8 Ocak 2015 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem 7. Kitabı
Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin, 08.01.2015 tarihinde yapılan yedinci kitap sunumunda Didem Arslanoğlu, İtalyan yazar Antonio Tabucchi hakkında bilgi verdikten sonra kitabını tartışmaya açtı. 1960Lı yıllarda gittiği Paris’de, Portekizli yazar Fernando Pessoa’nın, 1928 yılında yazdığı ‘Tütüncü Dükkânı’ isimli şiirle tanışması, Tabucchi’nin yazarlık felsefesinin oluşmasında büyük bir etki yaratır. Pessoa’nun karamsarlığı ve ölçülü umudu, Tabucchi için bir karar noktasını oluşturur. Yazarın Portekiz’e ve Portekizceye, bu ülkeye, diline ve edebiyatına yönelmesindeki en büyük etken, işte Fernando Pessoa’nın yapıtlarına duyduğu bu hayranlık ve onu ana dilinden okuma arzusu olur. Nitekim ölümünden sonra Portekiz Kültür Bakanı onu ‘En Portekizli İtalyan’ olarak tanımlar. ‘Bu kitabı başka bir dilde yazmak mümkün değil’ denilen, kavurucu bir temmuz sıcağına teslim olan işsiz güçsüz Lizbon’da bir pazar gününü anlatan ‘Requiem’i Portekizce yazar.
Tabucchi’nin edebi arayışının özünde ‘ben’in keşfinin yer aldığına vurgu yapılır. Eserlerinde ölüm’le iletişim kurmaya çalışır. Zaman önemli bir tema olarak kullanılır.
Doğa ve Kent olguları çok büyük önem taşımaktadırlar. Kentlerinin merkezleri yoktur. Kahramanın kaybolduğu dağınık bir labirenttir.‘Küresel köy’ simgeleri bulunmaz, henüz küreselleşme tarafından işgal edilmemiş, Avrupalı bir alandır. Kent bir labirentken, doğa karakterlerin huzur bulabilmek için çekildikleri, toplumdan uzaklaşmak isteyenlerin veya uzaklaştırılanların sığındıkları yerdir.
Atölyemizin konusu olan Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı eserinde, kentte yaşayanların nefret ettikleri Çingeneler, ormanlarda yaşarlar. Doğa ile özel bir ilişkiye sahiptirler. Doğa ve özel olarak, deniz kıyısı, birçok gizemli olayın çözüldüğü, cinayet işleyen suçluların bulunduğu veya fantastik ve hayali buluşmaların gerçekleştiği yerdir.
Özgürlükler, özellikle de basın özgürlüğü, basın üstünde iktidarların baskı ve sansürü, Tabucchi’nin politik yaşamında önemli mücadele alanları olur. Berlusconi’nin basın üstündeki baskılarına, Salman Rüşti’nin Şeytan Ayetleri kitabı hakkında yürütülen kampanyalara karşı çıkar. Sansür ve baskılara karşı 1993 yılında kurulan Uluslararası Yazarlar Parlemento’sunun kurucu üyeleri arasında yer alır. Bir röprtajında ‘Faşizm derin bir tarihi yaradır ve henüz iyileştirilmiş de değildir,’ der.
Atölye’de, Antonio Tabucchi’nin Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı isimli eserinin, bu dönemde okuduğumuz polisiye eserlerler farklı bir yerde durduğunu konuştuk. Dili, özenli sözcük seçimi, işleyişi, konusu ‘kayıp kesik baş’ üstüne olsa da hikayenin kuruluşu açısından barışçıl olarak değerlendirdik. Antonio Tabucchi adeta Atölye’mizin bir üyesiydi.
Bir polisye eserden farklı olarak gizem yoktu. Kitabın hemen başlarında, okur olarak bizler roman başkişisi gazeteci Firmino’dan biraz önce katilin kim olduğunu öğreniyorduk; polis devleti. Toplum dışında kalanların, çingenelerin, travestilerin, hatta mesleği avukat bile olsa, toplumun genelinden farklı olanların, devletin resmi güçlerince dışlanmaları, aşağılanmaları, hafife alınmaları, öldürülmeleri, onları ‘olağan suçlu’ ve ‘olağan vakalar’ sınıfına sokuldukları için kabul edilebilir kılınır.
İşlenen cinayetler çok çaba harcanmadan çözülüyordu. Ancak adalet sisitemi bir komedyayı andırır. Ülke neresi olursa olsun, biz zaten bu suçluları, bu suçların işleniş biçimini biliyoruz. İtalyan yazarın, Portekiz’de işlenişini anlattığı cinayetin, devlet güçlerinin, suçluların, polis ve mahkemelerin işleyişiyle komediye dönen yargılanma biçimlerinin, Türkiye’de işlenmediği, bu adalet sisteminin Tüğrkiye’de yaşanmadığını kim söyleyebilir? Pislikler, devlet eliyle halının altına süpürülüyor.
Kitap da nitekim, adaletin nasıl ve kimler tarafından sağlanacağının, sağlanıp sağlanmayacağının soru işareti olarak bırakılmasıyla bitiyor.
Kitapda Salt Hukuk Kuramı ile anılan Hans Kelsen’in (1881- 1973)) hukuk teorisini, sosyolojik ve politik unsurlardan ayrı bir kapsamda incelemeye çalışmasına vurgular yapılır. Avukat Don Fernando, saf hukuk teorisinin temel konusu insan davranışının kontrol edilmesine, takıntılı biçimde bağlıdır. Hikâye boyunca yazar bize sürekli olarak sorular sordurur: Kuram, gerçekle ne denli ilintilidir? Ve edebiyat bu acımasız dünyayla bir bağ kurup onu yansıtabiliyor mu?
