların durumu PKK ile müzakere konusu yapılmamalı, hemen verilmeli.
Çözüm sürecindeki aktörler çoğaltılmalı, her iki taraftaki aktörler çoğulculaşmalıdır. Bugünkü noktadan bakarsak İspanya ETA gibi bir çözüm yoluna gidilebilir. İspanya, ETA ile doğrudan muhatap olmadan taleplerinin bir kısmını yerine getirdi. CHP’nin de Kürt sorununun çözümünde daha yapıcı bir çizgiye gelmesi gerekir.
Şenol Karakaş: “Güçlü bir barış hareketine ihtiyaç var”
Çözüm sürecinin bozulacağının göstergesinin Suriye politikasının ve devletin beka stratejisinin değişmesi olduğunu dile getiren Şenol Karakaş, “Savaş, ırkçılık, militarizm ve kutuplaşmanın bu düzeyde yoğunlaşması devletin beka stratejisiyle ilişkili” ifadelerini kullandı.
Karakaş konuşmasında şu noktalara değindi:
15 Temmuz sonrası binlerce polis ve asker görevden alındı, çoğu tutuklandı. Darbeye karışan önemli bir Kemalist subay grubu olduğu A.Görmüş’ün yazılarında açıklanıyor. Güneyde yeni bir Kürt bölgesi oluşuyor. HDP en kötü durumda bile yüzde 10 bandında dolaşıyor. Bütün bunlar devletin beka kaygısının sahici nedenleri.
Dünyanın en büyük savaş gücünün başına Trump’ın geçmesiyle küresel olarak eksen sağa kaydı. Trump’ın kabinesi geçmişteki neoconları aratacak derecede savaş yanlıları, ırkçılar ve islamofobiklerle dolu. Trump, Esad’ı ve Kuzey Kore’yi alenen tehdit ediyor.
Türkiye Sincar’ı vurdu, ama ABD ve Rusya PYD ile ortak fotoğraflar çektirip servis ediyorlar. Böylesi bir dünyada acilen bir Barış Hareketine ihtiyacımız var.
Geçmişte ve bugün “batıda demokrasi olmadan barış olmaz” diyenler hatalı davranmıştır. Kürtlere akıl vermek yerine ‘Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz’ diyen bir kampanyaya ihtiyacımız var.
Irkçılık, milliyetçilik ve kutuplaşma diyebileceğiniz ciddi karşı akıntılar mevcut, bu tutumlar referandum kampanyasında da vardı. Barış hareketinin bunu aşması lazım. Savaş karşıtı hareket farklı kesimleri bir araya getirmeli.
Emek hareketinde dağınıklık var. 2003’teki savaş karşıtı hareket Türk-iş, DİSK, Hak-iş ve KESK’i bir araya getirmişti, şimdi ise ayrı yerlerdeler. 10 Ekim sendromu hepimizde var, bunu aşmalıyız.
2003’te “küresel düşün yerel örgütlen” diye bir sloganımız vardı. Küresel hareketten öğrenme faktörünü güçlendirmeliyiz. Trump iktidara geldi, hemen kadınlar sokağa çıktı, Müslümanların girişini yasakladı, halk havaalanlarına koştu, Müslümanları korumaya çalıştı.
OHAL koşulları önemli bir problem. Medyada sesimiz tamamen kısıldı, sosyal medyada da çok kısıntılı sesimizi duyurabiliyoruz.
Savaş karşıtı hareket, emperyalist bloklardan her hangi birine yaslanmamalıdır. Hem ABD, hem de Rusya emperyalisttir, işgalci davranışları teşhir edilmelidir. Suriye halkları kendi kaderini kendi belirlemelidir. Suriye’ye her türlü askeri müdahaleye karşı çıkmalıyız. Kürtlerin haklarının Suriye’deki gelişmelerden bağımsız olarak tanınması için çaba göstermeliyiz.
Referandumdan sonra başka bir siyasi iklime girildi. Toplumun yüzde 49’u otoriter bir sistem kurulmasına karşı çıktı. Barış isteyenlerin bir araya gelmesi gerekir. Batıda büyük bir barış hareketi oluşturabiliriz.
Hayır’ın içinde önemli bir özgürlükçü demokratik kesim var. Ama evetçileri de dışlamamalıyız. Bunu Selahattin Demirtaş da söyledi. Büyük bir barış hareketi evetçileri de kapsamalı. Geçmişte toplumun yüzde 70’i çözüm sürecini destekliyordu, yine destekler. Demirtaş’ın özgürlüğüne kavuşması için çaba göstermeliyiz, böylece barış hareketi çok daha büyür.
- Panelde dağıtılmak üzere Küresel BAK “Türkiye’de Barışın İmkânları, Savaşa Hayır Barışa Evet” broşürünü yayınladı.
- 14 Haziran’da Küresel BAK Katar krizine ilişkin “Katar’a asker gönderilmesine de, Katar’a ambargoya da hayır.” başlıklı bir basın açıklaması yaptı.
