Merhaba
Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sini, 09 Kasım Çarşamba akşamı tanışma toplantısıyla başlattık. Nilüfer Uğur Dalay’ın Antik Çağda ekonomik, siyasal, toplumsal yaşam,Asuman Kafaoğlu Büke’nin, destansı çağa ve destana giriş sunumlarından sonra görev dağılımı yapıldı.
Tarihçiler MÖ 1150 yılında,Yunanca konuşan Miken Uygarlığı’nın yıkılmasıyla başlayan ve ülke topraklarının M.Ö. 146 yılında Roma İmparatorluğu tarafından fethedilmesine kadar olan 900 yıllık dönemi, Antik Yunan Uygarlığı olarak kabul eder. Diğer bir deyişle, Roma İmparatorluğu’ndan önceki dönemler Antik Yunan dönemi olarak değerlendirilir.
Antik Roma ise, M.Ö. 9 yüzyılda, İtalya Yarımadası’nda kurulan Roma şehir devletinden, tüm Akdeniz’de egemenliğini kurarak, monarşi, oligarşi, cumhuriyet aşamalarından geçerek imparatorluğa dönüşen, 1.200 yıllık bir uygarlığın başlangıç evresi olarak kabul edilir.
M.Ö. 6.yüzyıl, Atina, Sparta, Korint ve Tebai gibi şehirleri önemli olan bir monarşi olarak görülür.Bu dönemde para sisteminin kullanıma geçmesi ve tüccar sınıfının ortaya çıkmasıyla, büyük şehirlerde sınıflı bir toplum kurulur. Atina’da monarşi M.Ö. 683’te kaldırılır, Solon’un ilan ettiği anayasal reformlarla aristokratik hükûmetin uygulamaları sınırlandırılır ve M.Ö.500’de dünyanın ilk demokratik düzeni ilan edilir. Demokrasi gücünü şehirli erkeklerin oluşturduğu bir meclisten alır. Bu meclis köleleri ve Atinalı olmayanları kapsamayan, sadece yerel halktan, Demos’dan oluşan bir topluluktur. (Demokratia= halkın yönetimi)
Atina’da yurttaşlar tarımsal üretimden elde ettikleri gelirlere göre dört sınıfa ayrılır.
• Pentakosiomedimnoi – yıllık 500 kilo üretim yapanlar: Magistralar (yöneticiler-üst gelir gurubu)
• Hippeis – yıllık 300 kilo üretim yapanlara denk görülen atlı savaşçılar,
• Zeugitai – yıllık 200 kilo üretim yapanlara denk görülen çiftçiler, en az bir çift yük hayvanına sahip olanlar,
• Thetes – fakir köylüler, toprağa bağlı köleler ve işçiler.
Para kazanarak zengin olan kişiler sınıf atlayabilirken köleler herhangi bir hakka ya da sosyal statüye sahip değildi. Kölelerin, evlenip aile kurabilirlerken politikaya girme ve oy kullanma hakları yoktur.M.Ö. 600’lerden itibaren dışarıdan köle getirme âdeti başlar. M.Ö. 5. yüzyıla gelindiğinde köleler artık nüfusun üçte birini oluştururlar. Sparta dışında hemen hiçbir yerde köleler ayaklanmaları görülmez.
Antik Yunan ekonomisinde, halkın yaklaşık %80’i tarım ile uğraşır. Toprakları verimsiz, yağmur kıt olduğundan, Yunanlar verimli toprakları koloni haline getirir. En çok yetiştirilen şey, halkın günlük yaşamında da büyük yer tutan zeytindi. Yetiştirilen diğer yiyecekler lahana, soğan, sarımsak, mercimek, fasulye, bezelye,hem yemeklerde hem de tıpta kullanılmak üzere nane, adaçayı, kekik gibi şifalı otlar olur.
İlk para, M.Ö. 7. yüzyılda Lidyalılar tarafından bulunmuş olsa da yaygın olarak kullanımı Eski Yunanistan’da olmuştu. Bugünkü bozuk paraların tasarımı da aynı biçimde Eski Yunanistan kültüründen kalmıştır. Yuvarlak olması, herhangi bir yüzünde önemli bir liderin kabartmasının bulunması bu dönemdeki âdetlerdendir. Eski Yunanistan’da para süsleme ve basma bir sanat olarak görülmemişse de onların el becerileri hakkında en çok bilgi veren eserlerden biridir.
