Temasını ‘Alman Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XIII. Döneminin 9 Mart Çarşamba günkü dokuzuncu toplantısında Şenol Karakaş bizlere Bertolt Brecht’in (1898 – 1956) yaşadığı dönemi ve Atölye’nin konusu olan Beş Paralık Roman (1934) adlı kitabını tanıttı ve Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.
Eugen Berthold Friedrich Brecht, tanındığı adıyla Bertold Brecht 10 Şubat 1898’de Almanya’da Ausburg’da doğmuş 14 Ağustos 1956’da Doğu Berlin’de ölmüş 20. yüzyıl Alman şiirinin ve tiyatrosunun en önemli isimleri arasında kabul edilmiş, eserleri uluslararası alanda saygı gömüş, ödüllendirilmiş, ‘epik tiyatro’, diğer bir deyişle ‘diyalektik tiyatro’ fikrini geliştirmiş ve eserleriyle sahneye koymuş şair, tiyatro yazarı ve yönetmendir.
Babası Haindl’sch Kağıt Fabrikası’nda yönetici olarak çalışmaktadır. Annesi, utangaç ve maraza bir çocuk olan Berthold’u sürekli kollamak zorunda kalır.
Liseyi bitirme çağı I. Dünya Savaşı’na rastlıar ve okulu ‘savaş nedeni ile uygulamaya konulan, kolaylaştırılmış sınav’ sonucu bitirir. Dünya Savaşı’nın başlama emareleri belirdiği, savaş propagandasının güçlendiği günlerde, Horatius’un ‘Dulce et decorum est pro patria mori’ (Anavatan için ölmek hoş ve onurludur) sözü üzerine yazdığı bir kompozisyonda ‘Anavatan için ölmek hoş ve onurludur sözü yalnızca boş kafalıların rağbet ettiği bir propaganda sloganıdır.’ cümlesi ile savaşa karşı tavrını koyar. Okuldan atılmakla cezalandırılması gündeme gelse de babasının hatırı ve din dersi öğretmeninin araya girmesi ile bu cezadan kurtulur.
Brecht Münih’te Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde doğa bilimi, tıp ve edebiyat okursa da askerlik nedeniyle kaydı silinir. 1921 Yılında Berlin’de felsefe fakültesine kaydolsa da devam etmez. Ancak Berlin’de tiyatrocu ve edebiyatçılarla tanışır, Max Rheinhardt’ın Berlin Alman Tiyatrosu’nda, Carl Zuckmayer’le birlikte dramaturg olarak, Münih Oda Tiyatrosu’nda da kendisi sahneye oyunlar koyarak tiyatrocu ve edebiyatçılardan oluşan bir çevre edinir. alıştı. Gecede Trampet Sesleri oyunu ile 1922 yılında Kleist Ödülü’nü alır. Peter Suhrkamp ile birlikte, 1930 yılında kaleme aldıkları Mahagony Şehrinin Yükselişi ve Düşüşü Operası İçin Notlar makalesi tiyatro teorisi ile ilgili çok önemli bir yazı kabul edilir. Kurt Weill ile birlikte yaptıkları müzikal drama alışmaları, epik tiyatronun gelişmesine önemli katkılarda bulunur.
Walter Benjamin, Brecht’i Anlamak ismiyle derlenen kitabının ‘Epik Tiyatro Nedir’ başlıklı makalesinde, “Epik tiyatronun çıkış noktası klasik tiyatronun ilişkilerini temelden değiştirme çabası olmasına karşın, sahne-izleyici; metin-gösteri; yönetmen-oyuncu arasındaki işlevlere dayalı ilişkiler hemen hiç değişmeden kalır. Bu tiyatronun izleyicisi için sahne kullanışlı bir sergi alanı, sahnesi içinse izleyici hipnotize edilmiş denekler yığını değil, talepleri karşılanması gereken ilgili kişiler topluluğudur. Metni için gösteri virtüözce bir yorum değil, o gösterinin kazanımlarının yeni formülasyonlar olarak üzerine işlendiği bir enlem-boylam çizelgesidir. Oyuncusu için yönetmen artık yaratması gereken etkiye ilişkin komutlar değil, karşısında tavır alacağı tezler getiren biri, yönetmeni için oyuncu rolle özdeşleşmesi gereken bir taklitçi değil, onun dökümünü yapmak zorunda olan bir görevlidir.”der.
