Leopar – Giuseppe Tommasi di Lampedusa
Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ‘İtalyan/Roma Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz X. Döneminin sekizinci oturumunun konusu Giuseppe Tommasi di Lampedusa’nın (1890-1957) Leopar isimli eseriydi. Kamer Badur Eğilmez, yazarın yaşadığı dönem ve hayatı hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.
Lampedusa’nın Leopar kitabı, Sicilya’nın taşlaşmış kuraklığının ve insan yaşamının bir yansımasıdır. Bu çorak manzarayı değiştirmenin olanaksızlığı, insan varoluşunun içinde bulunduğu durumdan kurtulmasının zorluğuyla, çorak, kurtarılması olanaksız Sicilya, boşlukta asılı kalmış bireyin çaresizliğinin izdüşümü gibidir.
Her ne kadar ‘Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak her şeyin değişmesi gerekir,’ cümlesi Leopar’ın vurucu ve iz bırakan cümlesi olsa da, eser bir değişimin değil, değişimden korkan bir aristokrat Prens Don Fabrizio ile değişimin öznesi Tancredi üzerinden bir düşüşün, bir ölümün hikayesi. Okuduğumuz bireysel ve kültürel bir ölüm.
Boşluk ve acı duygusu, yazarın karamsarlığını daha da arttırarak onu evrensel bir şüpheciliğe ve her türlü idealin yıkılmaya mahkum olduğu inancına sürüklemekte, yapıtında sonsuzluk ve ölüm kavramlarını evrenselleştirmekte ve bu kavramları günlük yaşamın özü olarak algılamaktadır.
Tarihi açıdan değerlendirildiğinde durağan bir nitelik gösteren 1860’ların Sicilya’sı, bu bağlamda ölümün tehditkar varlığının egemen olduğu varoluşsal bir durumun metaforu olarak karşımıza çıkar. Gerçekler karşısında başkahraman Prens Don Fabrizio’nun güçsüzlüğü, yaklaşan ölümle birlikte hissettiği kaygılar, saldırgan bir cinselliğe umutsuzca tutunmaya çalışması her ne kadar yaşamla iç içe duygu ve davranışlar olma izlenimi verseler de, aslında derin bir şekilde ölüme dair izler taşır.
Sicilya’nın ve İtalya’nın tarihi
Arap yönetiminden, Norman-Hohenstaufen dönemine, Angevin-Aragon yönetimine dek pek çok farklı milliyetin egemenliğine giren Sicilya’nın siyasi tarihinde, 125 yıllık yönetimleriyle Fransız/İspanyol-Bourbon Hanedanı oldukça önemli bir yer tutar. 1815 Viyana Kongresi’nin ardından Napoli Krallığı ve Sicilya Krallığı’nın birleştirilmesiyle oluşturulan İki Sicilya Krallığı’nın yönetimi, Bourbon hanedanından I. Ferdinando’ya verilir. Bourbon yönetimi, bölgede oluşturduğu siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik yapıyla bu topraklarda olumlu değişimlerin gerçekleşmesine büyük katkı sağlamışsa da 1789 Fransız Devrimi, Bourbon yönetiminde dengesizlikleri ve çözülmeleri beraberinde getirir. 1812, 1820, 1837, 1848 ve 1860 yıllarında Ada, bağımsızlığa kavuşmak adına büyük ayaklanmalara sahne olur.