Yunan tarihinde eğitim, Sparta hariç, genel olarak kişiseldi. Sparta’da çocuklar 7 yaşlarına kadar aileleriyle kalır daha sonra devlete ait kurumlara giderdi. Daha çok müzik eşliğinde yapılan jimnastikle vücut geliştirilir, bunun yanında okuma yazma, aritmetik, devlet işleri ve din
öğretilirdi. Helenistik dönem boyunca birçok şehir devleti halk okulları açar. Erkek çocuklar, askerî birlikler için birer atlet gibi yetiştirilirler. Sadece bir meslek için değil, etkileyici bir yurttaş olmak için de çabalarlar. Kızlar da okumayı yazmayı ve ev işlerinde yardımcı olması amacıyla, basit aritmetik işlemleri okullarda öğrenirlerse de çocukluktan sonra onlara eğitim yolları kapalıdır. Erkek çocuklarının çok az bir kısmı çocukluktan sonra eğitimlerine devam ederler. Gençler hocalarını izleyerek ve onlarla beraber sempozyumlara katılarak, çarşıda politika konuşmayı, günlük görevlerini nasıl yapması gerektiğini gibi şeyleri öğrenirlerdi. En zengin öğrenciler ise eğitim hayatlarına kolejlerde devam eder, büyük bir şehirde üniversiteye gider. Bu üniversiteler dönemin en önemli ve saygın öğretmenlerine sahip olurlar ve eğitimi verilebilecek en iyi biçimde verirler.
Eski Yunan kültüründe çok tanrılı bir inanış vardı. Her önemli doğa ögesi ve insan duyguları ile ilgili tanrılar vardı. Tanrıların tanrısı Zeus dünyayı ve gökleri yönetir. Kardeşleri; ölülerin dünyası olduğu kabul edilen yer altı dünyasını yöneten Hades ve Yunanların yaşamlarında hayatî öneme sahip olan denizlerin tanrısı , Poseidon’dur. Zeus ve kardeşlerinin olimpos Dağı’nda yaşadıklarına inanılır. Zeus’un Hera adında bir karısı, Hephaistos, Apollon, Artemis, Athena, Ares, Dionysos, Hermes isimli çocukları vardır. Tüm bu tanrıların insanlar gibi yaşadığına, âşık olduğuna, evlendiğine, kıskançlığa kapıldığına, kavga ettiklerine ve ara bozduklarına fakat ölümsüz oldukları inanılırdı. Yunanlar bir takım mağaraların tanrılarının tapınakları olduğuna inanır, rahip ve rahibeler, tanrılar adına kâhinlik yapardı.
Antik Yunan’da herkes gün içinde görevlerini yapar ve dinî görevlerini aksatmamaya çalışırdı. Büyük şehirlerde sık sık festivaller/şölenler düzenlenir, bu toplantılara katılmak bir görev kabul edilirdi. Festivallerde tanrılara müzik, şiir, drama türlerinde armağanlar sunulur, yarışmalar düzenlenir ve kazanan şairler, atletler zengin ve ünlü olurlardı. En popüler ve para getireni ise Kariot (atların çektiği iki tekerlekli savaş arabası) yarışlarıydı.
Eski Yunanistan’da tiyatro kültürün en önemli parçasıydı. Tiyatrolar halkı eğlendirmenin yanı sıra halkı eğitmek için de kullanılır. Bu dönemde sadece erkeklerin tiyatro oyuncusu olmasına izin verildiğinden erkek oyuncular gerektiğinde maskeler ile kadın rollerini de üstlenirlerdi.Tiyatro’nun, ilk olarak şarap tanrısı Dionysos’u kutsamak için dinî törenlerde söylenen ilahilerden doğduğu kabul edilir. Tiyatronun ilk olarak böyle doğmasından dolayı tiyatroların oynandığı yerler uzun süre halk tarafından tapınaklar kadar kutsal sayılmıştır. Antik Yunan tiyatro sanatında oyunlar tragedya, satirik ve komedya olarak üçe ayrılırdı. Genelde Yunan mitolojisi üzerine yazılan senaryoların birçoğu şiirsel bakımdan birer başyapıt niteliği taşır. Eserlerinin bir kısmı günümüze ulaşabilen üç Yunan yazar ve düşünürler; Aiskhylos, Euripides ve Sofokles’dir. İlk kez sahne dekoru kullanan kişi Sofokles’dir.