Tabucchi bize’Bu öykülerden bazıları kitabımda yaşam bulmadan önce gerçekte var olmuşlardır. Ben onları dinlemekle ve kendime göre anlatmakla yetindim,’der. Geçmişin zamanıyla bugünkü zamanı üstünde düşünmemizin zamanının geldiğini söylüyor. O acıları bir kez daha yaşamamıza gerek yok. Geçmişte yaşanan acıları, yeniden yaşanmamak için düşünelim!
22 Ocak 2015 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem 8. Kitabı
‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin, 22.01.2015 tarihinde yapılan sekizinci toplantısında, Burcu Aktaş, Arjantinli yazarlar Jorge Luis Borges ile Adolfo Bioy Casares’in ortaklaşa yazma girişimlerinin sonucunda yaratılan üçüncü kişi adına kaleme aldıkları, Bustos Domecq’in Don İsidro Parodi’ye Altı Bilmece kitabını tartışmaya açtı.
Jorge Luis Borges, Buenos Aires’te doğar. Çocukluğu, Atölye’nin konusu kitapta da söz edilen, gece klüpleri ve randevu evlerinin bulunduğu, bıçak çekip kavgalar eden vahşi erkeklerle, tangonun ritmiyle dans eden arzulu kadınların olduğu, hareketli ve yoksul bir mahalle olan Palermo’da geçer. Babasının annesi İngiliz olduğu için evde iki dil konuşulan orta sınıf ailenin değerleri ve yaşam biçimi bu mahalleye pek uymaz. Borges, entekeltüel bir ortamda, sokaklardan çok ev içinde, evlerindeki büyük kütüphane ve bahçede vakit geçirir. Kütüphane ve bahçe Borges’in belleğine sızan, hayalgücünü ateşleyen ve birçok öyküsünde tekrar tekrar karşımıza çıkan imgeler halini alır. Borges evreninin bir diğer vazgeçilmezi kaplan da, çocukluk yıllarında en sevdiği şey olan hayvanat bahçesi ziyaretlerinden belleğinde yer eden imge olur.
Yedi-sekiz yaşlarında Don Kişot’tan esinlenerek hikâyeler yazmaya başlar. Dokuz yaşındaysa, çevirmen annesinin desteğiyle, Oscar Wilde’ın‘Mutlu Prens’ini İngilizce’den İspanyolcaya çevirir ve çeviri yerel gazete El Pais’te yayınlanır.
1914′te, Borges 15 yaşındayken, gözleri giderek kör olmaya başlayan avukat babasının tedavisi için ailece Cenevre’ye taşınınca eğitimine burada devam eder. Bu dönemde, soyut edebiyat aracılığıyla dünyayı bambaşka bir şekilde yeniden keşfeder. Aile I.Dünya Savaşı sırasında İspanya’ya, 1921’de de Buenes Aires’e taşınır.1923 Yılından itibaren şiirle yayın hayatına girer.
Kötü şöhretli tarihi kişilerin yaşamöykülerini gerçek ile kurguyu harmanlayarak anlattığı sıradışı hikâyeleri, daha sonraları ‘büyülü gerçekçilik’in ilk örneklerinden sayılacaktır. Asıl ‘Borges stili’ 1935″te yazdığı ve hayâlî bir romanı eleştirdiği ‘Al-Motasim’e Bir Bakış’ isimli öyküsüyle doğar. Bu kitap Latin Amerika edebiyatını derinden etkiler ve yayımlandığı tarih bu edebiyatın bir dönüm noktası olarak nitelenir. Borges bu eserle, kendi evreninin sonsuz labirentlerinin kapılarını okura açmıştır.
1946’da Juan Peron iktidara geldiğinde, muhalif olduğu için çalıştığı kütüphanedeki görevinden uzaklaştırılsa da, Peron’un devrilmesinden sonra, 1955’te ‘cenneti kitaplık biçiminde düşleyen’ bir adam olarak, Ulusal Kütüphane’nin müdürlüğüne getirilir.
Borges tam o sıralar, babasından miras kalan genetik hastalık sonucu tamamen kör olur. Ancak üretmeye desteklerle devam eder. Düşler evreninde yaşayan bu kör kütüphanecinin edebi dehası, 1961’de Samuel Beckett’le birlikte Uluslararası Yayımcılar Ödülü’nü kazandığında, tüm dünyaya ulaşır. Adı, aklın ve düş gücünün sınırlarını zorlayan hikâyeleriyle, 20.yüzyılın klasikleri arasına katılır. Borges, Latin Amerika Edebiyatının dünya çapında da geniş bir aydın kitlesine ulaşmasında çok önemli bir rol oynar. Evrenin kütüphanecisi, Latin Amerika´nın ve dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden, çok sayıda yazarın üslübunu, tekniğini ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini neredeyse tek başına değiştirir.
Tanrı´yı bulma olasılığı, ölümsüzlük, sonsuzluk ve sonsuz olasılık, döngüsel zaman, ebedi tekrar gibi olgular, aklımızdan geçen her şeyin gerçekten yaşandığı ya da yaşanmasının mümkün olduğu, en küçük olgunun tüm evreni içerdiği, her insanın bir başkası olduğu gibi düşünceler, kaplan, gül, ‘öteki ben’, kum, labirent, ayna gibi imgeler ruhumuza işler.