Katar krizini tetikleyen gelişmeler, ABD Başkanı Trump’ın Ortadoğu ziyareti sonrası oldu. Trump, önce Çin ve Kore’yi tehdit etti, şimdi de gözünü Ortadoğu’ya dikti. Görünen o ki ABD’nin yeni başkanı dünyanın başını belaya sokacak yeni bir emperyalist rekabet alanı yaratmaya çalışıyor.
ABD yönetimi, pek çok bölgede Çin ve Rusya’ya karşı sadece ekonomik değil militarist rekabeti de körükleyerek, bütün dünyayı adım adım bölgesel veya küresel bir savaşın eşiğine götürüyor.
Katar, ABD yönetimi açısından, tıpkı daha önce Afganistan ve Irak gibi bölgesel hegemonya için bir araç. Katar’ın izolasyonu ile ABD, açıkça bundan sonra hiçbir Ortadoğu ülkesinin özerk bir dış politika izleyemeyeceğini ilan etmiş oldu.
Trump, Körfez diktatörleriyle ilişkisini pekiştirip, Katar’ın atacağı geri adımlara da onay verip, krizin daha fazla derinleşmesine izin vermeden bu süreci sonlandırabilir. Ama dünya sürekli ABD’nin “terörizme karşı mücadele” adıyla sürdürdüğü hegemonya tehdidi altında kalmaya devam edecek. Bugün Katar, yarın bir başka ülke.
Türkiye ise bölgede en fazla özerk davranan ve bölgesel bir güç olma hayalleri kuran ülke konumunda. Kriz sonrası Katar’a asker gönderme kararı alarak, emperyalistler arası rekabette yer kapmaya çalışıyor. Bu oldukça riskli bir karar. Türkiye’yi yönetenlerin Katar’a asker gönderme kararı, büyük bir felakete yol açabilir, Türkiye, Ortadoğu’da baş gösterecek yeni bir savaşın tam ortasında kalabilir.
Bizler, barış aktivistleri olarak hiçbir uluslar arası sorunun çözümünde asker kullanılmasından yana değiliz. Katar’a asker gönderilmesi kararı son derece tehlikeli ve yanlıştır, bu karardan derhal vazgeçilmelidir.
Katar, petrol ve doğalgaza dayalı zenginliğine rağmen en temel gıda ve beslenme ihtiyaçlarını dahi kendisi üretemiyor. Katar’da insani bir krizinin yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden, Katar’a ambargoya son verilmelidir.
Savaş ve savaş tehdidi ile hiçbir sorunun çözülemediğini yaşadık ve yaşıyoruz. Ortadoğu’da yeni insani krizlere yol açacak emperyal politikalar halklara yeni acılar getirmekten başka bir işe yaramayacak.
Sınır ötesi askeri müdahalelere, askeri üslere ve savaşa hayır!
- 29 Temmuz’da “Katil İsrail Filistin’den defol!” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı.
14 Temmuz’da iki İsrail polisinin Harem üş-Şerif bölgesinde öldürülmesinin ardından İsrail Hükümetinin güvenlikçi politikalar uygulamaya başlaması can almaya devam ediyor.
Mescid-i Aksa’nın kapısına yerleştirilen detektörlerden aranarak içeri girmeyi reddeden Filistinlilere işgalci İsrail güçleri plastik mermi, ses bombası, biber gazı ve tazyikli suyla saldırdı. Sonrasında hem Doğu Kudüs’te hem de Batı Şeria’da protestoculara ateş açan İsrail polisi, pek çok Filistinliyi öldürdü ve yaraladı.
İsrail hükümetinin uygulamaları, Harem üş-Şerif bölgesinin kontrol altına alınma çabasıdır. Halbuki 50 yıldır sürmekte olan “statüko” gereği Harem üş-Şerif bölgesi Mescid-i Aksa Vakfı tarafından yönetilmektedir.
Hem Kudüs sokaklarında hem de dünya çapında gelişen protestolar sonucu İsrail Hükümeti şimdilik geri adım attı ve detektörleri kaldırdı, ama polis sayısını artırmaktan, güvenlik kameraları koymaktan vazgeçmeyeceğini açıkladı.
Türkiye hükümeti İsrail devletinin şiddeti karşısında, İsrail’le yaptığı tüm ikili anlaşmalardan, ticaretten ve askeri işbirliğinden vazgeçmelidir. Filistin halkıyla dayanışmayı, ‘sözde’ değil gerçek bir dayanışma haline getirmelidir.
İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırganlığına karşı Türkiye’de tepki gösterirken Türkiyeli Musevilere yönelik ırkçılık yapılmamalıdır. Türkiye’de faaliyet sürdüren ırkçı gruplar, Filistin halkıyla dayanışma maskesiyle Yahudi düşmanlığını tetiklemeye çalışıyorlar, sinagogların önünde eylem yapıyorlar. Bu nedenle siyonizme karşı mücadele, Türkiye’de antisemitizme, Yahudi düşmanlığına karşı bir mücadeleyi de içermelidir.
Filistin halkı yalnız değildir!
İsrail ile ikili anlaşmalar iptal edilsin!