Yunan uygarlığında mimarînin zirveye çıktığı dönemlerde yapılan en önemli eserler,Atina ve Korint’te, bugün Türkiye sınırları içinde kalan Efes ve Bergama’da görülebilir. Bugüne dek kurulmuş en görkemli Yunan şehri,Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri sayılan İskenderiye Feneri’nin inşa edilmiş olduğu,Mısır’daki İskenderiye şehri olarak kabul edilir. Ancak yağmalar ve afetler sonucu bugün İskenderiye Feneri de dahil olmak üzere neredeyse hiçbir eser ayakta değildir. Eski Yunanlarda mimarînin oldukça gelişmiş bir başka kolu da anıtmezarlardır. Genelde dönemin kralları için inşâ ettirilen anıt mezarlardan en ünlüsü Bodrum’da Karya Kralı Artemisia adına yaptırılmış Mausoleion’dur. Yunanların en sık görülen yapıları ise tiyatrolardır. Tiyatrolar zamanla, tapınak mimarisinden gelişerek ilk anfitiyatro örnekleri oluşmuştur.
Günümüz devlet kuramı ve siyasi düşünce alanında süren pek çok tartışma ve kavramın kökenleri, Antik Yunan’a uzanır. Bu dönemin bir başlangıç noktası oluşturmasının nedeni önemli bir dönüşümde yatmaktadır. Doğanın, tanrının takdiri sonucu gelişen bir olgu değil de, insan zekası tarafından kavranabilir ve rasyonel olarak açıklanabilir olduğunun kabul edilmesiyle birlikte, gerek toplumsal, gerekse siyasi tüm fenomenlerin bu çerçevede incelenmesinin yolu açılır.
İktidar, yurttaşlık, yönetim biçimleri ya da yasaların üstünlüğü gibi kavramların, Yunan sitelerinin siyasi yapısı içerisindeki işlev ve sonuçlarına dair günümüze ulaşan eserler, bu dönüşümün sonuçlarıdır. Bu kavramlar, bugün hala modern devlet kuramının ana eksenini oluşturmaya devam eder.
Yunan sitelerinde siyasi yaşam ve düşüncenin en önemli özelliği, ahlaki bir temele dayanmasıydı. Siyasi düşüncenin ana sorunsalı, ahlaki olarak en iyiye yöneltilmiş bir yönetimin nasıl kurgulanması ve işlemesi gerektiğiydi. Site yurttaşları, yasal değil, ahlaki bir topluluk olarak görülür ve sitenin ve onu oluşturan yurttaşlar bütününün iyiliği, ortak yararı ve esenliği, içeriği doldurulması gereken kavramlar olarak ortaya çıkar. Sitenin ahlaki bir değere yönelmesi, etkisini siyasi kurumlar ve yasa anlayışı üzerinde de gösterir.
Sitelerde, siyasi alana tüm yurttaşların dahil edilmesinin aracı yasalardı. Salon Yasaları ‘iç savaş durumunda tarafsız kalmayı suç’ olarak düzenlerken, yurttaşa bir karar vererek siyasi alanın dışında kalan özel bir alan bırakmamaktadır. Yasaların oluşturulması, topluluğun, kendini siyasi bir bütün olarak tanımlanmasını sağlamaktadır.
Antik Yunan, yöneten-yönetilen ayrımının olduğu, sınıf farklarının belirginleştiği ve cinsiyete dayalı ayrımcılığın olduğu bir toplumdur. Bir arada yaşama iradesini ortaya koyan ve toplumun parçası haline gelen yurttaş, o toplumun kurallarına, düzen sağlayan yasalarına uyma yükümlülüğünden kaçamazdı. Örneğin, Sokrates’in Savunmasında, adil olmadığına inanılan bir karara bile aykırı hareket edilmesi, ahlaken doğru kabul edilmemektedir.
Atina’da temel üretim aracı topraktı ve toprak üzerindeki özel mülkiyet, belli bir azınlığın elinde toplanmıştı. Bu mülk sahipleri, kölelerin yaptığı üretimde artık ürüne el koyarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Atina’da köle ekonomisine dayalı bir toplumsal yapının varlığından söz edilebilir. Köleler, farklı etnik kökenden geliyor olmaları, ortak dillerinin olmaması, çok farklı alanlarda ve dağılmış guruplar halinde çalışmaları nedeniyle, sınıf mücadelesini yürütmeye yönelik ortak bir bilince sahip değillerdi.
Zanaatkarlar ve ticaretle uğraşanlarla birlikte, çoğunluğu köylülerin oluşturduğu özgür yurttaşlar, toprak mülkiyetini elinde bulunduran sınıfla önemli bir siyasi mücadele yürütmekteydi. Bu gurup Demos’u oluşturuyordu. Mülk sahibi sınıf karşısında, demosu oluşturan bu insanlar, Atina’da sahip oldukları özgür yurttaş statüsü ve siyasi mücadeleler sonucu gerçekleştirmeyi başardıkları kurumsal reform sayesinde, artık ürüne el koyma yönündeki sömürüden korunuyordu.