2016 yılında Brecht’in Epik Tiyatro anlayışı üzerine bir makale kaleme alan Hülya Soyşekerci, Özdemir Nutku’nun 1978 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde gerçekleştirdiği kapsamlı bir konferanstan yola çıkarak şöyle yazar: “Brecht’in dünyası çekiciydi; özgündü ve başkalarının oyun dünyasına benzemiyordu. Kapitalist sistemin eleştirisini, yergi dolu şarkı sözleriyle, şarkılarla; oyunculara söylettiği çarpıcı repliklerle gerçekleştiriyor, yadırgatan/ yabancılaştıran bir bakış ve söylem üzerinden, epik bir yöntemle ifade ediyordu. Oyun metinleri yabancılaştıran metinlere dâhil ediliyordu (…) Özdemir Nutku’nun Bertolt Brecht ve Epik Tiyatro adlı kitabındaki temel bilgileri esas alarak, epik tiyatroyu ana hatlarıyla şöyle dile getirebiliriz: “Epik tiyatro epizotlarla kuruludur. Genel olarak anlatılan bir öyküden oluşur. Ayrıntılar dramatiktir. Her epizot kendi başına bir bütündür ve kendi içinde sürekli bir akışı vardır. Epik tiyatroda olaylar ön plandadır ve olaylardan karaktere gidilir. Tiyatronun epik biçiminde anlatıya başvurulur. Seyirci bir gözlemci durumunda bırakılır. Etkinliği uyanık duruma getirilir. Seyircinin birtakım kararlar vermesi sağlanır ve ona bir dünya görüşü sunulur. Böylece seyirciye bilinç götürülür. Seyircinin merakı oyunun gelişimi üzerine odaklanır. İnsanın oluşum ve değişim halinde bir varlık olduğu düşüncesine önem verilir. Epik tiyatroda akıl ön plandadır.”
31 Ağustos 1928’de Brecht’in , Weimar Cumhuriyeti’nin tiyatrodaki en büyük başarılarından birisi olan, Kurt Weill’in müziklerini yaptığı Üç Kuruşluk Opera ilk gösterimini yapar. Dünya çapında bir üne kavuşan ve birçok tiyatroda sahnelenen, toplumu eleştirmek için yazılan oyun, Brecht’i eleştirmek isteyenlerin işine yarar. Üç Kuruşluk Opera filmi için yazılan, fakat yapımcılar tarafından reddedilen senaryoda ve 1934 yılında yazdığı Üç Kuruşluk Roman’da eleştiri dozunu arttırır. 1928 Yılında, oyunları ve şarkıları için önemli bir besteci olacak olan Hanns Eisler ile tanışır, iyi bir dostluk başlar ve 20. yüzyılın en önemli şair – besteci çiftini oluştururlar.
1933 Yılının başlarında ‘Tedbir’ (Die Maßnahme) adlı oyunu polis tarafından yasaklanır ve oyunu düzenleyenler vatana ihanetten mahkemeye verilir. 28 Şubatta; Reichstag Yangını’ndan bir gün sonra Brecht, ailesi ve arkadaşları ile birlikte Berlin’i terk etder, Prag, Viyana ve Zürih üzerinden, yazar Karin Michaelis’in davetine uyarak, beş yıl kalacağı Danimarka Fünen’deki Skovsbostrand’a kaçar. Aynı yılın mayıs ayında Brecht’in eserleri naziler tarafından yakılır, 1935 yılında vatandaşlıktan çıkarılır.
1938 yılında Galilei’nin Yaşamı’nı, Prag, Paris ve Amsterdam’daki çeşitli sürgün gazetelerine makaleler yazar. ıyordu. 1939 Yılında Danimarka’yı terk eder, Stockholm yakınlarındaki bir çiftlik evinde bir yıl yaşar, 1940 Nisan’ında Helsinki’ye geçer. Ailesi ile birlikte yaz boyunca kalmak üzere, Finlandiyalı yazar Hella Wuolijoki’nin daveti üzerine gittiği Marlebäck’da, Wuolijokis’in metinlerine dayanarak ‘Bay Puntilla ile Uşağı Matti’yi yazar, 1941 yılında Moskova üzerinden Trans Sibirya Ekspresi ile Vladivostok’a, oradan da Sovyetler Birliği’nin doğusundan gemi ile Kaliforniya’ya gider. Amerika’daki sürgün yıllarında gerçekleştirdiği tek tiyatro eserinde başrolü oynayacak olan Charles Laughton ile birlikte, ilk gösterimi 9 Eylül 1943’te Zürih Tiyatrosu’nda gerçekleşen ‘Galilei’nin Yaşamı’nı sahneye koyar.