Yahudi düşmanlığı ırkçılıktır!
- 1 Eylül dünya barış gününde “SAVAŞA HAYIR, BARIŞA EVET!” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı.
1 Eylül Dünya Barış gününe Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada çatışmalar ve savaşlarla giriyoruz.
Ortadoğu emperyalistlerin hegemonya mücadele alanı olmaya devam ediyor. Bir yandan ABD, Körfez ülkeleri, Türkiye diğer yandan Rusya, İran ve Esad diktatörlüğü Ortadoğu’yu kontrol etmek için savaşıyor. Bu çatışmadan yararlanmaya çalışan IŞİD ve diğer çeteler yakıp yıkıyor, insanları öldürüyor, insanlık suçları işleniyor. Suriye’de Rakka, Irak’ta Musul operasyonları binlerce sivilin ölmesine, on binlercesinin göç etmesine neden oluyor.
ABD ve Kuzey Kore arasındaki karşılıklı tehditler korkutucu bir aşamaya geldi. Her iki tarafın da nükleer silah sahibi olmaları ve savaşı ciddi bir seçenek olarak öne sürmeleri, kaygı verici bir durum yaratıyor.
Türkiye, Suriye’nin El Bab bölgesine yönelik sınır ötesi operasyonu sonrasında bölgede askeri birlik bulundurmaya devam ediyor. Hükümet benzer operasyonlara devam edebileceğini açıkladı.
Türkiye’de bulunan üç milyon Suriyeli mülteci, ırkçı saldırılarla karşı karşıya kalıyor. Asya ve Afrika’da yaşanan savaşlardan, olumsuz yaşam koşullarından kaçan yüz binlerce mülteci, en ilkel araçlarla denizden ve sınırlardan geçerek Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışıyor. Son iki buçuk yılda 10 bin mülteci denizlerde veya kamyon kasalarında boğularak can verdi. 21. Yüzyılda bir insanlık dramı yaşanıyor.
Türkiye’de Kürt sorununda 2013-2015 yılları arasında sağlanan çatışmasızlık ve barış ortamı sona erdi, savaş yeniden başladı.
Yıllardır tüm savaşlara karşı çıkan barış aktivistleri olarak bir kez daha çağrı yapıyoruz:
Sınır ötesi operasyon durdurulsun, mecliste buna imkân veren tezkerelere karşı çıkılsın. Türkiye’yi savaş girdabına çekecek politikalar yanlıştır. Hükümet, bölgesel hatta küresel bir savaşa yol açabilecek yeni askeri adımlar atmak yerine, Suriye’deki insanlık trajedisinin bitirilmesi için siyasi çaba göstersin.
Türkiye’ye sığınan savaş mağdurlarına mülteci statüsü verilsin, insanca yaşam koşulları sağlansın. Mültecilere yapılan ırkçı saldırılara karşı tedbir alınsın.
Silahlar sussun, Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözülmesi için Kürt halkının hakları tanınsın. Savaş, ölüm ve yıkım demektir. Bizler barış içinde birlikte yaşadığımız bir dünya istiyoruz.
- 22 Eylül’de görsellerle “Savaşa Hayır” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı.
- 22 Ekim’de “Barış Aktivisti Osman Kavala Serbest Bırakılmalıdır” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Barış Aktivisti Osman Kavala Serbest Bırakılmalıdır.
Osman Kavala, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun ilk imzacılarındandır. Uluslararası olan imza metninde şu ilkeler bulunmaktadır:
* Barış ve adaletten yanayım.
* Demokrasi ve bağımsızlıktan yanayım.
* Enternasyonalizmden yanayım.
* Eşitlikten yanayım.
* Özgürlükten yanayım.
* Dayanışmadan yanayım.
* Çeşitlilikten yanayım.
* Çevreden yanayım.
Küresel BAK olarak Osman Kavala ile birlikte son 14 yılda bu ilkelerden hiç taviz vermeden barış ve demokrasi mücadelesi verdik. 4 gün önce gözaltına alınan Osman Kavala’nın tüm bu ilkeleri savunanların layık olduğu özgürlüğe bir an önce kavuşmasını umut ediyoruz.
- 20 Kasım’da “Savaşa değil insana bütçe” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Maliye Bakanı Naci Ağbal 16 Ekim günü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonuna, 2018 yılı bütçe taslağını sundu. Yasa gereği taslak 24 Kasım 2017 tarihine kadar komisyonda tartışıldıktan sonra, hazırlanacak bir raporla TBMM Başkanlığı’na sunularak tartışmaya açılacak
Temel amacı büyümeyi desteklemek olarak açıklanan 2018 bütçesinde, giderler 762,8 milyar lira, gelirler 696,8 milyar lira olarak planlanıyor. 2018 Yılı tahmini Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYH)’sının % 1,9’una denk gelen 65,9 milyar TL’lik açık öngörülürken, savunma harcamalarına ilave edilen 18 milyar TL’lik gider nedeniyle, bütçe açığı şimdiden 83,9 milyar TL’sine yükselmiş oluyor. Resmi dilde, hedeflerin tutturulması olarak geçen, bütçedeki yamaları kapama, denkleştirme ve açığı giderme kaynağı ise her zamanki gibi vergi artışları.