Mülksüz sınıfların üç talebi vardı:
1. Toprakların yeniden dağılımı
2. Borçların ilgası
3. Borç köleliğinin kaldırılması.
M.Ö.6 Yüzyılda kaleme alınan Solon Anayasası’nın getirdiği
en önemli yenilik, ileriki dönemlerde tam anlamıyla kurumsallaşacak olan demokrasinin temelini oluşturacak olan özgür köylülerin, Atina’nın siyasi yaşamına kısmen de olsa dahil olmalarını sağlamasıydı.
Solon, Meclis’i (ekklesia) tüm yurttaşlara açmıştır. Tüm yurttaşların katılımıyla oluşturulan bir Halk Mahkemesi (heliaia) kurulması, demokrasinin gelişim sürecindeki önemli adımlardır. Bu kurumlar, siyasi yaşamın tüm aşamalarını denetlemeye başlar ve böylelikle, radikal olarak tanımlanabilecek demokrasiye geçilmiş olur.Demos’un gücünün kaynağı jüri mahkemeleri olur çünkü demos bu sayede siyasi iktidarı kontrol etme gücüne kavuşur. Diğer bir deyişle, sömürüden korunma amacı demokrasi olmuştur. Siyasi kararları alan, yasaları üreten ve uygulayan, sıradan yurttaşlar olur.
Siyaset kuramının temeline akıl ve erdemi koyan Platon’un yerine ( Devlet isimli eserinde olması gerekeni anlatır) yasaların egemenliğine doğru evrilen bir siyasi anlayış ortaya koyulur. Platon gibi Aristoteles de demokrasiyi fakirlerin yönetimi olarak tanımlar.
Antik Roma
Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte ‘klasik antikite’ olarak adlandırılır. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.
Antik Roma’da yaşam, yedi tepe üzerine kurulmuş olan Roma şehri etrafında döner. Roma 1 milyona yaklaşan nüfusuyla döneminin en büyük şehridir. Tarihsel tahminlere göre antik Roma yönetimi altında yaşayan halkın % 20’si, 10.000 ve daha fazla nüfusa sahip şehir merkezlerinde ve askerî karargâhlarda yaşıyordu, ki bu sanayi devrimi öncesi standartlara göre oldukça yüksek bir şehirleşme oranıdır.
Roma, başlangıçta krallar tarafından yönetiliyordu. Kral aynı zamanda dinin de başındaki kişiydi. Kralın dışında üç yönetici meclis vardı. Krala danışma kurulu olarak hizmet veren Senato, kralın önerdiği yasaları onaylayıp geçiren comita curiata ve halka duyuru yapmak veya halkın belli olaylara tanıklık etmesi için kullanılan Comitia Calata.
Antik Roma’daki hukukî prensipleri ve uygulamalarının kökeni MÖ 449’dan kalma On İki Levha Yasalarına ve 530 yılı civarında İmparator Jüstinen’in yaptığı yasalara dayanır.
Antik Roma çok fazla doğal kaynağa ve insan kaynağına sahip oldukça geniş bir alana hükmediyordu. Roma ekonomisi tarım (üzüm, zeytin, hububat), ticaret odaklıydı. Sanayi ve imalat faaliyetleri daha küçüktü. Bu alandaki en büyük faaliyetler dönemin binalarının inşası için malzeme sağlayan madencilik, taş ocakçılığı, tuğlacılıktı. Kimi iktisat tarihçileri Roma İmparatorluğu’nun ilk dönemlerindeki ekonomisinin bir pazar ekonomisi ve verimlilik, şehirleşme ve sermaye pazarlarının gelişimi bakımından o güne kadarki en gelişmiş tarım ekonomisi olduğunu savunurlar.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ekonomi küçük arazilere ve ücretli iş gücüne dayalıdır. Ancak yapılan fetihlerle köleler giderek çoğaldı ve ucuzladı. Cumhuriyetin son dönemlerinde ekonomi büyük ölçüde gerek vasıflı gerekse vasıfsız işler için kullanılan köle gücüne dayanr. Bu dönemde köleleri Roma Cumhuriyeti nüfusunun % 20’sini, Roma şehrinin ise % 40’ını oluşturduğu tahmin edilmektedir. İmparatorluk döneminde fetihlerin sona ermesinin ardından köle fiyatları artar ve maaşlı iş gücü köle tutmaktan daha ekonomik hale gelir.