Brecht’in İsviçre’de bulunduğu süre içerisinde, Helene Weigel, Brecht’in kendi tiyatrosunun kurulması için gerekli altyapı çalışmalarına başlar. Bu girişim desteklenince “Helene Weigel Ensemble”’si kurulması için 29 Nisan 1949 tarihinde, 1 Eylül 1949’da oyun çalışmalarına başlama yetkisi ile izin verilir. İlk yıllarda kadro, sürgündeki oyuncular ve yönetmenlerle yurt içindeki genç yeteneklerden oluşur. 1949 Yılında Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte bir Sanat Akademisi kurulması da gündeme geldiğinde, Brecht kendi düşüncelerini burada hayata geçirmeyi dener. “Akademi kesinlikle üretici olmalı, temsili kalmamalı” diyerek 1950 yılında Alman Sanat Akademisi’ni diğer sanatçılar ve aydınlarla birlikte kurar. Brecht daha adı konmamış Berliner Ensemble’da, Benno Besson, Peter Palitzsch, Egon Monk ve diğer öğrencilerle çok sık bir arada gelir. 1950 yılının başlarında, hayatı boyunca sempati duyduğu şair Jakob Michael Reinhold Lenz’in Lala (Der Hofmeister) oyununu yeniden yazar, 15 Nisan 1950 tarihinde yapılan gala, Ensemble’nin, Brecht’in yaşadığı zamanlarda gördüğü en büyük başarıyı sağlar ve bu oyunla birlikte Brecht, ilk defa kamuoyu tarafından yönetmen olarak da kabul görür. Bundan sonra Doğu Berlin’de öleceği 14 Ağustos 1956’ya kadar Brecht ülke ülke gezen, eser üretmeye hiç ara vermeyen, Doğu Almanya’da sanatsal faaliyetini kurumsal düzeye çıkartan bir sanatçı olarak yaşar.
Beş Paralık Roman çok etkileyici bir teşhir zincirini edebi açıdan çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmektedir. Engels’in 1845’te yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabıyla Marx’ın 1867 yılında yayınlanan Kapital eserlerinin yaptığını, yani sömürü, ezme, şiddet, savaşlar ve insan psikolojisinin altüst eden bir toplumsal üretim sisteminin eleştirisinin roman şeklidir adeta. Toplumsal sınıflar, sistemin özellikle gelişim aşamasında insanlarda yarattığı bulantı hissi etkileyici bir şekilde verilir. Bu açıdan, eser sert bir sermaye eleştirisi olarak da düşünülebilir. İlk sermaye birikiminin kaynakları, bankacılık, küçük sermaye sahipleri, gasp ederek sermaye biriktirme, çökme adı verilen çetecilik, cinayetler, işçi sömürüsünün sınır tanımazlığı, küçük esnafın aldatılması ve imhası gibi toplumsal sınıfların hem kendi hareket tarzlarını hem de birbirleriyle ilişkilerini kitabın her sayfasında görmek mümkün. ABD’nin en büyük sermaye gruplarından birisinin söylediği iddia edilen, “ilk 1 milyonu sormayın, geri kalan kazancımı açıklayabilirim” sözünde adı geçen o ilk sermayenin nasıl kanlı, gergin, çatışmalı süreçlerle edinildiği kitap boyunca çok başarılı bir şekilde resmedilir.