Risorgimento (yeniden doğuş, diriliş anlamında hareket) adıyla anılan İtalyan Birliği’nin sağlanması sürecinin ilk tohumları, 1815’teki Viyana Kongresi ve Napolyon yönetiminin sona ermesiyle başlar ve 1871 tarihinde Roma’nın İtalya Krallığı’nın başkenti olmasıyla resmiyet kazanır. Giuseppe Mazzini (1805-1872), Giuseppe Garibaldi (1807-1882) ve diğer milliyetçilerin başlattığı Risorgimento Hareketleri, izlediği gerçekçi siyaset sayesinde Kont Cavour’la (1810-1861) daha somut bir görünüme kavuşur. Siyasi, ekonomik ve toplumsal anlamda oldukça çalkantılı geçen bu yıllar, Garibaldi’nin Sicilya’nın İtalyan Birliği’ne katılmasını sağlamak için topladığı ‘Kırmızı Gömlekli Binler’ adındaki gönüllü ordusuyla, 1860 yılında Marsala’ya çıkarma yapmasıyla tarihi bir dönüm noktasının başlangıcını oluşturur.
Garibaldi ve gönüllü ordusunun başlattığı ayaklanmalar, İtalya’yı kendi hakimiyetinde birleştirmek isteyen kuzeydeki Savoia Hanedanı tarafından desteklenmektedir. Garibaldi önderliğindeki askerler Palermo işgaliyle Kuzey, 1861 tarihinde Sicilya, Messina kuşatmasıyla Güney İtalya’nın yönetimini ele geçirirler. 21 Ekim 1862’de yapılan halk oylamasındaki oy çokluğu ile Sicilya, sonradan İtalya Krallığı adını alacak olan, Sardinya-Piemonte Krallığı’na katılır.
Birliğin sağlanmasıyla birlikte yönetimdeki güçlü sınıfların büyük sosyal sorunları çözmede yetersiz kalışları, birleşme sonrası Sicilya halkının özgürlük arayışlarının kaybolması ve siyasi kaos ortamı, Risorgimento hareketlerinin başarısızlığını gözler önüne serer. Ancak birliğin sağlanması için Sicilyalılara türlü vaatlerde bulunan İtalya’nın kuzeyindeki Savoia Krallığı, Sicilya’nın İtalya’ya bağlanmasının ardından derebeylik sistemini korumaya devam edecek ve böylece Sicilya’da sosyal ve ekonomik dengesizlikler, baskı ve zulüm yüzyıllardan bu yana süregeldiği şekliyle kalmaya mahkum olacaktır.
Toprakları yöneten ve gittikçe daha da zenginleşen burjuva sınıfının ya da daima en prestijli siyasi görevlere getirilen zengin aristokrat sınıfının aksine, herhangi bir sınıfsal ayrıcalıktan mahrum olan sıradan Sicilyalı köylüler zor çalışma şartlarının ve vergilerin altında ezilirken, Güney’in aristokrat ve burjuva aileleri siyasi ve sosyal varlıklarını sürdürebilmek için yeni kralları destekleme yolunu seçeceklerdir. Birliğin sağlanmasının ardından İtalya’nın güneyinde patlak veren bu isyanlar, hükumet tarafından şiddet kullanılarak bastırılır, birçok Sicilyalı köylü suçlu ya da asker kaçağı olduğu gerekçesiyle kurşuna dizilir.
Risorgimento ile birlikte, demokrasi ve özgürlük görünümü altında, değişik toplumsal güçler arasında bir dayanışma sağlamaktan, yarımadanın kuzeyi ile güneyi arasındaki çatışmayı ortadan kaldırmaktan, sefillik, bilgisizlik ve köhne bir derebeylik düzeninin baskısı altındaki güneyli alt tabaka sınıflarını etkin, yapıcı bir öğe olarak devlet yaşamına sokmaktan uzak, aslında bürokratik ve polisiye bir siyasal yapı sürdürülmeye devam edilmiştir. Sicilyalı yoksul aileler güç sahipleri tarafından baskı ve şiddetle çalıştırılırken, birçok aile yaşam koşullarını iyileştirmek için İtalya’nın güneyinden kuzeyine doğru göç etmeye başlar. Ancak yaşanan bu göçle birlikte, İtalya’nın Güney bölgesi bir anlamda sefalet içinde, suç işlemeye eğilimli çetelerin eline terkedilir.