Antik Roma’da takas sistemi, genellikle vergi toplanmasında uygulandıysa da Roma’nın oldukça gelişmiş bir madeni para sistemi vardı.Pirinç, bronz ve değerli madenlerden yapılan madeni paralar imparatorluk içinde ve dışında kullanılmaktaydı.
Roma toplumu son derece hiyerarşik bir yapıya sahipti.
1. Toplumun en alt kesiminde köleler (servi)
2. Onların üstünde azledilmişler (liberti)
3. En üstte de özgür doğmuş vatandaşlar (cives) vardı.
Özgür vatandaşlar da kendi aralarında sınıflara ayrılmıştı. En net ve eski ayrım secerelerini şehrin 100 kurucu atasına dayandırabilen patriciler ve bunu yapamayan plebler arasındaydı. Siyasi, adli, iktisadi ve dini sahada imtiyazlı olan patriciler, devletin yüksek memuriyetlerine ve rahipliklere seçilebiliyor; yazılı olmayan örf ve adete göre iş gören toprakların bir kısmını işliyor, Roma mahkemelerinde yargıçlık vazifesini yine yalnız onlar görüyordu. Ayrıca, kökeninde askeri hizmete dayalı bir sınıf ayrımı da vardı. Bu sınıfların mensupları belirli aralıklarla Yargıçlar tarafından mülklerine göre belirlenirdi.
1. En zengin olanlar siyasete hükmeden ve orduya kumandanlık eden Senato mensubu sınıftı.
2. Ardından başlangıçta gücü savaş atı edinmeye yeten ve bir tüccar sınıfı oluşturan equestrianlar (atlı sınıfı ya da şövalyeler) gelirdi.
3. Ardından edinebildikleri askerî teçhizatlara göre bir dizi sınıf gelirdi. En altta ise hiçbir mülkü olmayan vatandaşlardan oluşan proletarii vardı.
Cumhuriyetin erken dönemlerinde okul olmadığından erkek çocukları okuma yazmayı ya ebeveynlerinden ya da genellikle Yunan kökenli olan paedagogi adı verilen eğitimli kölelerden öğreniyorlardı. Bu dönemde eğitimin başlıca amacı delikanlıları tarım, savaş, Roma gelenekleri ve kamu işleri konusunda eğitmekti. Genç erkekler şehir hayatını babalarına dinî ve siyasi görevlerinde eşlik ederek öğrenirlerdi. Asillerin oğulları Senato’da da babalarına eşlik ederler,16 yaşına geldiklerinde önde gelen bir siyasi şahsiyetin yanına stajyer olarak verilir,17 yaşına geldiklerinde orduyla sefere gönderilirlerdi. Ebeveynlerin imkânları elveriyorsa erkek çocukları ve bazı kız çocukları 7 yaşında lüdus adı verilen özel okula gönderilirdi. Burada 11 yaşına kadar litterator veya magister adı verilen ve genellikle Yunan kökenli olan bir öğretmenden temel okuma yazma,aritmetik ve Yunanca öğrenirlerdi. 12 yaşından itibaren öğrenciler ortaokula devam ederlerdi. Burada grammaticus adı verilen öğretmenden Yunan ve Roma edebiyatını öğrenirlerdi. 16 yaşında bazı öğrenciler belagat okuluna giderlerdi. Buradaki hocalar da neredeyse istisnasız Yunandı ve kendilerine rhetor denirdi. Bu okullar öğrencileri hukuk kariyerine hazırlıyordu ve öğrenciler Roma yasalarını ezberlemek zorundaydı.
Romalıların ana dili Latinceydi. Alfabede Ynan Alfabesini temel almış olan Etrüsk alfabesi esas alınmıştı. Her ne kadar günümüze kalan Latin edebiyatının dili M.Ö. 1 Yüzyılda ortaya çıkan ve yapay, fazlasıyla sitilize edilmiş, kibarlaştırılmış bir edebi lisan olan Klasik Latince olsa da Roma İmparatorluğu’nda günlük konuşma dili Klasik Latinceden gramer, kelime haznesi ve telaffuz bakımından belirgin bir farklılık gösteren Genel Latince idi.Roma İmparatorluğu’nun yazışma dili Latince olmakla birlikte Romalıların öğrendikleri edebiyatın büyük bölümü Yuanca kaleme alındığından iyi eğitimlilerin arasındaki konuşma dili Yunanca idi. Doğu imparatorluğunda Latince hiçbir zaman Yunancanın yerini alamaz. Jüstinye’in ölümünden sonra Yunanca Doğu Roma İmparatorluğu’nun resmî dili olur. Roma İmparatorluğu’nun genişlemesiyle Latince Avrupa’da yayılır ve zaman içinde Genel Latince farklı yerlerde evrim geçirerek ve lehçeleşerek farklı Roman Dilleri haline gelir.Bugün akıcı bir şekilde konuşabilenlerin sayısı oldukça az olmakla birlikte Latince,Roma Katolik Klisesi’nin ve Vatikan’ın resmî dilidir. Ayrıca Latincenin Lingua Franca’nın kullanımında da payı vardır. 19.Yüzyılda Fransızca, 20.yüzyılda da İngilizcenin yerini doldurduğu Latince yine de dinî, hukukî ve bilimsel terminolojilerde yoğun bir şekilde kullanılır. İngilizcedeki bilimsel kelimelerin yüzde 80’inin doğrudan ya da dolaylı olarak Latinceden geldiği hesaplanmıştır.