Bakan 2018 yılı bütçesinin savunma bütçesi olduğunu ve kaynağının vergiler olduğunu açıkladı. Bu durumda Bakana göre halk, ödemekte olduğu vergileri artırarak, güvenlik ve savunma harcaması adı altında savaşa daha fazla katkı vermek istiyor.
Hayır, Sayın Bakan yanılıyor.
Bir ülkenin büyüklüğü insanına verdiği değerle anlaşılır. Halk savaşa değil insana verilen değerin arttığı bir bütçe istiyor.
Yine Bakan’ın açıklamasına göre, 2017 bütçe dengesi 2016 yılında yaşanan darbe girişiminin etkilerini azaltmak için alınan önlemlerle bozulmaya başlamış. Bunun yanı sıra başta Kuzey Irak ve Suriye olmak üzere jeopolitik gelişmeler nedeniyle güvenlik harcamalarında planlanan artış da bu bozulmayı tetikleyebilecek bir faktör olmuş. Bütçe açığının GSYH’ya oranını yüzde 1’den yüzde 2’ye çıkaran bu gelişmelerden sonra, daha fazla bozulmanın önüne geçmek adına hükümet, vergilerde 30 milyar TL’ye yaklaşan artışlara gitmeye karar vermiş.
Sayın Bakan, darbe girişiminde bulunan halk mı ki, açığı büyüten halk olsun?
Çünkü Sayın Bakan, 18 Nisan 2017 tarihli açıklamasında ‘Mart Ayı giderleri yüzde 25 artışla 58,6 milyar TL, Mart ayı gelirleri yüzde 3 azalışla 39,1 milyar TL olarak gerçekleşmiştir,’ demişti. Ocak, şubat, mart aylarında, bütçede referandum masraf toplamının 13 milyon TL olduğunu gösterir rakamlar açıklamıştı. Bu masraf tutarının mart ayı gelirlerinin yüzde 2’si, giderlerinin ise yüzde 2,2’si olduğunu hesaplatmıştı bize.
Bu aylardaki bütçe açığındaki artış kalemlerini ise şöyle açıklamıştı:
‘Temsil, ağırlama, tören, fuar organizasyon, tanıtma harcamaları (Şubat 2017 de 8 milyon TL iken, yüzde 50 artışla) Mart ayında 12 milyon TL,
SGK’ya aktarımlar (Şubat 2017 de 5,1 milyon TL iken, yüzde 8 azalışla) Mart ayında 4,5 milyon TL,
Yerel yönetimlere yapılan hazine yardımı (Şubat 2017 de 212,2 milyon TL iken, yüzde 44 artışla) Mart ayında 304,5 milyon TL,
‘Hane halkına yapılan burs, eğitim, sağlık, yiyecek, barınma, tarımsal ve sosyal amaçlı transferler’ (Şubat 2017 de 3,5 milyar TL iken, yüzde 40 artışla) Mart ayında 4,9 milyar TL,
‘Sosyal amaçlı transferler’ (Şubat 2017 de 542 milyon TL iken, yüzde 332 artışla) Mart ayında 1,8 milyar TL,
Bütçede gizli hizmet giderleri olarak ifade edilen örtülü ödenek, ilk üç ay harcama toplamı 682 milyon TL,
‘Zırhlı taşıt dâhil, kara taşıt alımı’ (Şubat 2017 de 6,2 milyon TL iken, yüzde 347 artışla) Mart ayında 21,5 milyon TL,
‘Güvenlik kuvvetleri nezaretinde bulundurma giderleri (yani gözaltılar için) ilk üç ay harcama toplamı 2 milyon TL,
‘Barışı destekleme ve koruma harekât giderleri, Şubat 2017 de 100 milyon TL iken, yüzde 318 artışla) Mart ayında 418 milyon TL,
‘Güvenlik ve savunma harcamaları’ (Şubat 2017 de 197 milyon TL iken, yüzde 202 artışla) Mart ayında 400 milyon TL, ilk üç ay harcama toplamı 628 milyon TL,
Aralık 2016’da YSK için açılan ihalelere yapılan ödemeler 18 milyon TL,
Referandumu kurtarmak için diğer çeşitli kalemlerde gerçekleştirilen açıklarla birlikte 2017 yılı ilk üç ayında verilen bütçe açığı 58,6 milyar TL oldu.
Demek ki halk olarak biz, 2018 yılı bütçesinin yüzde 7,7’si veya 2018 yılı bütçe açığının yüzde 70’i olan 58,6 milyar TL’lik tutarı, 2017 yılının ilk üç ayında hukuksuz gözaltılar, güvenlik kaygıları ve baskı ortamında yapılan, hukuki sonuçları tartışmalı bir referandum düzenlemek için gözden çıkarmışız.
Hayır, Sayın Bakan. Biz adaletsizlik ve yaşamımızı sınırlayan uygulamalar için katkı vermeyi düşünmedik, düşünmüyoruz.