Çok önemli, çok bilindik bir cümleyi biraz değiştirerek ticaret-savaş ilişkisine uyarlar Brecht: ‘Politika, ticaretin başka araçlarla sürdürülmesidir…Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir.’Brecht savaşın da politikanın da temelinde yatan öğeyi, ticareti ve bir ilişki olarak sermayeyi işaret ediyor. İlk sermaye-devlet kurumları- hırsızlık ve hırsızlığa kamusal otorite üzerinden yasal biçimler vermek üzerine yorumlar yer alır eserde. “ Asıl işiniz soygunculuk…Siz küçük bir zanaatkarsınız, hepsi bu. Bu, batmakta olan bir sınıf…Bir hırsız bir bonoya karşı nedir ki? Bir banka soygunu, bir banka kurmanın yanında nedir? Bir işçi kullanmanın yanında bir adam öldürmenin sözü mü olur? Bundan birkaç yıl önce bütün bir sokağı çaldık, tahta parkelerden yapılma bir sokaktı bu, bu tahta parçalarını kazıp çıkardık, yükledik ve götürdük. Yaptığımızın olağanüstü bir başarı olduğunu sanıyorduk. Aslında boşa uğraşmıştık. Kendimizi de boşuna tehlikeye atmıştık. Kısa bir süre sonra, belediye meclisi üyesi olarak ihale dağıtımıyla uğraşmanın çok daha verimli bir iş olduğunu öğrendim… Gereksiz yere kanun dışına çıkmak gerçek bir ahlâksızlıktır. Yapılacak iş, biraz parayla, çürük çarık, ufak evler yapıp taksitle satmak ve alıcıların parasının tükenmesini beklemektir. O zaman hem paraya hem de evlere yeniden sahip olunur ve aynı iş tekrarlanabilir. Polisi de hiç ilgilendirmez bu.”
Atölyemiz açısından eser savaşve şiddetin dili açısından, eleştirel bir biçimde savaş teşhiri yapar. Daha ilk cümle savaşın yol açtığı uzuv kaybını işler: ‘George Fewkoombey adlı bir asker, Güney Afrika’daki İngiliz sömürge savaşında bacağından vuruldu ve Capetown hastahanesinde bacağından oldu. Londra’ya dönünce; devletten hiç bir talepte bulunmayacağım gibi cümlelerle dolu bir kağıda attığı imza karşılığı 75 pound para aldı’, Savaşa giden usluları şerefe, şana, alkışa niçin boğuyorlar? Sonunda bacak gittiği için!’, ‘ Belki herkes bilmez ama savaşlar duyguları kamçıladıkları kadar, ticareti de canlandırırlar. Savaşlar artlarında bir yığın zarar ziyân bırakırlar, ama tüccarın bundan şikayeti yoktur pek.’
Ordu iç hiyerarşisi ele alınır ve komutanlarla seri katiller benzerliği/farklılığını işlenir. ‘Ustura namıyla tanınan ve gerçek adı bilinmeyen soyguncu katilin hiç önemi yoktur. Adları arasıra magazin gazetelerinde görünse de, şöhretleri, Güney Afrika Savaşı dolayısıyla herkesçe tanınan generallerin şöhretleriyle kıyaslanamaz. Bu generaller, sokak aralarında adam bıçaklayan kahramanlara kıyasla sayıca daha fazla insanın hayatını tehlikeye atabilirler.’, ‘Savaş sık olan bir şey değildir. Vatanseverlerin vatanseverliğiyle ne numaralar döndürüldüğünü bilmeyen var mı? Önce hepsi gönüllü olarak askere yazılırlar, sonra bacaklarını kaybedince pişman olurlar!’, ‘Vatanımızın durumu ciddidir. Güney Afrika’daki savaş, barışsever İngiliz halkına durup dururken saldırılarak başlamıştır. Onları korumak için ilerleyen ordumuza her yerde saldırılmaktadır. İngiliz mülkiyetini koruyanlar kanlı saldırılara uğramışlardır. Bu saldırıları hepiniz okumuşsunuzdur. Hükümetimiz aşırı kibri ve artık anlaşılmayan barışseverliğiyle nerdeyse bizlerin sabrını taşıracaktır. Bugün savaşın başlamasından birkaç ay sonra İngiltere, kudurmuş birkaç çiftçiyle savaşmaktadır ve bu savaş onun denizaşırı mülkiyetiyle yakından ilgilidir.”