Bunun yanı sıra, gittikçe ağırlaşan vergiler, zenginlerin bedelini ödeyerek kaçtığı, yoksulların ise üç ila yedi yıl boyunca yerine getirmek zorunda oldukları askerlik görevi, burjuvazi yararına kilise mallarının istimlak edilmesi gibi nedenler, yeni kurulan Piemonte Hükümetinin Sicilyalılarda yarattığı hayal kırıklığını büyük ölçüde artırır.
İtalya’nın kuzeyindeki Piemonte topraklarını (Torino, Cenova ve çevresi) kapsayan Savoia bölgesinde XI. Yüzyıl başlarında kurulan Savoia Hanedanı, 1861-1946 yılları arasında İtalya’yı yönetmiş soylu bir Fransız-İtalyan hanedanı, Risorgimento dönemindeki en güçlü İtalyan devletidir. II. Vittorio Emanuele’nin (1820-1878) hükümdarlığı sırasında 1861’de Savoia Hanedanı’nın yönetiminde İtalya Krallığı kurulmuştur. 1946 yılında yapılan referandum sonucu Savoia Hanedanı’nın sona ermesiyle birlikte İtalya’da cumhuriyet yönetimine geçilir.
Sicilyalı aristokrat bir aileden gelen yazar Giuseppe Tomasi di Lampedusa, 1956 yılında yazdığı Leopar romanında, Güney’in problemlerini görmezden gelen ve tamamen sözde bir değişime odaklanmış yeni devlet karşısında Sicilyalıların isyanlarını gerçekçi bir bakış açısıyla dile getirirken İtalyan Birliği’ne katılmanın doğurduğu çözümsüzlüğe odaklanarak ulusal birlik sürecini olumsuz bir bakış açısıyla yansıtır. Eser, Sicilyalı aristokrat Salina ailesi aracılığıyla İtalyan Birliği’nin doğuşu sürecinin toplumda yarattığı sancıları dile getireren ve ölüm kavramını yücelten bir yapıttır.
Yazar 1896’da Palermo’da, Ada’nın en eski aristokrat ailelerinden birinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Babasının edebiyat eğitimi almasına karşı çıkması üzerine, hukuk fakültesine kaydını yaptırır, dünyayı keşfetmek amacıyla Hollanda, İngiltere gibi birçok ülkeye seyahat eder, buralarda kütüphaneleri, müzeleri, sanat galerilerini gezer. Ancak, daha sonra eğitimini bir daha hiç tamamlamamak üzere yarıda bırakır, Kasım 1915’te orduya katılır, çeşitli cephelerde savaşmasının ardından 1917 yılında yaralanır ve esir düşer. Savaş sırasında yaşadıkları onu derinden sarsar, ruhunu, karakterini değiştirir ve yaşamında hayal kırıklığıyla birlikte şüpheciliğin ağır bastığı yeni bir dönemin başlamasına neden olur. Savaş yıllarının ardından tekrar Palermo’ya döner, edebiyat dünyasıyla daha yakın ilişki kurar. Leopar’ın yazımı 1956 yılında tamamlansa da basılması, yazarın ölümünden sonra, 1958 yılında gerçekleşebilir.
Sicilya’nın İtalyan Birliği’ne katılmasıyla birlikte sosyal, siyasi ve ekonomik ayrıcalıkların birçok aristokrat aileden burjuva sınıfına geçmeye başladığı bu çalkantılı yılları anlatan yapıtta özellikle başkahraman Don Fabrizio’nun ölümünden sonraki toplumsal değişime gönderme yapılır. Bu bağlamda yazar, başkahramanın ölümüne değil, herhangi bir bireyin kaderinden bağımsız olarak akışı devam eden tarihe ve insan varoluşunun evrimine dikkati çeker. Risorgimento döneminde gelişen olaylarla birlikte başkahramanın düşüncelerinin günden güne değiştiği, Garibaldi’nin Sicilya’ya çıkarma yaptığı 1860 yılındaki iyimser havanın, Don Fabrizio için yerini git gide karamsarlığa ve en sonunda ölüm arzusuna bıraktığı görülür.