Roma’nın eski dini, en azından tanrılar söz konusu olduğunda yazılı anlatımlarla değil tanrılar ve insanlar arasındaki karmaşık ilişkilerle oluşturulmuştu. Yunan mitolojisininaksine tanrılar cisimleşmiş değil numina adı verilen muğlak bir şekilde tanımlanmış kutsal ruhlardı. Romalılar aynı zamanda herkesin, her yerin veya her şeyin ebedî bir ruhu olduğuna inanırlardı. Yunanlarla temas arttıkça eski Roma tanrıları da giderek Yunan tanrılarıyla ilişkilendirilmeye başlandı. Jüpiter Zeus ile aynı tanrı konumuna geldi. Mars Ares ile, Neptün de Poseidon ile aynı konuma geldi. Roma tanrıları aynı zamanda Yunan tanrılarının vasıflarını ve mitolojilerini de üstlendi. İmparatorluk döneminde Romalılar ele geçirdikleri yerlerin mitolojilerini benimsediler ve bunun sonucunda geleneksel İtalyan tanrı ve tanrıçalarının tapınakları ve rahipleri, yabancı tanrılarla yan yana yer almaya başladı. İmparator Neron döneminden itibaren Roma’nın Hristiyanlığa karşı resmî tavrı olumsuz olmasına, insanlar sırf Hıristiyan oldukları için ölümle cezalandırılmalarına, zulüm görmelerine rağmen, Büyük Konstantin döneminde Hıristiyanlık Roma devletinde resmî olarak desteklenen bir din haline geldi. Oldukça popüler oldu. Daha sonra da Hıristiyanlık imparatorluğun kalıcı dini haline geldi ve M.S.391 yılında çıkan bir fermanıyla Hıristiyanlık dışındaki tüm dinler yasaklandı.
Roma resim sanatında da Yunan etkileri görülür. Günümüze kalan örnekler ağırlıklı olarak şehir dışındaki villaların duvarlarını ve tavanlarını süslemek için kullanılan freskler,tahta, fildişi ve başka malzemelerin üzerine yapılan resim sanatı, heykel, edebiyat, ( şiir, komedi,tarih ve tragedya), müzik (ordu müziği, dini müzik, anfitiyatro’ga dövüş müziği) önemli sanat dallarıydı.
Antik Roma sınıflı, hiyerarşik bir toplumdu. Cumhuriyet Döneminde, Civisler arasında, mülk sahibi olmayan pleblerle, patrici oligarşisine karşı sürekli bir toplumsal mücadele görülür. Üç temel iktisadi talepte bulunurlar:
1. Çok ağır olan ve borç köleliğine varan sonuçlar doğuran borç ilişkilerine dair düzenlemelerin yumuşatılması,
2. Toprakların yeniden dağıtılması,
3. Zorla askere almaya dair uygulamaların hafifletilmesi.
Bu zemin üzerinde yürütülen siyasi mücadeleye patriciler On İki Levha Yasaları’nı uygulamaya koyarak yanıt verir. Ancak plebler güçlendikçe, mücadele siyasi iktidardan pay alma meselesine döner. Plebler, ‘devlet içinde devlet’ olarak tanımlanabilecek bir organizasyona yöneldiler, plebler için karar alacak meclislerin kurulmasına kadar gittiler. Mücadeleyi plebler kazanır ve On İki Levha Yasaları yumuşatılarak siyasi iktidar üzerindeki statü tekelini yıkarlar.
