Temasını ‘İspanyol dilinde yazılmış edebiyatta savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XII. Döneminin onuncu toplantısında Yıldız Önen bize, yazar Camilo José Cela’nın (1916-20021) hayatından ve Atölye’nin konusu olan Pascual Duarte ve Ailesi’nden (1942) söz ettikten sonra kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.
Pascual Duarte ve Ailesi kitabı Don Kişot’tan sonra en çok okunan İspanyolca kitap olarak bilinir. İlk kez 1942’de yayınlanır, büyük sansasyon yaratınca yasaklanır, 1946’da yeniden basılır, 1960 yılında yazarın tanımıyla ‘temizlenir.’ “Özetle Pascual Duarte temizlendi, önemli olan bu. Artık yeniden yavaş yavaş ölmeye başlayabilir.”
Roman, İspanya İç Savaşı sonrasında İspanya’da, İspanyol edebiyatına özgü bir akım olarak kabul edilen tremendismo akımın hem başlangıcı hem de en bilinen eseridir. İspanyol varoluşçuluğu olarak da adlandırılır. Varoluşçu endişeler, özgür irade sorunu ve yalnızlıklar Avrupa varoluşçuluğunun da çokça işlediği temalardır. Sosyal çevre yozlaşması ile düşülen umutsuzluk ve endişe duygusu ele alınır.
Kabalığa olan eğilimler, gaddarlığa varan tema işlenmesi İspanyol edebiyat ve sanatının yabancısı değildir. Dini bezemelerde dahi kullanılır.
Türkçeye ‘aşırı gerçekçilik’ olarak geçen sözcük korkunç, dehşet verici, tüyler ürpertici, sarsıcı anlamlarına gelir. Okuru acı gerçekçilikle baş başa bırakır. Gerçek yaşamın kaba ve yabanıl yönlerini abartılı bir ifadeyle yansıtan bir edebiyat akımı olduğu söylenebilir. Yaşamın çirkinlikleri üzerine kurulan bir estetik anlayışıdır ve bunu karanlık açılarından yansıtır.
İç Savaş sonrası dönemde yayınlanan bazı romanların okur üzerinde bıraktığı korku verici etkiyi özetlemek için kullanılan bir terim olarak ortaya çıkar ve eleştirmenlerin kullanmasıyla bir edebiyat akımını temsil etmeye başlar.
Tremendismo, gerçeğin şiddet yönünde devşirilmesi, tatsız ve hatta itici olayların sistematik bir şekilde sunulmasıdır. Kara tonların, şiddetin, acımasız suçların, bazen tiksinç olabilen zalim bölümlerin vurgulandığı bir gerçekçilikten bahsedilir. Tremendismo, insan yaşamının korkunç ve kaba yönlerini göstermeyi hedefler.
Şiddet ve grotesk hayal ürünü edebiyat ve resim sanatında eserler çıkar bu akımda. Groteks bir şekilde biçimsizleştirilir konular. Eser kişileri toplumun marjinalleri, kriminal yapıdakiler, ruhsal ya da fiziksel kusurları olanlardır. Dil gittikçe yükselen sert bir tondadır. Zaman zaman alaycı, hiciv içeren ve abartmalara yer verilecek biçimdedir.
Seçilen mekân kırsal kesim olacağı gibi kentler de olabilir ve bu mekanın kendisi şiddeti yaratır.
İspanyol İç Savaşı’nın hemen ardından toplumun genel anlamda içine düştüğü umutsuzluk ve endişe duygusunun bu akımın doğmasına sebep olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
İç savaşın hemen sonrasında Pascula Dearte ve ailesi romanı o zaman okunan romanlardan farklı olarak şiddetli bir etki yaratır. Lirik kişilerle dolu, kahramansı durumları öven savaş romanları arasında Pascual Duarte bir anti-kahraman olarak ortaya çıkar. Tiksinti verici durumları, acımasız insanları ve vahşetiyle diğer romanlardan ayrılmış, yüceltilmiş bir ideali olmayan kahramanıyla, alışılagelmiş kurgulardan sıyrılır. Dönemin durumunu ayna gibi yansıtan, ülkenin öfke ve şiddet halini kahramanları üzerinde kişileştiren bir romandır.
1939 – 1975 yılında son faşist denilen Falanj Partisi’nin Franco’nun ölümüne dek sürecek olan diktatörlük rejiminin İspanya’da hüküm sürmesine, İspanyol halkının, üç yıl süren savaş koşullarının ardından sosyal, ekonomik ve toplumsal anlamda uzun yıllar sürecek büyük bir çöküntüye uğrayacağı bir dönem yaşar. 1939’da Anti-Komintern Paktı imzalanır ve savaşa karışmaktan titizlikle kaçınılır.