Aristokratlar, Sicilya’nın İtalyan Birliği’ne bağlanmasına şiddetle karşı çıkar, monarşinin devam etmesini, eski Bourbon Krallığı ile birliğini tamamlamış yeni devlet arasında siyasi devamlılığın sağlanmasını, böylece ayrıcalıklarının korunmasını, cumhuriyet yönetimiyle geçersiz sayılacak ünvanlarının korunmasını isterler. Çünkü soyluluk ölümsüzlük demektir ve kişi öldükten sonra da devam eder. Don Fabrizio da kendisini ölümsüz hissetmektedir, ama düşüş ve ölüm onun için de kaçınılmaz sondur.
Don Calogero üzerinden anlatılan aristokrasi karşısında yükselişe geçen burjuvaziyi herhangi bir siyasi idealden yoksun, çıkarcıdır. İtalyan Birliği’nin sağlanması sürecinde toplumda meydana gelen bunalımın, bu süreçte Sicilya’daki tarihin ve sınıflar arası evrimin, feodal toplum yapısından kapitalizme özgü toplum yapısına geçişin kitapta başarıyla aktarıldığını görürüz. ‘Biz leoparlar, aslanlardık; yerimize geçecekler küçük çakallar ve sırtlanlar olacak ve hepimiz leoparlar, sırtlanlar ve koyunlar kendimizi dürüst saymayı sürdüreceğiz’, ‘Soylular içlerine kapanık ve anlaşılmaz insanlar, köylüler ise apaçık ve ne istedikleri belli kimselerdi ama şeytan hepsini küçük parmağında döndürüyordu.’
Sahip olduğu Avrupa kültürünü Sicilya’daki yaşamıyla harmanlayan yazar tarihe damga vuran olayları, Sicilya’daki tepkisizlik hastalığını, ölüm kavramını, çorak kır manzaralarını ve güçlüler karşısındaki acizliği farklı bir bakış açısıyla yansıtır.
Kitap, ölüme mahkûm olan geçmiş zaman ve kişinin kendisine daha da yabancılaştıracak olan gelecek zaman arasında boşlukta asılı kalmış bireyin çaresizliğinin ve ölümü yüceltmesinin anlatısı niteliğindedir. Yazarın hissettiği acı, yazarın ideallerinin çöküşe geçmesiyle birlikte toplam bir kuşkuculuğa dönüşür ve yazarın ölüm kavramına yönelmesinin ve bu kavramı yüceltmesinin en önemli nedeni olur.
Yapıtta ön plana çıkan ölüm teması, sadece fiziksel bir ölüm değil, çorak Sicilya manzaralarının, Sicilyalıların gündelik hayatının ve hayat algılarının derinliklerinde, özünde gizlidir. Bu yüzden geçmiş ve gelecek arasında asılı kalan Sicilyalılar için ölüm, onlara özgürlük vadeden tek kavramdır.
Sömürü, baskı ve adaletsizliklerle örülü Sicilya’nın geçmişinden ve herhangi bir ilerleme vadetmeyen, belirsizliklerle dolu geleceğinden bireyi kurtarabilecek tek kavram ölümdür. Bu durum, sadece yoksul Sicilya halkı için değil, yapıtın aristokrat yazarı için de geçerlidir. Bireyin ölümü, tüm dünyanın ölümü anlamına gelmekte ve bu nedenle bireyi tüm acılardan ve belirsizliklerden kurtarmaktadır.
Yapıttaki eşyaların renkleri, kokuları ile karakterlerin davranışları ve kullandıkları dil bile ölüm kavramına işaret etmektedir. Ölüm teması, sıklıkla bahsedilen yoksul köylülerin evlerine, zenginlerin konaklarına, şehrin kokuşmuş caddelerine, kadınların süslerine, lezzetli yiyeceklere ve Ada’nın çorak topraklarına yayılmıştır.