Varlıklı bir aileden gelen ve Borges’ten on beş yaş küçük olan Adolfo Bioy Casares, Arjantin kültürel sahnesinde aktif rol oynamış, 1990 yılında İspanyol edebiyatının en prestijli ödülü olan Cervantes ödülüne layık görülen bir yazar.
Dostu Borges’in hantallığına, utangaçlığına, uzun romanlar yaratmadaki âcizliğine iltifatlar yağdırarak uzunyıllar sürecek bir edebiyat dostluğu kurarlar ve birlikte uzun bir edebiyat yolculuğuna çıkarlar.
Akşam yemeklerinin sonrasında yaptıkları olay örgüsü alışverişleri bir süre sonra, üçüncü bir kısa öykü yazarına dönüşürler.Borges ve Bioy, ağzı sıkılık ve naziklik gibi değerleri benimserler. İki dost birlikte çalışarak, detektif öykücülüğü ve antoloji konularında eserler verirler. Detektif öyküleri için, takma adlar kullanırlar. Ailelerinden gelen isimlerle Borges, Bustos Domecq, Bioy Suárez Lynch olurlar.
Bustos Domecq ikisinin arasına yerleşir, onları keyfince yönetir, fantezilerini ve üslubunu onlara zorla kabul ettirir. Yeni kelimeleri, kötü Latince’yi, beylik sözleri, tutarsız metaforları, mantıksızlıkları, tumturaklı anlatımı kullanır ve kötü kullanır. Ortaya çıkan şey gerek Bioy Casares’in gerekse Borges’in metinlerimden tamamen farklı bir şeydir. Yani aralarında, ikisine de benzemeyen adeta bir üçüncü kişi yaratırlar.
Borges, ‘anlatıcı kendi dediğini zor anlıyormuşçasına’, kendilerinden farklı ve daha matrak olan üçüncü bir kişilik yaratmış oldukları için, kimin neyi yazdığının belli olmadığını ifade edenlere meydan okuyarak, birlikte nasıl çalıştıklarını, büyülenmişcesine anlatır. Bioy ‘O öyküleri yazmaya devam ettik, çünkü çok eğleniyorduk. Kahkahalarımız hiç tükenmiyordu,’ der.
1967’de, Crónicas de Bustos Domecq kitabından sonra iki yazar da gerçek isimlerini kullanmaya başlar. 1942 ve 1977 arasında, 39 öykü, iki film senaryosu yazarlar.
Borges, ‘Genellikle, elimize kalemi almadan önce entrikayı beraberce inceleriz. Yazmaya başlamadan önce öykünün bütünü hakkında konuşuruz. Öykü yazıldıktan sonra eğer falanca sıfatın veya filanca cümlenin Bioy’a mı yoksa bana mı ait olduğunu sorarsanız, buna cevap veremeyiz,’ der.
Borges’e göre polisiye altı maddeye göre olmalıydı;
Polisiye hikâyelerinde en fazla altı karakter olmalı.
Hikâyenin özetini en baştan yap.
Okurun kendi zekâsını kullanmasına izin ve yazardan önce hikâyeyi çözmesine izin ver.Son ile ilgili son beş sayfayı okuyana kadar hiçbir şey öğrenmesin.
Suç aletlerinde ekonomi yap. Gereksiz duraklara götürme. İlginç bir alet savuracağım diye okuyucuyu savurma.
Bir hikâyenin nasıl gerçekleştiğini merak ettireceğine kimin gerçekleştirdiğini merak ettir.
Sır tek bir şekilde çözülmeli.
Atölyemizin tartıştığı kitabın başkişisi olan Don Parodi, iki yazarın yarttığı bir dedektifti. Parodi, yalnışlıkla hapisaneye kapatılmıştı. Polis tarafından tuzağa düşürülmeden önce berberlik yapan, bitki çayını çok seven, 40 yaşında, şişman, bir parça sağır, detektifliği ‘oturduğu yerden’ icra eden aykırı bir kişiydi. Parodi’nin, işçi sınıfından gelen, hareketsiz ve şişman bir adam olmasını isteyen Borges olur. Kendi alaycı bir otoportresi olarak çizilir. 273 Numaralı hücrede kalan Parodi’ye, her bölümde, farklı bir kişi tarafından aktarılan bir ölümü çözümlenir.
Don Parodi, kriminal vakaları, çözümleme yoluyla aydınlatır. Don Parodi’nin bir parodiden farksız olan hikâyesinde bütün sosyal sınıflarla alay edilmektedir.Don İsidro Parodi’ye Altı Bilmece’de rasyonel aklın gücüne dayalı salon polisiyeleri ve snob detektif tipi alaya alınmaktaydı. Hapishanede bir hafiye yaratılıyordu. Borges, kitabın Arjantin üzerine bir taşlama olduğunu söyler.
Altı adet dedektiflik öyküsü bir aradaydı. Öykülerin tamamı iki aşamalıydı; Parodi’ye yapılan ilk ziyaretle bilmecenin sunuluşu ve ikinci bir ziyaretle çözümün alınması.