1947 Yılında Frankco’nun yaptırdığı referandumla İspanya’da monarşi yönetimi yeniden kurulur ve Franco yaşam boyu kral naibi ilan edilir.
Franco, Falanj Partisi’nin siyasal ilkelerinden esinlenerek totaliter, baskıcı bir yapı kurar. Ordu, kilise ve büyük toprak sahiplerinin desteğiyle her türlü muhalefeti susturulur. Ayrıca Bask bölgesinde ve Katalonya’da İspanya’nın toprak bütünlüğünü tehdit ettiği gerekçesiyle bölgesel otonomiye tümüyle son veriliri. Ülke genelinde İspanyolca dışında Baskça ve Katalanca gibi yerel dillere bir dizi yasak getirilir. İspanya onun döneminde katı bir şekilde merkezden yönetilen bir ülke olur. İç Savaşta olduğu gibi Franco’nun güçlü olduğu dönemlerde de Katalan ve Basklılar’ın bazı ayrılıkçı ayaklanmaları olursa da her defasında bu isyanlar Franco’nun askerleri tarafından sert bir şekilde bastırılır.
Franco, İspanyol kadınının çalışma hayatına ciddi kısıtlamalar da getirir. Sürekli olarak İspanyollar’ın, tüm İspanyol vatandaşlarının çok çocuk sahibi olmalarını ister ve İspanyol halkını buna ikna etmeye çalışır. Ülkedeki Franco karşıtları ise hapishanelere gönderilir, vatandaşlıktan çıkarılır, sürgüne gönderilir. Komünistler, sosyalistler, cumhuriyetçiler ve eşcinseller fişlenir, tutuklanır.
İspanya, II. Dünya Savaşından, bir süre mesafeli davrandıktan sonra, soğuk savaş yıllarında batı ittifakıyla ilişkiler geliştirilir.
Camilo José Cela 11 Mayıs 1916 yılında Galiçya’nın bir köyünde, La Coruña’da doğar.
İspanyol ve İngiliz göçmenlerden oluşan varlıklı bir ailenin çocuğudur. Dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Madrid’e gelir ve oraya yerleşirler. Üniversite’de tıp, sanat ve hukuk okur ama üçünü de bitirmeden bırakır. 1931 Yılında tüberküloza yakalanır. Sanatoryumda okuma ve yazmak için uzun zamanlar bulur.
1936’da İspanya İç Savaşı başladığında 20 yaşında ve hastalıktan yeni toparlamış durumda askere yazılır. Logroño’da yaralanır ve bir süre hastaneye yatar. İyileşme döneminde sansür memuru olarak çalışır.
Okuldan soğuyan Cela, tekstil ofisinde çalışmaya başlar ve yazmaya devam eder. 1942 Yılında savaş sonrası kaos ve umutsuzluk içinde Pascual Duarte ve ailesini yayınlar. Roman yetkililer farkına varıp yasaklayana kadar çok sayıda satar. Çok tepki alsa da kitap bugün İspanya’da savaş sonrası edebiyatın başlangıcı olarak kabul edilir.
Cela bundan sonra adını yazdığı kitaplar ile duyurmaya devam eder, resim ve gezi kitabı gibi, filmlerde küçük roller gibi, gazete ve dergilerde yazılar, gezi anıları yazmak gibi pek çok alanda çalışmalar yürütür.
Yazıldığı dönemde, İspanya’da basılması olanaksız olduğu için, ilk baskısı 1951 yılında Arjantin’de yapılan Arı Kovanı romanı da tremendismo akımıyla yazılır. Sinema’ya da aktarılan bu kitabın filminde Cela’nın küçük ama önemli bir rolü olur. Film 1983 yılında, 33. Berlin Şenliği’nde, Altın Ayı ödülünü kazanır. Arı Kovanı’nda, 1943 yılının, Madrid’inden yirmi dört saatlik bir dilim sunar. Ellisi gerçek, tam üç yüz kırk altı kişinin doldurduğu bu kovanın altını üstüne getiren Cela, bir yandan, bir zamanlar uğrunda savaştığı Franco’nun -Franco’nun sağlığında ve İspanya’da!- tokadını patlatırken, bir yandan da, insanoğlunun tüm kirli çamaşırlarını acımasızca, ama ufacık sevgi ve umut pırıltılarıyla ortaya döker. Arı Kovanı romanı basılır basılmaz sansür memurları Cela’yı Basın Derneği’nden atar ve adının basında yazılamayasını engellerler.