Yine Bakan, ‘Savunma ve güvenlik harcamalarına ayrılan kaynakları da 2018 için önemli ölçüde artırıyoruz. Özellikle modernizasyon adına bütçeden ilave 18 milyar TL’nin üzerinde kaynak ayırdık. TSK, teknolojinin tüm imkânlarını kullanmak üzere yeni projelere imza atıyor. Artan jeopolitik-güvenlik riskleri savunma ve güvenlik birimlerimizin silah-teçhizat kabiliyetlerinin artırılması ve modernize edilmesini zorunlu kılıyor,’ diyor.
Yine yanılıyorsunuz Sayın Bakan.
Biz başka ülke topraklarına yapılacak müdahaleler, rejim karşıtı destekler, iç işlerine karışmalar, tutarsız ve saldırgan dış politikalar için kaynak ayırmak istemiyoruz. Biz Türkiye’de ve tüm dünyada, savaşların sona ermesini ve barışın egemen olmasını istiyoruz.
Biz insanca bir yaşam istiyoruz. Biz nasıl yaşayacağımızın söylenmesini değil, adil ve barış içinde yaşama hakkı istiyoruz.
Yoksulluk sınırından hızla açlık sınırına inen maaş ve ücretlerimizle, biz Halk olarak, çalışma haklarımızın ellerimizden alınmamasını, insanca yaşam koşullarımızın sağlanmasını, üretken emeğimizin karşılığını almak istiyoruz, sadaka, ‘tarımsal ve sosyal amaçlı transferler’ adı altında seçim ve referandum rüşvetleri istemiyoruz.
Onurumuzla oynamayın. Aklımızı ve muhakeme gücümüzü küçümsemeyin.
Sayın Bakan. Sayın TBMM üyeleri.
Bizim yerimize kararlar alırken, özellikle de 22 Kasım 2017 tarihinde, Milli Savunma Bakanlığı bütçesi tartışılırken, ‘savaşa değil insana bütçe’ istediğimizi unutmayın.
Arttırmayı düşündüğünüz vergilerimizin güvenlik, savunma adı altında planladığınız hiçbir harcamaya gitmesini istemediğimizi aklınızdan çıkarmayın.
Bu bütçe, sağlığa, eğitime, adalete, barışa, her şeyden önce insanlığa zararlı bir bütçe.
Bu bütçeye ortak olmuyoruz ve hayatlarımızdan da kararımızdan da vazgeçmiyoruz.
- 27 Kasım’da “NATO’ya, Savaşa, Yeni bir Savaş Bloğuna katılmaya Hayır” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı.
AKP Hükümeti tarafından 13 yıl önce NATO zirvesi İstanbul’da toplanırken söylemiştik, şimdi bir kez daha söylüyoruz: NATO, ABD’nin küresel polis gücü olarak çalışan militarist bir örgütlenmedir.
NATO bir savaş örgütüdür. NATO bir suç örgütüdür. NATO kontgerillanın kaynağıdır. NATO askeri darbeleri örgütler. 12 Eylül darbesinin arkasında NATO vardı. 15 Temmuz darbe girişiminde pek çok NATO görevlisi subay yer aldı. NATO, dünyanın neresinde ezilenlerin yaygın bir direnişi varsa oraya şiddetle müdahale eden bir güçtür. NATO, ABD’nin küresel hegemonya için kullandığı bir araçtır.
Türkiye, NATO ve başka uluslararası askeri anlaşmalar kapsamında yüzlerce askerini Afganistan, Kosova, Bosna ve başka ülkelerde tutuyor. Bu görevlere hemen son verilmelidir. Türkiye’de başta İncirlik olmak üzere yaklaşık 20 tesis NATO tarafından kullanılıyor. Bu tesisler ve üsler hemen kapatılmalıdır.
Günümüzde bazı çevreler NATO’ya karşı çıkarken, Rusya’nın savaş, çatışma ve yayılmacı politikalarını görmezden geliyor. Rusya’nın sicilinde son 25 yılda Afganistan, Bosna, Çeçenistan ve Suriye gibi ülkelerdeki işgalleri vardır, Rusya’nın sicili kirlidir. Rusya da ABD gibi işgalcidir. O nedenle NATO’dan çıkıp başka bir askeri sisteme dahil olmayı reddediyoruz.
Dış politikada demokratik ve çözüm amaçlı politikaları, başta Kürtler olmak üzere tüm halklarla dostane ilişkileri, iç politikada siyasal demokrasinin sınırlarının genişletilmesini savunuyoruz. NATO adlı bataklıktan kurtulurken başka bir savaş bloğunun parçası olmamayı başarmak zorundayız.
NATO’ya Hayır!
Savaşa Hayır!
Yeni bir savaş bloğuna katılmaya Hayır!
- 7 Aralık’ta “İsrail işgal ettiği topraklardan çekilsin, eşit, özgür, demokratik bir Filistin kurulsun” başlıklı basın açıklaması yapıldı.