Yazara göre hem Sicilyalılar hem de Sicilya çaresizdir, kurtarılma ümitleri yoktur ve ölümü beklemektedirler. Diğer yandan, ölüm her türlü sosyal adaletsizliği ortadan kaldıran bir durumdur ve zengin ya da güçlü kimseler de ölüm karşısında yoksullar gibi aciz kalmaktadır. Bu bağlamda yapıt, yaşamın tüm canlılığı içinde ölümü ve sonsuzluğu kabullenmenin, ona hazırlanmanın ve hatta onu sabırsızlıkla arzulamanın hikayesidir.
Din, eserde önemli ve toplumsal sınıfları birbirine bağlayıcı bir ögedir. Katoliklere göre insanoğlunun yeryüzünde çektiği acılar, onu, ölümden sonraki asıl yaşama hazırlamaktadır. Bu bağlamda Katolik inancı ölümü, insanı çektiği tüm acılardan kurtaran ve onu huzura erdiren bir kurtarıcı olarak nitelemektedir. Yazarın ölüme bakış açısıyla Katolik inanç uyuşmaktadır. ‘Şimdi ve ölüm anımızda bizimle ol’, ‘Dine çatmaya kalkmadıkça bilim güzel şey’, ‘Peygamber efendimiz körleri iyileştirirdi ama ruh körlerinin hali ne olacak?’
Kitap, görünüş itibariyle 1800’lerin tipik bir tarihi romanı izlenimini verse de, yazar tarihsel sürecin nesnelliğine inanmaz. Tarihin insanoğluna herhangi bir ilerleme getirmediğini, olayların sadece birbiri ardına tekrar ettiğini söylemektedir. Yazara göre tarih, Leopar’ın yalnızca arka fonunu oluşturmakta, yapıtın özü bu fonun çok daha derinliklerinde gizlenmektedir. Bu öz, yazara göre yaşamın istikrarlı bir şekilde akması ve bir hiçlik içinde yitip gitmesinden başka bir şey değildir.
Tarihte değişimin yaşandığı bir gerçektir ancak değişmeyen tek şey bencil, yırtıcı, diğerleri üzerinde hâkimiyet kurma arzusunda olan, dünya nimetlerine sıkı sıkıya bağlı ve güce susamış insanoğlunun kendisidir. Bu bağlamda devrimlerin ve savaşların yaşanmaya devam edeceğini, tarih sayfalarını yine şiddetin ve yozluğun egemen olduğu bozuk toplumsal yapıların dolduracağını vurgular. Kitapta yer alan tarih, olayların tarihi değil, iyi, cömert, adaletli, dürüst ve sağ duyulu olmayı reddeden dünya karşısında duyulan hayal kırıklığının tarihidir. Vurgulanmak istenen Sicilya değil, dünyadır. Sicilya, dünyadaki kötülükleri, adaletsizlikleri, bozulmuş düzeni gözler önüne sermek için sadece bir araçtır.
Leopar, İtalyan edebiyatında, yapıtın kaleme alındığı 1950’li yıllarla konunun geçtiği 1860’lı yıllar arasında bir köprü konumundadır. Risorgimento dönemine ilişkin sosyal ve siyasi karamsarlığının, bir bakıma romanın yazıldığı 1954-1957 yıllarındaki İtalyan toplumuyla ilgili düşüncelerinin bir izdüşümü gibidir. Yazarın yaşam karşısında ölümü yüceltmesi ve bu kavramı sonsuzluğa giden yolun anahtarı olarak görmesi, tarihe ilişkin olumsuz düşüncelerinin ürünüdür. Yazar her şeyin değerinin parayla ölçüldüğü yeni düzenin doğuşunu bir aristokratın gözünden aktarılırken toplumdaki açgözlülüğe, yozlaşmaya ve insanoğlunun ilkel kabalığına geri dönüşüne tepki duymaktadır. Don Fabrizio, toplumdaki bu düzeysizliğin karşısında yer alır; o, henüz dokunulmamış ve özgün bir geçmişin temsilcisi olsa da yeni düzene karşı gelmek ya da ona uyum sağlamak yeteneğinden yoksundur.