1954 Yılından itibaren Mallorca adasında yaşamaya başlar ve dönemin pek çok İspanyol yazarının başına geldiği gibi sürgüne gönderilir. 1957 Yılında İspanyol Kraliyet Akademisine girer. Franco öldükten sonra 1977’de senatör olarak görev yapar.
1983 Yılında ‘Mazurka for Two Dead People’ yayınlanır ve İç Savaş sırasındaki yaşanan bir aşk ve ölüm öyküsünü anlattığı kitabı 1984 yılında Ulusal Edebiyat ödülünü kazanır. İspanya’da aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra 1989’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü, 1996 yılında İspanya’nın en önemli ödülünü ‘ Cervantes Ödülünü’ alır. 1996 Yılında Kral Juan Carlos I ona ‘Marquis of Iria Flavia’ nişanını takar. Cela 2002 yılında Madrid’de ölür.
1996 Yılında Valerie Miles’ın Cela ile yaptığı röportajda, “Edebiyatın bir aldatmaca olduğunu söylediniz. Bu yüzden mi okuyucuyu hiç aldatmayan Pascual Duarte ve Ailesi, Arı Kovanı gibi kitaplar yazdınız?” sorusuna, “Bu yüzden mi yazdım bilmiyorum ama bir yazar kendisinin aldatmacalar, oyunlar, kamuflajlar ve maskeler kullanmasına izin vermemeli.” diye cevaplandırır. “Bir yazar okuyucularına karşı sosyal sorumluluğu olmalı mıdır?” sorusuna, “Hayır, o sadece kendisine ve vicdanına karşı sorumludur. O kendi vicdanının ve kendisinin çok iyi farkında olmalıdır.”der. “Edebiyata katkınız ne oldu?” sorusuna ise “Olup olmadığını bilmiyorum ama olmuşsa her zaman kendime karşı dürüst davrandım. Her zaman uygun olmayan zamanlarda ve koşullarda kendi fikirlerimi anlatmaya çalıştım. Bazen yazdıklarım bazı grupları aleyhime çevirdi. Bazen çok sert eleştiriler aldım ama umursamadım, sessiz kaldım. Ben görevimi yapıyorum kendime karşı olan görevi. Yazarlar arasında tartışılan bir şey adanmak: doğumdan itibaren kendi vicdanına adanmak.”
Cela, Pascual Duarte ve Ailesi kitabına “Bu baskıyı mesleğimdeki en büyük yardımcım olan düşmanlarıma adıyorum” diyerek başlar.
Pascual Duarte karmaşık bir karakterdir. Hem şiddete başvurur hem de şefkatlidir. Babasının dolaba kilitlenerek ölmesine, kardeşi Mario’nun yerde sürüklenmesine, Rosario’nun güzelliğine ve aklına rağmen sefil yaşamasına üzülmekte, eşi Lola’nın onun yokluğunda, başka bir erkeğin çocuğunu doğurmasına başta karşı çıksa da sonradan ona acıyarak izin vermektedir.
Hem babasından yediği dayaklar nedeniyle “Çocuk teni acıya çok duyarlı oluyor” der hem de farklı bir öteki beni varmış gibi sırf kendisine suçlar gibi baktığı için köpeğini öldürür. Kız kardeşini kandırdığı ve karısıyla ilişkiye girdiği için Sırık’ı, karısının düşük yapmasına sebep olduğu için kısrağını, kendinde olmayan her şeye sahip olduğu için Torremejia Kontu Don Jesús’u ve en sonda da tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu varsaydığı annesini öldürtür.
Tüm bu suçlar nedensiz ve kontrol edilemeyen bir nefret sebebiyle işlenir. Bu da Pascual’in yaşadığı toplumsal ortamın sefilliğinden, ilkel kişiliğinden ve cehaletinden kaynaklanır. Belki de elinde olmadan, onun dışındaki koşullardan kaynaklanan bu öldürme olayları için, Pascual Duarte işlediği cinayetlerden kendini sorumlu hissetmez; sorumlu olan içinde bulunduğu çevredir. Cahil, yoksul ve yabani bir köylüdür. Hiçbir zaman başına gelen olaylara bilinçli bir şekilde karşılık vermez, ancak sonuçlarını kabullenmekten başka çaresi yoktur. Pascual Duarte kendi anlatımıyla okuyucuyu, yaptıklarının suçlusu olmadığına, bunların kendi iradesinin dışında geliştiğine ikna etmeye çalışır. O bir nevi kendi kaderinin kurbanıdır. Kaçma eğilimi gösterse de her defasında başladığı yere yani köyüne geri döner. Hiçbir şey değişmez, Pascual Duarte de değişmez, tek yaptığı eylem, öldürmek olur. Kadercidir. “Çünkü yaşam bana pek çok kötülük öğretti”, “Ekmeksiz bir gün gibi düz ve uzun, bir idam mahkûmunun günleri gibi düz ve uzun, -ne mutlu size ki bu düzlük ve uzunluğu gözünüzün önüne bile getirmezsiniz- bir çösenin üstüne çömelmişti köy,” “Toplumdaki yerim gibi ufak ve tek katlı olan evime giderek ısınmış, kimi zaman onunla övünmeye bile başlamıştım,” “kimin ne olacağı daha doğmadan önce bellidir,”, “beni bir hiç olduğumuzu düşünmeye zorlamadınız.”