ABD başkanı Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıkladı. Kudüs’ün başkent olarak tanınmasıyla İsrail işgal ettiği Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü tümüyle kendi topraklarına katma yolunda bir adım daha atmış oldu.
Kurulduğundan beri hukuku ve adaleti tanımayan İsrail devleti, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’yı 1967’de işgal etmişti. O zamandan beri kendisine çeşitli ülkelerden ve kurumlardan gelen “işgal ettiğin toprakları terk et” çağrısına hiç bir zaman uymadı.
Bu işgalciliği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 242 nolu kararı ile teyit edildi. Bu kararda İsrail’in işgal ettiği bütün topraklardan çekilmesi istendi. Sonucu yaptırım olması gereken bu karara rağmen İsrail’e her hangi bir yaptırım uygulanmadı.
İsrail daha önce hiçbir vatandaşının bulunmadığı işgal ettiği topraklara 1972’den itibaren yerleşim yerleri kurmaya başladı. 1972’de 10 bin olan yerleşimci sayısı şimdi 600 bine ulaşmış bulunuyor. Yerleşim yerleri Doğu Kudüs’ü ve Batı Şeria’yı bir ağ gibi sarmış durumda, arada kalan toprakların bir süre sonra yeni yerleşim yerleri olması kuvvetle muhtemel.
Filistin meselesi dünyadaki en kadim meselelerden biri. İsrail devleti işgal ettiği topraklardan çekilmeden, Filistin’de tüm halkların eşit ve özgür birlikteliği sağlanmadan bu sorun nihai olarak çözüme kavuşamaz.
Dünyadaki tüm barış yanlıları ile birlikte bizler de Türkiye’den sesleniyoruz:
İsrail Devleti işgal ettiği tüm topraklardan çekilsin.
Filistin’de eşit, özgür ve demokratik bir yönetim kurulsun.
- 22 Aralık’ta “Barış ve Adalet Olmadan Kalkınma ve Gelişme Sağlanamaz” başlıklı basın açıklaması yapıldı.
10 Aralık tarihinde Türkiye Ekonomisi’nin üçüncü çeyrekte (9 ayda) % 11,1 oranında büyüyerek “dünyanın en çok büyüyen ekonomisi” olduğu açıklandı. TÜİK’in açıklamasına göre ekonominin 9 aylık büyüme oranı ortalama %7,3 olduğuna göre 2017 yılını %7 dolaylarında büyümüş olarak bitireceğimiz söylenebilir.
15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle yaşanan ekonomik daralmanın sonrasında bu yılın üçüncü çeyreğinde büyük bir sıçrama yaşanması doğal sonuçtur. Ayrıca mevsim ve takvim etkilerinden arındırıldığında, ki buna ‘baz etkisi’ denir, milli gelirdeki artış hızlarının son dört çeyrekte sırasıyla 4.9, 1.6, 2.2 ve 1.2 oranlarında olduğu, dolayısıyla ekonominin daraldığı anlaşılır.
Nitekim
- Böyle bir büyüme yaşanıyorsa, satın alma gücümüzün arttığını, daha fazla tüketebilir olduğumuzu hissetmemiz gerekmez miydi?
- Ekonomi güven endeksinin, ciddi güven kayıplarının olduğunu gösterecek biçimde düşmek yerine artması gerekmez miydi?
- Ekonomi dünya standartlarının üstünde büyürken, işsizliğin düşmesi, istihdam oranın artması gerekmez miydi?
- Bankalar Birliği açıklamasına göre 31 milyon kişinin bankalara borçlu olmaması, haklarında kanuni takiplerin sürdürülmüyor olması gerekmez miydi?
- Yabancı firmalar Türkiye’deki yatırımlarını küçültüyor, 7 uluslararası hava yolu şirketi Türkiye seferlerini kaldırıyor olur muydu?
O halde yurt dışına/ithalata/dövize bağımlı bu büyümenin arka planına bakmak ve de hangi maliyetlere yol açtığını görmek gerekir.
- Hazine garantili Kredi Garanti Fonu’ndan 2017 yılında 220 milyar TL kredi ve destek verilerek Hazine’ye ciddi bir yük getirilmiştir.
- Bankalar Birliği verilerine göre kredilerde % 24 artış yaşanmıştır.
- Maliye Bakanlığı verilerine göre Ocak – Kasım 2017 arası bütçe açığı, 26.484 milyon TL’dir.
- T.C.M.B. verilerine göre cari işlemler açığı geçen yıla göre 3 milyar $ artarak 37 milyar $’a yükselmiştir.
- 2016 yılında cari açığın GSYH’ye oranı % 3,8 iken bu yılın ilk on ayı itibariyle cari açığın tahmin edilen GSYH’ye oranı % 4,9’a yükselmiştir ki bu da Türkiye’nin bütçe açığı ve cari açık eşliğinde büyüdüğünü göstermektedir.
- Haziran 2017 itibariyle dış borç oranı 432 milyar $’a çıkmıştır. Bu durumda borç/milli gelir oranı %51,8 demektir. Diğer bir deyişle Türkiye, bir yıl içinde ürettiklerinin yarısından fazlası kadar borç yükü altındadır.