Polisiye edebiyatta alışık olduğumuz erkek ağırlıklı, kısmen ayrımcı ve ön yargılı dil, az da olsa, burada da karşımıza çıktı. ‘Erkek sözü’ veriliyor, haddini bilmeyen ‘İngiliz kadın’oluyor,’Kaba Yahudiydi,’ gencin koyu, neredeyse kara teni ona olumlu yaklaşmamı engellemişti’. Ancak Atölye, yitik kahramanların anlatıldığı, sosyal sınıflarla dalga geçildiği, iki yazarın hayal gücünün yarattığı üçüncü yazarın üslubunu ve kitabını bir bütün olarak, barışçıl olarak değerlendirdi
5 Şubat 2015 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem 9. Kitabı
Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin, 05.02.2015 tarihinde yapılan dokuzuncu toplantısında, Kamer Badur-Eğilmez, eserlerini Fransızca yazan Belçikalı yazar Georges Joseph Christian Simenon’u (1903-1989) ve kitabı Bella’nın ölümünü tanıtıp tartışmaya açtı.
Simenon, 86 yıllık yaşamı boyunca, yaklaşık 450 eser vermiş, günde 60 ila 80 sayfa yazma kapasitesiyle 20. yy’ın en üretken yazarlarından biri kabul edilmişti. 200 Roman, 150′nin üzerinde novella (kısa roman), sayısız otobiyografik çalışma ve makale yayımlar. Bunların dışında, çok fazla sayıda takma adla birçok ‘ucuz roman’ yazar. Yazıları toplam 550 milyon kopya basılır. 21 ciltlik anı kitabı yazar, 37 kez ev taşır, Fellini ile yaptığı bir söyleşide 10 bin kadınla birlikte olduğunu söyler.
George Simenon, psikolojik polisiyenin babası kabul edilir. Komiser Maigret’nin yaratıcısıdır. Okurlarına suçlunun takibinden çok suçun nedenlerini anlatır. Kitaplarının konusu, çoğunlukla insanı pençesine alan duygular üzerinde şekillenir; şehvet, kıskançlık, intikam, tutku ve takıntılar.
15 yaşına kadar parlak bir öğrenci olan genç Simenon, babasının ölümcül hastalığı nedeniyle okulu bırakır. Kitapçıda, fırında, sonradan kitaplarında kullanacağı malzemeleri biriktirdiği, yerel bir gazetede cenaze ve suç haberleri muhabiri olarak çalışır.
Simenon kadınlara açlık derecesinde bağlı bir kişi olarak bilinir. Kadınlarla olan karmaşık ilişkisi de romanlara konu olabilecek zenginlikte kabul edilir. Üç kadınla evlenir; ressam Regine Renchon takma adlı Tigy, Amerika’ya göçtüğünde tanıdığı sekreteri Denyse ve Fransa’da küçük bir köye yerleştikten sonra, banyoda düşerek kaburgalarını kırdığında bakıcı hemşiresi olan Teresa. 4 Çocuk babası olur.
1922 yılının sonunda, yazarlık hayatının profesyonel anlamda başlayacağı Paris’e gider ve burada bir eşe, işe, paraya ve üne kavuşur. 1929′un Eylül’ünde Hollanda’nın bir liman kentinde Komiser Maigret karakteri doğar. Bu gelişme, Simenon için bir dönüm noktasıdır. Bundan sonra yazar, takma isimleri ve popüler romanları bırakır. Bu kahramanı merkeze yerleştirdiği eserler yazar ve büyük bir ün kazanır.
Romanlarda polisiye deyince akla ilk gelen isimlerden biridir Simenon. Yarattığı komiser Maigret, dönemin dedektiflerinden oldukça farklıdır. Cinayetleri psikolojik yönden çözer. Gayet sakin bir karaktere sahiptir. Evlidir. Eşi çok anlayışlı bir kadındır. Evli olsa da, onun için önemli olan işidir. Bir soruşturmaya başladığı zaman ev, yemek, uyku hepsini unutur, melankolik bir şekilde soruşturmasını yapar.
Maigret romanları tüm belli başlı dillere çevrilmiş, birçoğu filme uyarlanmış ve yazarını, otuzuna gelmeden başarıya ulaştırmıştır.
Savaş, hayatını yavaşlatır. Kâğıt kolay bulunmaz ve kitap satışları düşer. Simenon’un, Alman işgali sırasında bir Alman prodüktöre Maigret serisinin haklarını satması tepki çeker. Savaşın sonu yaklaştığında, ülkedeki politik istikrarsızlık, yayınevi ile anlaşmazlıkları ve bazı çevrelerce Alman sempatizanı olarak görülmesi, Simenon’u Fransa’yı terk etmeye iter. Ekim 1945′te ailesiyle Amerika’ya, New York’a göçer. Yazar, ‘ABD yılları’nda yaratıcı gücünün doruğuna ulaştı. 1955 Yılının baharında Fransa’ya döner, Orta Fransa’ya yerleşir.
Amerika’da evlendiği ikinci karısının psikolojik sorunları ve yazarın alkole düşkünlüğü, aile hayatını çıkmaza sokar. Yazar bu dönemde psikolojik sert romanlar üretir. İki yıl sonra, İsviçre’de Lozan yakınlarında 16. yüzyıldan kalma bir şatoya yerleşir. Tıbbi ve psikoloji konulu kitaplar yazmaya başlar. İkinci karısının psikolojik sorunlarından bunalınca, Lozan’a taşınır. Burada tanıştığı Teresa ile evlenir veömrünün sonuna kadar yaşar.