Patrici oligarşisinin yerini, patrici ve mülk sahibi pleblerden oluşan ve artık soylular (nobilitas/nobiles) denilen daha geniş bir oligarşi, zümre ortaya çıkar. Ticaret yapması yasak olan bu zümre, savaş ganimetleri, topraklarından elde ettikleri gelirleri, gizlice yürüttükleri tefecilik faaliyetleriyle zenginleşirler.
M.Ö.167 yılından itibaren, bu kez Akdeniz’de yaptıkları ticaretle zenginleşen equites denilen yeni bir zümre ortaya çıkar ve hiyerarşide, yurttaşlık statüsüne sahip senatörler zümresinin ardına yerleşir.
Ordunun temelini oluşturan köylülerin, uzun süreli savaşlar nedeniyle topraklarını işleyememesi ve M.Ö.1 yüzyıla gelindiğinde sayıları 2 milyonu bulan köle nüfusuyla, köylülerin durumu daha da kötüleşir, topraksız köylülerin iş bulma olanaklarını sınırlandırır. Bu da yeni toplumsal çatışmalara yol açar.
Roma Cumhuriyeti bu bağlamda, hukukun üstünlüğü ve demokrasi arasındaki çatışmanın önemli bir evresini oluşturur.
Atina’da klasik demokrasi dönemi, tüm yurttaşlara siyaseti belirleme ve hukuku uygulama konusunda eşit haklar tanırken, Roma’da mülksüz sınıflar, siyasi iktidarda söz sahibi olamamıştır.
Solon ve On İki Levha Yasaları, şiddetli sınıf mücadelelerinin yaşandığı, egemen sınıfların konumlarının tehdit altında olduğu dönemlerde gerçekleştirilerek, sömürülen sınıfların taleplerinin istenmeyen yönlere evrilmesine engel olunması, aşağıdan gelen baskıların hafifletilmesi, egemen sınıfların ortak hareket etmelerinin sağlanması, mülkiyet ilişkilerinin sağlamlaştırılması gibi yararları olmuştur. Yasaların yarattığı en çarpıcı sonuç, kriz durumunun belli bir süre aşılmasıdır.
Yasaların yazılı hale getirilmesi, sınıflı toplumlarda, toplumsal mücadelenin başarısıdır ama sömürülen sınıfların kazanımlarının varlığı ve derecesi tartışmalıdır.
Antil Çağda, Atina ve Roma Uygarlıklarında, sıradan halkın yönetimi olarak demokrasi ve toplumsal düzeni sağlayan bir araç olarak yasa açısından belirleyici olan, yurttaşlık ve bu statünün sağladığı siyasi haklardır.
Antik çağda Platon, Aristoteles kadar önemli bir diğer düşünür de Cicero’dur.
Cicero, insanlar arasında ahlaki eşitliğe karşın, her insanın farklı kişisel özelliklere sahip olduğunu, ahlaki eşitlik idealiyle, toplumsal eşitsizliğin bir arada olabileceğini söyleyerek, bugünün genel oy karşıtı burjuva düşünürlerinin modern dönemde kullandıkları önemli bir argümana kuramsal zemin oluşturur. Kurgulanan bu yapı sayesinde, bir siyasal birliğin en iyi koşulda varlığını sürdürmesinde en fazla çıkarı olanların, oylamalarda ağırlığa sahip olması sağlanmıştır.
Antik çağın 3 düşünürünün birleştiği temel nokta:
• Toplum halinde yaşamak doğal bir zorunluluktur,
• Bunun bir gereği olarak ortaya bir siyasi iktidar çıkar,
• Yönetenlerin ortak amacı, toplumun ortak iyiliğini sağlamaktır,
• Ortak iyiyi hedefleyen bir siyasi iktidarın dayandığı toplumsal yapı, eşitsizlikler üzerine kuruludur.
• Demokrasiye karşı geliştirdikleri eleştirinin temel dayanağı; gerçek eşitsizlik, eşit olmayanlara eşit davranılırsa ortaya çıkar.
Antik çağ edebiyatında, bu dönemde üç temel dil var; İbranice, Yunanca ve Latince.
Yazı, Sümerlerle başlar. Kültürel olarak söz edilen antik çağ (ilkçağ) ilk olimpiyatın yapıldığı M.Ö.776 ile başlatılır ve Batı Roma imparatorluğunun çöküşü ile biter ve ortaçağ başlar.
Yazı öncesi döneme prehistorik dönem denir. Ancak Antik Çağ’ın yazıyla başladığı kabul edilir. Bu çağ, Anadolu’da ve Akdeniz etrafında kurulan uygarlıklarla, insanlığın en parlak çağı.