Başkahramanın yaşama karşı bu duruşu, onun geçmişin geleneklerine hapsolmasına, en sonunda da yeni düzen içinde çöküşüne neden olacaktır. Yapıtta, İtalya’nın kuzeyinde kurulan hükumetin görevlendirdiği bir yetkilinin, senatörlük teklif etmek üzere Prens Don Fabrizio ile görüşmesinin anlatıldığı satırlar, yazarın tarihe ilişkin olumsuz yargıları ile geçmişe ve geleceğe dair karamsarlığını gün yüzüne çıkarır. Kuzey İtalya’nın dinamik dünyasından gelen hükumet yetkilisi Chevalley, insanoğlunun girişimciliğine, enerjisine, tarihin ilerleyişine, Modernizm’e, medeniyetin gelişimine ve sosyal şartların iyileştirilme olasılıklarının var olduğuna inanan tipik bir liberaldir. Don Fabrizio ise tarihsel akışın dışında kalan, güçsüzleşen ve yüzyıllardan bu yana durağan bir nitelik sergileyen bir gerçeğe karşı yazgıcılığın simgesidir. Onun sözcüklerindeki Sicilya, sembolik bir değer üstlenir ve varoluşsal bir olgunun, güçsüzlük ve hareket edememe durumunun egemen olduğu, hüzünlü ve umuttan yoksun bir dünya görüşünün metaforu niteliği kazanır. Don Fabrizio’nun senatörlük teklifini reddetmesinde kırsal çevresi ve iklimiyle Sicilya topraklarının önemi oldukça büyüktür. Tüm bu unsurlar Fransa, İspanya gibi yabancı egemenliklerin baskılarıyla birleşerek Sicilyalıların karakterinin oluşmasında etkin rol oynamıştır.
Eser, Atölyemiz açısından, bireyin ruhsal bütünlüğünü bozan karamsar yaklaşımı, maddi ve manevi şiddet yaklaşımı nedeniyle eleştirildi. Gerek toplumsal anlamda, gerekse ‘herkesi korkudan titreten’ Don Fabrizio’nun ailesinde, denge, sakinlik, huzur yüzeysel olup her an kopmaya hazır bir çatışmanın üstünü örter. ‘Ama Don Fabrizio ve Tumeo eğlenmişlerdi, hele Don Fabrizio yalnız öldürmenin zevkine varmakla kalmayıp ayrıca acıma duygusunun verdiği iç rahatlığına da kavuşmuştu’
Don Fabrizio ve Tancredi’nin ağzından kadına bakış açısı da eleştiriye açıktır. ‘Arada sütü çekilmiş kuru memeler gibi…’, ‘Yirmi yıldır evliyiz. Ama artık fazla zorbalaştı, Yaşlandı da… Asıl günah işleyen karımdır’, ‘Kadınların hep olmuş armut gibi kucağına düştükleri Tancredi…’, ‘Kadın kısmı nasıl olur efendimiz bilirler’, ‘Hepsi de ihtiyar, çirkin, kara giysileri ve fal taşı gibi açılmış gözleriyle… din uğruna ölmeye hazır kancıklar gibi çeniliyorlardı’, ‘Canları çektiğinde karşılarına çıkan herhangi bir Angelika’yı yatağa götürüverirlerdi’, ‘Tanrının bazen adaleti sağlamak için ateşi başına vurmuş kancıkları alet ettiğini düşünüyorum’.