1972′de romanı bırakır. Otobiyografik çalışmalar yapar. 1978 yılında acı bir haber yazarı altüst eder; kızı Marie-Jo, göğsüne bir kurşun sıkarak canına kıyar. Karısı Denyse, bu intihardan yazarı sorumlu tutar ve Simenon’u şiddet eğilimli, otoriter ve sorumsuz bir baba olarak tanımladığı iki kitap yazar. Bir süre sessizliğe gömülen yazar, enerjisini ‘Memoires Intimes’ (Samimi Hatıralar) adlı eserini yazmak için son kez toplar. 1981′de basılan bu kitap yazarın son eseridir ve kızına duyduğu sevgiyi, karısıyla hesaplaşmalarını okuyucularına aktarır. Bu eser, yazar için edebiyat dünyasına vedası niteliğini taşır, 1989′da 3 Eylül gecesi Lozan’da hayata veda eder. Vasiyetine bağlı kalınarak, oğulları ölümünü basından öğrenecektir.
Genellikle polislik olayları içeren, izlenmesi hem kolay, hem meraklı, sürükleyici, halk için olmakla birlikte bayağılığa düşmeyen çok sayıda eser ürettir. 1930 sonrasında, polisiye roman türüne hem insanca bir derinlik kazandırmış, hem de edebiyat değeri olan dizilerine sevilen sayılan inanılıp güvenilen Komiser Maigret tipini katmıştır. Ruh çözümlenmeleri inandırıcı, olayları hızlı ve düşündürücü, entrikası sağlam, konunun çözümlenmesi doyurucu olan bu değerli ürünleri inanılmaz bir hızla yaratmakta, erişilmesi güç bir başarıya ulaşmaktadır. Geniş ufuklu bir düş gücü, gözlem yeteneği, anlatım güzelliği, plan ve kompozisyon eksikliği, başlıca nitelikleri olur. Sayısız ürünü senaryolaştırıldığı için ayrı bir kazanç kaynağı olur. Dünyanın her yerinde okunur, aranır.
‘Sokaktaki insan’ portrelerinden oluşan, çoğunlukla bir suç olayı çevresinde ama polisiye kalıbından uzak, kimi zaman da karakterler arası psikolojik savaş betimlemeleriyle dolu bu kitaplar müthiş bir insan sarraflığının eseri olarak görülür. Eserlerinde yer verdiği binbir ayrı karakteri, fırncısından gece kulübü sahibine, saatçisinden askerine, polisine, striptizcisine, binbir renkte ve geçmişte karakterinden hiçbirinin, bir Simenon macerasından ‘kötü adam’ namıyla anılmaması, yazarın sanki bir tanrı nesnelliğiyle kahramanlarını yargılamaktan kaçındığını göstermektedir. Kitaplarında kolay çözümler yoktur. Sorunlarını çözemeyen insanları anlatır ve onları anlamaya çalışır.
Simenon’un dünyası, kendini bir anda ifşa eden sırlarla doludur. Önce bir yüzey görünür; herhangi bir adam veya herhangi bir kadın, sokakta veya yakın çevrede görülebilecek tarzda, dikkat çekmeyecek biri. Fakat sonra bu adamın veya kadının hikâyesi, ufacık bir ayrıntıda kendini belli eder. Birden, bir tip olmaktan çıkıp bir karaktere dönüşür. Bir cinayet, acılı bir aşk hikâyesi veya belki ufacık görünen ama çok derinlere inen bir takıntı, sadece ufak göndermelerle karakterin arka planına yerleşiverir. Okurların, üç sayfa boyunca okudukları ama neye hizmet ettiğini anlayamadıkları bir sürü ayrıntı, birden bir hamleyle çok acıklı veya karanlık bir hikayenin kritik ayrıntılarına dönüşebilir.
Atölyemizin konusu olan Bella’nın ölümü kitabında masum, şiddete kaçmayan, edebi bir polisiye eseriyle karşılaştık.
Ancak yazarın, insanların fiziksel özellikleriyle dalga geçmekten, ötekileştirmekten kaçınmadığını da irdeledik. ‘Adamın yağlı, parıldayan yüzü’, ‘Asby’nin gördüğü karaltı Kartz’ın tombul, tiksindirici doymuşluk içinde yüzen biçimi olurdu’.
Atölyemiz açısından değerlendirildiğinde, yazarın kadınlarla olan ilişkisinin sorunlu olduğu konusunda fikir birliğine vardık. Kadın karakterler yazarın özel hayatındaki çalkantıların bir yansıması olarak karşımıza çıktı. Kadınların tümü bir meta, bir obje ve derinlikten yoksun olarak ele alınmıştı.
Edilgen, duyguları irdelenmemiş, cinsel çekiciliği, dişiliği olmadığına dair gizli eleştiriler yöneltilen bir eş vardı. Öldürülen genç kız Bella’da ise neredeyse duygularına, kimliğine dair empati kurabileceğimiz, onu anlayabileceğimiz hiçbir ayrıntı verilmemişti. Kişiliği yoktu. Herhangi bir objeydi adeta. Romandaki erkekler Bella’nın yaşam biçimi ve erkeklerle olan ilişkisi nedeniyle ölümü haketmiş olabileceğine dair imalarda bulunuyordu. Hatta gazetelerde Bella’nın bakire olmadığının altı çiziliyor bu da alttan alta onun iffetini sorgulatıyor. Bella’nın annesi yarı deli, tutarsız, duygu kontrolü olmayan, sorumsuz, alkolik bir kadın olarak betimlenmişti. Polis kâtibesi Bayan Moller ise teşhirci, bir cinsel obje olarak sunulmuş; baştan çıkaran, erkeklerin tatmin amacıyla ilişkiye girdikleri birisi. Komşu Bayan Katz perdenin arkasından Spencer’ı ayartmaya çalışan evli bir kadındı. Ancak onun da gerçek duygularına dair bir ipucu yakalıyamıyorduk. Romanın başkişisi Spencer’ın de kendi annesiyle olan ilişkisi kopuk, boşluklarla doluydu.