Homeros bu çağın simge kişisidir. M.Ö.8.yy sonlarıyla 7.yy başlarında yaşamış olduğu, kör bir ozan olduğu ve bu destanların dile getirildiği söylenir. Yunanlar tarafından 2. ve 3. yylarda bu isimle yayınlanmıştır.
En büyük destan kabul edilen İlyada’nın, tarihi, arkeolojik ve linguistik bilgilere göre İ.Ö. 750-650 yılları arasında yazıldığı, 12.yy Miken dönemine ait bir hikayeyi anlattığı kabul edilir. Bu dönemi altın çağı olarak gören bir nesil tarafından yazıldığı, tanrıların dünyaya geldiği, insanlarla ilişki içinde olduklarının düşünüldüğü bir dönemi anlatılmaktadır.
Bronz çağının krallıklarını anlatıyor. Akhalar olarak adlandırılıyorlar, Bronz çağında Yunan ana karasında yaşayanların genel adı.Homeros o çağın gerçekleri yerine kendi yaşadığı çağın gerçeklerini koyar; feodal yapıyı, Bronz çağında olmayan demir silahların kullanımını.
En önemlisi, İlyada’nın bir din kitabı. İnsanlara nasıl yaşamaları gerektiğini, nasıl inançlı olmaları gerektiğini, tanrıların gücünü, ölülere saygı duymayı, dua etmeyi, adak sunmayı öğreten bir destan, bir tür kutsal kitap. Platon çağından önce, ve Platonun yaşadığı dönemde, çocuklara aynı bugün kuran’ın ezberletildiği gibi okutulan, inanç duyulması beklenen yapıt olarak görülüyor.
Dünya edebiyatı genelde iki büyük destanla başlar; İlyada ve Odysseus.
Bunlar, sözel gelenekle,yüzyıllar boyunca anlatılagelmiş, yaşlılardan çocuklara aktarılan masallar, gelenekler ve en önemlisi inançlar şeklinde nakledilen eserler. Bu destanlar okumak üzere değil, sözlü anlatmak üzerine kurulu, tekrarlar, hatırlatmalar bu yüzden çok önemli. Geleneksel davranışlar kalıplar halinde sunulur. Bugün aldığı şekle yazının yaygın olduğu Antik Yunanda girmiş kabul edilir.
Ozanlar, ezberden çok metrik formülleri kullanarak akılda tutarlar kurguyu. Standart sahneler (bir savaşçının hazırlanışı, iki şampiyonun dövüşmesi, dua etme sahnesi…) belli şekillerde işlenir. Bunun dışında genel olay örgüsü hareketi izlenir. Her seferinde ozan yeni şeyler ekler ama temel hep aynı kalır. Kendinden önce gelen yüzyılların anlatısını aktarmaktır asıl amaç.
Modern anlamda Homeros’a ait bir metin değil, kendinden önce anlatılanları şekle sokmuş kişi olarak kabul edilir Homeros.
Yine de bilinen diğer tüm destanlardan farklıdır çünkü duygusal ve yapısal bütünlüğü olan karmaşık yapıya sahiptir. Bu yüzden bir tek kişinin imzasını taşır.
İlyada, yüce bir destan ve konusu savaş. Savaş alanında erkekler ve onların eylemlerine kaderleri bağlı olan kadınlar anlatılır. ‘Romantik’ bir savaş ama Homeros’un savaş sahneleri romantizmden uzak, gerçek anlamda bir savaş alanı anlatılır. Duygusallığa yer yoktur ve savaşın tüm karanlık yüzü gösterilir.
Homeros karşıt duyguları birlikte işler. Bir yandan insanın savaştan tiksinmesi, barışa olan özlem, diğer yandan da savaş alanının ‘cazibesi, insanın doğası gereği vahşete karşı heyecan duyması. Destandaki herkes ikilemin farkında; hem öldürmenin çirkinliği, hem de zaferin güzelliği.
Homeros vahşeti hayatın bir parçası gibi ele alır, duygusallaşmadan kabul eder. Savaşın kendi içindeki güzelliğini de yadsımaz.
İlyada’yı iki sahnede oynanan bir oyun olarak düşünmek gerekir; yukardakiler ve aşağıdakiler. Bir tiyatro sahnesi içinde üstte tanrılar, altta insanlar, birbirleriyle iletişim içinde iki sahne, üsttekilerin emirleri tarafından yönetilen, alt sahne, alt sahnedekiler dualarıyla, dilekleriyle, üst sahneyi etkiler; üsttekiler kendi çıkarlarını, sevdikleri insanları korumak adına savaşın sürmesini isterler.