Eser, kapitalist modernleşmenin başlangıç evresinde kadının rolünü, kadın bedeni üzerindeki kısıtlamaları, kürtaj hakkını, evlilik kurumunu, ailenin neredeyse bir sermayeler arası birleşme öğesi adeta bir evlilik anlaşması/şirketi haline gelmesini ele alır. Kürtaj olmak isteyen Polly’nin parası yetmez. ‘15 Poundu olsaydı doğurmayacağı bir çocuğu, böyle bir dünyaya doğuracak kadar insanlıktan niçin çıksın bir kadın? Biraz soluk alabilmek, çoğu kez akan bir dam, tadı berbat birkaç lokma için birbirlerini doğrayan bunca insan, zamanında 15 pound bulunmuş olsa, doğarlar mıydı? Gereksiz savaşlarda kim savaşacaktı? 15 Poundu olmadığı için bir adamın anası sömürülmedikten sonra, kim sömürülecekti? Mülkiyet ilişkileri değiştirilemez diyordu profesörler. Mülkiyet kaldırılamıyor, peki ama hiç olmazsa mülkiyet olmayan şeyler kaldırılabilse… Kilise hayatın kutsal olduğunu söylemiyor muydu? Çocuk dünyaya getirmemekte ısrar ederek, kadınlar bu kutsallığı nasıl lekelerler? Kendilerini toplasınlar. Bir yudum viski içip dişlerini sıkarak doğursunlar. Böyle giderse herkes gelip doğurmamaya kalkar. Ah kahrolası bencillik! Kürtajın paralı olması iyi! Yoksa bu işin sonu olmazdı…’ Çünkü ‘Asıl kazanç kaynağı, işçiydi. Müşteri sadece, tüccara yanında çalıştırdığı işçileri sömürmek olanağı sağlamak içindi.’
Beş Paralık Roman, sömürgecilik savaşı, savaşan ülkenin çeşitli toplumsal kesimlerinin savaşı destekleyişleri ya da algılayışları üzerine zengin eleştirilerle dolu. Dinin bu sosyal ve siyasal süreçlerde devlet tarafından nasıl kullanıldığı, devlet kurumlarının savaş-rüşvet sarmalında, kendi askerlerinin can güvenliğini hiçe sayarak nasıl yolsuzluk girdabını inşa ettiklerini bir çok çarpıcı örnekle ele alıyor.
Bölümlerde roman karakterinin iç sesiyle konuşmaları ve bu geçişlerin çok başarılı bir şekilde yapılması romanı güçlendiren bir etki yaratıyor. Bölüm başlarındaki şiirler kitabın estetik değerini artırıyor. Eser Yüzyıl başındaki Londra’yı anlatırken küçük burjuvazinin buhranı, sıkışmışlığı ve kriz nedeniyle hızla aşırı uçlara savrulma potansiyelinin eleştirisi açısından Nazi dönemi Almanya’sının gelişiminin de ayak seslerini duyuruyor. 1934 Yılında yazılan eser gelmekte olanın ipuçlarını barındırıyor. II. Dünya Savaşı’na kadar milyonlarca küçük burjuvanın Hitler’e hangi nedenlerle bağlanmakta olduğu da irdeleniyor. ‘Aslında benim düşüncelerimi yansıtan hiçbir parti yok. Parlamentoyu bir gak guk etme yeri görecek kadar ileri gitmek istemiyorum; bu doğru değil, mutlaka değil Parlamentoda yalnızca konuşulmuyor, ticaret de yapılıyor. Orada her şeyin ticareti yapılıyor, beyni umutsuz bir biçimde yıkanmamış olan herkes görebilir bunu. Ama asıl sorun, parlamentonun önemli durumlarda yeterli olup olmaması. Benim görüşüme göre, benim görüşüm ciddi çalışan bir işadamının görüşleridir, devletin başında olması gereken insanlar yok. Hepsi şu ya da bu partinin adanılan, partiler ise bencil kurumlar. Görüş açılan tek yönlü. Partiler üstü adamlara ihtiyacımız var, bizim gibi ticaret adamlarına. Biz mallarımızı fakir zengin farkı gözetmeden satarız. Herkese, görünüşüne bakmadan bir kilo patates satar, herkesin elektrik tesisatını yapar, evini boyarız. Devletin yönetilmesi ahlâki bir görevdir. İşverenlerin iyi işverenler, işçilerin iyi işçiler olmaları sağlanmalıdır. Kısaca zenginlerin iyi zenginler, yoksulların iyi yoksullar olmaları sağlanmalı. Böyle bir devlet yönetiminin geleceği günlere inanıyorum. Böyle bir devlete bağlanabilirim.’
Bertold Brecht’in ‘Okumuş Bir İşçiye’ sordurduğu gibi:
“Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
ama ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru”.