Bununla birlikte kitabı psikolojik tahlilleri güçlü, derinliği olan, şiddet batağına saplanmayan bir polisiye eser olarak değerlendirdik.
‘Topluluğun (toplumun) hayatta kalması için, kuralların dışına çıkmış, yasalara meydan okumuş biri, bir yıkım öğesi olduğu için ele geçirilmeli, cezalandırılmalıydı.’ Toplumsal bağlar kurmak ya da yaratmakla, sosyalleşmeyle ilgili olarak, aile, din, vatandaşlık, eğitim sistemi, meslek kuruluşları gibi önemli verileri olanlar, o topluma entegre olabilmekte yoksa dışlanmaktadır. Yazar, bu bağları zayıflayan birinin, nasıl toplum tarafından şiddete, dışlanmaya maruz kaldığını, suçlusu olmadığı bir olayda nasıl suçluya dönüştüğünü, edebi tadda veriyordu. 1952 Yılının ABD’sinde kaleme aldığı eserinde, toplumsal baskının insan yaşamını yok edici gücünü gözlerimizin önüne seriyordu
26 Şubat 2015 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem 10. Kitabı
Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin, 26.02.2015 tarihinde yapılan onuncu buluşmasında, Emre Arda ve Evren Ergeç, İngiliz yazar Ruth Rendell(Barbara Vine)’ı(1930-) ve kitabı Taştan Hüküm’ü tanıtıp tartışmaya açtılar.
Ruth Rendell, Londra doğumlu olmakla birlikte, İsveç’de doğup Danimarka’da büyüyen öğretmen annesi sayesinde her iki dili,ülkeyi ve kültürü bilerek büyür. Kolej eğitiminden sonra,1948-1952 yılları arasında yerel gazetelerde çalışarak yazma serüvenine atılır. 20 Yaşında, çalıştığı gazetenin patronu Don Rendell ile evlenir. Bir yıl sonra oğlu doğunca gazeteden ayrılır ve evde, yayınlatamayacağı altı roman yazarak yazarlığa başlar.
İlk olarak 1964 yılında Ölüme Giden Yol kitabı yayınlanır. Kitabın başarısından sonra ardından diğerleri gelir. Yaklaşık 70 civarında kitap yazar. İlk kitabını yazmasının üstünden 50 yıldan fazla geçmesine karşın, dünyada hala beğenilerek okunan bir psikolojik polisiye yazarıdır.
2013 yılında 83 yaşındayken, hâlâ her gün yazmaya devam etse de, Suffolk’da, XVI. yüzyıldan kalma çiftliğinde kendini emekliliğe ayırır. Psikolojik gerilim romanları yazarı olarak, eserleri yirmi iki dile çevrilir ve Polisiye Yazarları Birliğinin, gümüş ve altın hançer, elmas ödülleri de dâhil, çok sayıda ödül alır.
İngiliz İmparatorluk Birlikleri Komutanlığı, Barones Rendell of Babergh (Suffolk Bölgesi) ünvanları verilir. Lady ünvanı nedeniyle, 1997 tarihinde, bugün hâlâ devam eden, İşçi Partisi’nden Lordlar Kamerası üyeliğine seçilir. 2014 Yılında, İskoçya’nın Özgürlüğü için Guardian’da yayınlanan deklerasyona imza atan 200 Halk Simgesi’nden biri olur. Bugün hâlâ, Darfur’lu çocuklara destek vakfının başkanlığını, Evsizler vakfının başkan yardımcılığını yürütmektedir.
Yarattığı Başmüfettiş Wexford karakteri çok sayıda polisiye kitaba esin kaynağı, sinema filmlerine ve televizyon dizilerine konu olur.
Eserlerinde yarattığı katil ve kurbanların, onları katil ya da kurban yapan psikolojik durumlarının arka planlarına değinmesiyle diğer polisiye yazarlarından farklılaşır. Acı ya da eziyet çekmişlerin zihinsel sorunlarını ya da sosyal anlamda dışlanmışların sıkıntılarını kitaplarında karakter olarak irdeler. Toplumun dışında, kenar köşesinde kalmışları, yalnız kalmayı tercih edenleri, yapayalnız kalanları, akıl hastalarını, bağımlıları ele alır.
Bu karakterler özellikle Barbara Vine takma adıyla yazdığı eserlerinde yer alır. Yazar, Ruth ve Barbara’yı, kendi karakterinin iki farklı görünümü olarak tanımlar. Ruth sert, soğuk, analitik, saldırgan, Barbara daha kadınsı,duyarlı, duygulu, sezgileri güçlüdür.
Yazar,‘ şık anlatımları, insan aklının keskin dışavurumlarını irdeleyişi, inandırıcı entrikaları ve karakterleriyle’ tanınır. İngiliz toplumunun son kırk yıldaki sosyal değişimi, ev içi şiddeti ve kadının toplumsal yaşamda değişen konumunu ele alışıyla dikkat çeker.