İşlenen cinayetlerin hiçbir detayını atlamadan anlatan bu caninin hareketlerini onaylamasa da onu anlamaya çalıştırır yazar. Kurak, kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyde doğmuş olan Pascual çevrenin kurbanı olmuştur. Yazar, kahramanın belki de başka şartlarda ve başka bir çevrede doğmuş olsaydı tamamen farklı bir insan olabileceğini hissettirmeye çalışır. “Düşünmeden öldürüyor insan,”, “anamı öldürmek düşüncesi.”
Pascual Duarte ve Ailesi’nde, Pascual’in yalnızlığı da dikilir karşımıza. Kanlı biten bir iç savaş sonrası tüm dünyadan soyutlanarak kendi kabuğuna çekilen İspanya’nın durumu Pascual üzerinden anlatılır adeta. Pascual yaşamı boyunca yalnızdır, çevresindeki kalabalığa karşın. Çevresindeki insanların yozlaşmış değerlerinden, insanlar arası ilişkilerdeki kokuşmuşluktan, insani değerlerin yitirildiği bir ortamdan kaçar ve doğaya sığınır. En çok mutlu olduğu anlar köpeği Kıvılcım’la geçirdiği saatlerdir. Köyün dışında yuvarlak ve alçak bir sandalye gibi basık taşla ilgili anıları “insanlarla ilgili olan anılarından daha güzel”dir. Evinde, köyünde, hücresinde hep yalnızdır, yalnız ve terk edilmiştir. Ama bu terk edilmişlik tanrının değil, kendine uyumlu olmasını bekleyen ve içine almayan toplumun bir ürünüdür.
Kitapta Pascual’ın hayatını ‘cehenneme ‘ çeviren, evine gitme isteksizliği yaratan üç kadının baskısı vardır: annesi, kız kardeşi, karısı. “bana yaşamı zehir etmek için anlaşıp ant içmiş gibiydiler.” Bu erkeğe yönelik toplumsal baskı olarak görebileceğimiz bu durumun yanı sıra, kadının toplumda nasıl görüldüğü ve değerlendirildiği konusundaki aşağılamalar da eksik değildir. “Genç kızları fazla kurcalama bozarsın.” “ İhtiyar bir çingene kadın kadar rahat çalıp çırpıyordu.” “Karı gibi gevezelik yapıyordu.” “Kardeşinin erkek olmadığını biliyor musun?” “Elini öperdim ama karım bunun kadınsı olduğunu söyledi.” “ağlamayan kadın akmayan çeşme gibidir.” “ onurlu bir erkek kadınlar gibi yenilmemelidir gözyaşlarına.” “karga gibidir kadınlar nankör ve uğursuz.” “sapına kadar erkeksin.” “Ne demek istiyorsun sen?” diye soran annesine, “Biz erkeklerin yüreğinin çok güçlü olduğunu” […] “Dağda gezen kurtları, bulutlara tırmanan atmacayı, taşların altına sinmiş engerek yılanını görüyor musun?” , “İşte bir erkek bunların tümünden daha kötüdür!”
Dini telkinler yüzyıllardır kadın ve erkek rollerini belirleyen önemli bir etkendir : “yapılacak en doğru şey hemen evlenmek. Tanrının ayrıca insanların gözünde de saygınlığınız artar. Evlilik dışı doğum hem günah, hem de rezalettir. Hristiyan’ca evlenmiş ana babadan dünyaya gelen evlâtsa Tanrının bir nimetidir.”
“Kentliler gerçeklere sırt çevirmiş kişilerdir.”
“Benzerinin mutsuzluğuna gülmek iyi bir şey değildir, bunu size yaşamı boyunca mutsuz olmuş bir insan söylüyor.”
“Barış içinde yaşamak için korku saçmak gerektiğini düşündükçe içi kan ağlıyor insanın.”