- TUİK’in verilerine göre 2017 Kasım sonu itibariyle enflasyon TÜFE’de % 12,98, ÜF’de %17,30 oranında artmıştır.
- TUİK verilerine göre işsizlik oranı %11, genç işsiz oranı %20’dir.
Büyümenin ana kaynağı 2017 yılında kamu harcamalarında yaşanan artıştır. Referandum öncesinde başlayan artışlar referandum sonrasında da devam etmiş, vergilerde geçici sürelerle indirimler yapılmış, sosyal güvenlik prim ödemelerinin tahsili ertelenmiştir. 2016 yılında bütçe açığının milli gelire oranı % 1 iken 2017 yılında bu oran ikiye katlanacak gibi görünmektedir. Türkiye, son dönemde maliye politikasını, para politikasına destek olmaktan çıkarmış ve büyüme amaçlı kullanmaya başlamıştır.
2016 ve 2017 yılları Maliye Bakanlarının açıklamalarına göre bütçe açığını büyüten harcama artışında önemli bir kalem güvenlik ve savunma harcamalarıdır ve 2018 yılı bütçesinde bu harcamaların daha da yükseleceği ve finansmanı için vergilerin artırılacağı anlaşılmaktadır.
Maliye Bakanlığının, Kasım sonu ‘Bütçe gerçekleşmeleri’ raporuna göre;
- 2016 Yılında 510 milyar TL olan Merkezi Yönetim Bütçesi, 2017 yılında 601milyar TL’ye çıkmıştır.
- 2017 Kasım sonu itibariyle mal ve hizmet harcamaları 43,5 milyar TL’den 52,8 milyar TL’ye yükselmiştir.
- Bunlar içinde savunma ve güvenlik harcamaları 11 milyar TL’den 14,6 milyar TL’ye yükselmiştir.
- Nereye harcandığı gizli tutulan ‘gizli hizmet giderleri’ ya da ‘örtülü ödenek’ 1,6 milyar TL’den 1,7 milyar TL’ye çıkmıştır.
762 milyar TL olarak kabul edilen 2018 Bütçesinde 2016 yılında 64 milyar TL olan savunma ve güvenlik harcamaları %45 arttırılarak 93 milyar TL’ ye yükseltilmiş, böylece bütçemin %12,2 si savunmaya ayrılmış olmaktadır. Türkiye bütçesi bir ‘savunma bütçesi’ olarak açıklanmaktadır.
ABD Başkanı Trump’ın ‘önce Amerika’, ‘barışı güçle koruyacağız’, ‘kendimizi bugüne kadar olmadığı kadar şiddetle savunacağız’ açıklamaları, Ulusal Güvenlik Danışmanı Mc Master’in ‘Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan tatil artık sona erdi, jeopolitik tüm hızıyla geri geldi’ gibi savaş söylemlerinin arttığı günlerden geçiyoruz. Türkiye de, 15 yıldır içeride ekonomik ve toplumsal istikrarı, dışarıda ülke güvenliğini daha da zayıflatacak kararlar almaktadır.
Oysa böyle bir dünyada, ekonomi ve dış politika adımları atarken ülke içi barış ve refahı koruyacak koşullara öncelik vermek gerekir.
Çünkü barış ve adalet olmadan kalkınma, gelişme sağlanamaz, huzurlu ortamlar kurulamaz.
Büyümenin ve savaşın insani maliyetlerini düşünmek ve anlamak barış aktivistlerinin öncelikli görevleridir.
Bu nedenle;
Savaşa değil barışa bütçe istiyoruz.
Kaynakların savunma ve güvenlik harcamalarına değil, insani harcamalara ayrılmasını istiyoruz.
Ülke güvenliğinin ve ekonomisinin dışa bağımlılıktan kurtarılmasını istiyoruz.
- 27 Aralık’ta “2018 BARIŞIN YILI OLSUN” başlıklı basın açıklaması yapıldı.
2017 yılında Türkiye’de gündemin ilk maddesi savaş ve çatışma oldu. 15 Temmuz darbe girişimi ardından ilan edilen OHAL rejimi ve parlamentoyu devre dışında bırakan KHK’ler nedeniyle demokraside önemli ölçüde bir daralma yaşanıyor. 2018 yılında buna ekonomik krizin eşlik edeceğine dair veriler var. Hükümet ülkeyi OHAL ve KHK’larla yönetmeye devam ediyor. Atılan son adımlar, demokratik hukuk devleti yolundan ve toplumsal barış beklentisinden hızla uzaklaşmakta olduğumuzun açık göstergesi.
Ortadoğu’da nispi bir çatışmasızlık ortamı oluşmuşken, ABD’nin Kudüs hamlesi sonucu yine savaş tamtamları çalmaya başladı. Trump yönetiminin dünya barışı için ne kadar tehlikeli oldukları bir kez daha ortaya çıktı. Kudüs, işgalci İsrail’in değil, eşit, özgür, demokratik Filistin’in başkentidir, bunu hiçbir ABD Başkanı değiştiremez.