‘Yaşamın karanlık yüzüyle ya da insanları öldürmeye iten motivasyonla özel olarak ilgileniyor değilim. Her an bir şey oluyor, kazayla ya da rastlantıyla, ölüm insanların önlerine çıkıyor, başına geliyor. Kızgın olduklarından, karamsar olduklarından, öfke ya da hırsla katil oluveriyorlar. Sonradan pişman olacakları bir şey yapıyorlar… Oturup görmedikleri işkenceyi yazanlara hayretle bakıyorum. Korkunç bir şey. Ben asla böyle yazmam. Ama şiddet, evet hayatta da eserlerimde de yer alıyor,’ diyor bir röportajında.
En iyi kitaplarından biri sayılan Taştan Hüküm’ü Ruth Rendell 1977 yılında yazıyor. Ousami Rawi tarafından 1986 yılında A Judjement Stone (Housekeeper) ismiyle ve Claude Chabrol tarafından 1995 yılında Seremoni ismiyle, iki kez filme çekiliyor.
Yazar, kitaplarının daha ilk satırlarında, ilk bölümünde her şeyi söylemesiyle tanındığından, Taştan Hüküm’ün daha ilk cümlesinden nelerle karşılaşacağımızın haberini veriyor; ‘Eunice Parchman, okuma yazma bilmediği için Coverdale Ailesini öldürmüştü,’ diye başlıyor.
Yazar bu eserinde, 1970’lerin İngiltere’sinde, iki farklı sınıf arasındaki farklılıklara parmak basıyor; İngiliz burjuvazisi (aristokrasisi) ve İngiliz çalışan sınıfı.
Okuma yazma bilmeyen, ümmi Eunice, İngiltere kırsalında yerleşik varlıklı bir ailenin evine kahya, yatılı hizmetli olarak yerleşiyor. Hayatı boyunca, önce anne ve babasının, şimdi de kendi, okuma yazma bilmediğini gizliyor ve bu sırrı bir takıntı olarak yaşamayı sürdürüyor. Coverdale Ailesi bilmese de Eunice, onların evine gelmeden, bakımını üstlendiği babasını öldüren ve asılsız referanslarla işi almış bir kadın. Çalışkan, titiz, işinin elbabı olsa da Eunice’in asosyal bir kadın olması birkaç ay sonra ev sahiplerinin gözünden kaçmıyor. Buluntuğu topluma, ortama uyum sağlayamayan, duygu ve düşüncelerini ortaya koyamayan, savunamayan bir kadın. Ev sahiplerinin her türlü nazik ilişki kurma girişini, sırrının peşine düşmeleri ya da onu aşağılamaları olarak algılıyor. Coverdale Ailesi’nin yaşadığı köyün hem bakkalı hem de posta işlerini yürüten, eski orospu, şimdilerin fanatik dindarı, toplum dışına itilmiş Joan Smith’le olan arkadaşlığı, Joan’ın deliliği, Eunice’yi tüm ailenin sonunu hazırlayan ve katliamla sonuçlanacak bir sürece sokar.
Soğukkanlılığıyla ardında bıraktığı tüm ipuçlarını ortadan kaldıran Eunice, polis müfettişinin bile köyle en güvendiği kadın olsa da, dikkatle sürülen izler, Eunice’nin en korktuğu yerden, ev sahibesinin bir gazetenin kenar boşluğuna yazdığı notlardan delilleri ortaya döker. Okuma yazma bilmediği, her ne pahasına olursa olsun sakladığı sırrı, mahkeme sırasında bütün dünyaya duyurulur.
- Dönemin ilk kadın yazarı olan Ruth Rendell, Atölye’mizce, bir kadın yazardan beklediğimiz, duyarlı, sevgi ve huzur dolu yazım özelliğinden uzak bulundu.
Eunice’yi ve okuryazar olmama durumunu sergileyişi aşağılayıcı ve adeta yazım felsefesinin aksini ispatlarcasına dışlayıcıydı. ‘Eunice deli değildi. Yirminci yüzyıl kadını kılığında gezen atavistik bir maymunun korkunç beyni vardı onda; aklı yerindeydi’, ‘Okuma yazma bilmemek bir sakatlıktır. Bir zamanlar fiziksel sakatlıkları olanlara yöneltilen alaylar, şimdi, belki daha yerinde bir tutumla, okuma yazma bilmeyenlere yöneltilir’,‘Rainbow sokağındaki çocuğun zihinsel özürlü olması nasıl kabul etmişse, Eunice’nin özrünü de öyle görmüştü’, ’Söylediği, bir ördeğin vakvaklamasından farksız, ancak belki biraz daha anlamsızdı. Parchman’lar konuşmadan önce biraz düşünmeyi bilmezlerdi. Düşünmeyi bilmezlerdi hatta’, ‘Kendi kişiliği yoktu’,‘İnsanlardan nefret etmesinin nedeni yarı yarıya unutulmuştu’, ‘Nesneler ona zarar vermeyeceğinden, onlara sarıldı ve yüreğinde sıcak bir duygu olduğu söylenebilirse, o duyguyu nesnelere yöneltti’,’Soluk alan bir taştı Eunice, başından beri.’