Irak ve Suriye’de IŞİD’in yarattığı felaketler ağır bedellerle püskürtüldü, ama yol açtığı insani felaketler sürüyor. Her iki ülkede de eşit, özgür ve demokratik yönetimlerin nasıl kurulacağı, ülkesini, terk etmek zorunda kalan milyonlarca mülteciyi nasıl bir geleceğin beklediği belli değil.
Kuzey Kore yönetiminin dengesiz tavırları ve ona karşı söylenenler dünyayı istikrarsızlaştırıyor. Bu açıklamalar gösteriyor ki dünyada hala nükleer savaş tehlikesi var. ABD – Kuzey Kore ve İsrail – İran çatışması her an nükleer savaşa dönüşebilir. İncirlik üssünde bulunan ABD’nin nükleer bombaları Türkiye’yi de nükleer bir savaşta hedef haline getirebilir. Nükleer saldırı listesinde Türkiye’deki tehlike yaratan iki hedeften biri İncirlik Üssü, diğeri Malatya Kürecik Radar Üssü’dür.
Barış için akademisyenler davası, Türkiye’de barışın yargılandığının önemli bir göstergesidir. Barış talebini yargılamak ortak geleceğimizi yargılamaktır. Bu nedenle bizler barış için, adalet için çaba göstermeye devam edeceğiz. Adaletin olmadığı yerde zulüm vardır, ama aynı zamanda başkaldırı ve uyanış da vardır. İbn Haldun bundan 650 yıl önce “adalet yoksa kalkınma olmaz” demişti. Barış ve adalet olmadan ne kalkınma, ne de gelişme olur.
Yaşanan bunca olumsuzluğa rağmen Türkiye’de halen barış için güçlü adımlar atılması mümkündür. Barış umudu seçimler için bir koz veya seçim vaadi olarak kullanılamaz.
BARIŞ İÇİN ÇABA GÖSTERMEYE DEVAM EDİYORUZ
2017 yılı boyunca da barışı ve çözümü savunduk ve savaşa hayır dedik. İfade özgürlüğü, barış ve adalet için mücadele ederken yargılananların davalarına katıldık. Küresel BAK’ın ilk imzacılarından arkadaşımız Hrant Dink’in katillerinin yargılandığı davanın her duruşmasına ve adalet nöbetine katılıyoruz. “Edebiyatta adalet arayışları’ temalı 9. Dönem Edebiyat Atölyemizi devam ettiriyoruz.
Küresel BAK olarak gerçekleştirdiğimiz paneller ve basın açıklamaları yoluyla tutumumuzu kamuoyuna iletiyoruz. Küresel www.kureselbak.org sitemizde etkinlik ve açıklamalarımızın yanı sıra barış odaklı yayın yapmaya devam ediyoruz.
6 Mayıs 2017’de düzenlediğimiz “Türkiye’de Barışın İmkânları, Savaşa Hayır, Barışa Evet” konulu panelde güçlü bir barış hareketi kurmanın her zamankinden daha acil ihtiyaç olduğuna vurgu yaptık. Basın açıklamalarımızda bölgemizde ve ülkemizde barışın olanaklarını değerlendirdik, savaşa hayır dedik. 2017 yılı boyunca yayınladığımız basın açıklamalarımızın başlıkları şöyle:
- 1 Mart 2003 tezkeresinin reddedilişinin 14. yılında Ortadoğu’da savaşa hayır.
- Yine Suriye, yine kimyasal, yine katliam, Suriye’de katliamlara ve savaşa hayır.
- Suriye’ye askeri müdahaleye ve savaşa hayır.
- Katar’a asker gönderilmesine de, Katar’a ambargoya da hayır.
- Katil İsrail Filistin’den defol.
- ABD ve Kuzey Kore hükümetlerinin savaş kışkırtıcılığına hayır.
- 1 Eylül Dünya Barış gününde, hükümet, bölgesel hatta küresel bir savaşa yol açabilecek yeni askeri adımlar atmak yerine, Suriye’deki insanlık trajedisinin bitirilmesi için siyasi çaba göstersin.
- Barış aktivisti Osman Kavala serbest bırakılmalıdır.
- Savaşa değil insana verilen değerin arttığı bir bütçe istiyoruz.
- NATO’ya, savaşa, yeni bir savaş bloğuna katılmaya hayır.
- Solyayin.com sitesi editörü Emin Şakir’e özgürlük.
- İsrail işgal ettiği topraklardan çekilsin, eşit, özgür ve demokratik bir Filistin kurulsun.
- Barış ve adalet olmadan kalkınma ve gelişme sağlanamaz.
İçinde bulunduğumuz pek çok olumsuz gelişmeye rağmen savaş karşıtları olarak 2018 yılının Türkiye ve Dünyada barışın yılı olmasını diliyoruz.
Savaşa hayır, barışa Evet.
İncirlik üssü kapatılsın, NATO’dan çıkılsın.
Nükleer santrallere, S-400 füzelerine, savaşa değil, insana bütçe.
OHAL’e ve KHK adaletsizliğine son.