Joan Smith’e karşı dili de bir o kadar aşağılıycıydı. ‘Orospu kılığıyla gezerdi’, ’Ne yaptığını biliyor, ancak yaptığının yanlış olduğunu bilmiyordu’, ’Tanrı gerçekten de öyle uygun görmüştü kuşkusuz. Joan Smith çocuk doğursaydı ne yapardı diye düşünmemek elden gelmiyor. Hepsini yerdi belki.’
Toplumdaki sınıf farklılıkları acımasızca ortaya dökülürken, çalışan sınıfları küçümseyen tavrını, üst sınıfı anlatımında gösterdiği inceliği göstermeden sergiliyordu. ‘Coverdale’ler güzel bir aileydiler. Giles bile uzun boylu ve zayıftı hiç değilse’, ‘Mutluluğunun nedenlerini araştırabilse, ekrandakilerin hayatlarını yaşayarak geçirdiği günlerin, ömrünün en güzel günleri olduğunu söylerdi’,’ Dostluklar, kişlerden birinini öbüründen üstün olduğuna inandığı zaman daha da güçlenir çokluk.’
Kitapta, 1970’lerin İngiltere’sinin, yaşanılan sınıflı toplumun, bu toplumun kurumlarının aksayışlarının, toplumdaki insanlara verdiği zarar ziyan farklı boyutlarıyla yer alıyordu.‘Herhangi bir sosyal güvenlik kurumu, Eunice Parchman’ın bu zararsız merakını fark etse, hem topluma yarar sağlamış, hem de Coverdale’lerin hayatlarını kurtarmış olmaz mıydı?’, ‘Doğru dürüst okuma yazma bilmeyenler çoklukla açıkladıkları gibi Eunice‘nin küçük çevresindeki insanlar da kızın gözlerinin bozuk olduğuna karar vermişlerdi.’
Özellikle toplum dışı kalmamak için, aidiyet duygusuyla ya da yalnızlık nedeniyle dine sarılanlar, bunu fanatiklik boyutuna getirenler, fanatiklikliklerine hafifletici nedenler arayanlar, tüm çıplaklıklarıyla sergileniyordu.‘Kendi duygularını Tanrıya atfederdi… Onlarda kusurlar bulan, onlardan nefret eden Joan Smith değil, Tanrı’nın kendisiydi. Bu kişiler, Joan Smith’e karşı değil, Tanrı’ya karşı suç işlemişlerdi’,‘O insanları kınayan ve suçlayan her zaman Tanrı’nın kendisi oluyordu’, ‘Onlar deli değil, yalnızca yollarını şaşırmış dindar fanatiklerdi.’
Yazarın, bir yandan bu sınıflı toplumun aksaklıklarını yansıtırken diğer yandan da, kendisinin de üst katmanlarına ait olduğu bu hiyerarşik, sınıflı yapıyı savunur, sürekliliğini korumanın gerekli olduğunu hissettirir bir düşünce dünyası vardı. ’Coverdale’ler için bir makineden fazla bir şey değildi Eunice. Makinenin gerektiğince çalışması için de yeterince yağlanması zorunluydu’,‘Hayatın çeşitli alanları gibi, nesneler de belli insanlara aitti. Neyin kimin mülkiyetinde olduğu ve olacağı belirlenmişti. Kurulu düzenin korunması George için ne kadar önemliyse Eunice için de aynı ölçüde önemliydi.’
Oysaki bu sınıflı, hiyerarşik yapılı toplumun ebedi ve ezeli olduğunu savunanlar, farkında olarak ya da olmayarak ardlarında bir enkaz, insanlık ayıbı bırakıyorlardı. ‘Sevgiyi, sevinci, huzuru, dinlenmeyi, umudu, hayatı, tozu, külleri yoklukla yıkımı, çılgınlığı ve ölümü, sevgiyi öldürdüğünü, yaşamı kuruttuğunu, umudu söndürdüğünü, sevince son verdiğini, zeka potansiyelini yok ettiğini düşünmüyordu. Çünkü bunların ne olduğunu bile bilmezdi. Gömülmek için yalvaran leşler yarattığını da görmüyordu. Yazık ki şu güzelim halı battı diye düşünüyor, fışkıran kanın üstüne sıçramadığına seviniyordu’
5 Mart 2015 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem 11. Kitabı
Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye‘sinin, 05.03.2015 tarihinde yapılan onbirinci buluşmasında, Beste Sezen Ateşpare Fransız yazar Léo Malet’yi (1909-) ve Kara Üçleme kitabından Hayat Berbat’ı tanıtıp tartışmaya açtı. Yetim olarak dedesi tarafında büyütülen Léo Malet, kâtiplik, hademelik gibi birçok küçük işte çalışır. 16 yaşında anarşist yazar ve militan André Colomer ile tanıştıktan sonra Paris’e gider ve anarşist çevrelerle ilişkiye geçer. Paris’te şarkıcılık yaparken, fabrikalarda bulduğu küçük işler ve sahte iş kazalarından aldığı tazminatlarla geçimini sağlamaya çalışır. Paris’te pazarları yayınlanan anarşist bir gazete satışında, bir bankada, bir kumaş tüccarının yanında çalışır. 1929′da Sürrealizmin öncüsü André Breton ile tanışır ve gerçeküstücü topluluğun toplantılarına katılmaya başlar. Bu iki isim, Malet’in hayatına yön veren en önemli ikili oldu. 1934 İ izleyen yıllarda Salvador Dali, Jacques Hérold, Gisele Prassinos ve Dora Maar ile birlikte sürrealist gruba katılır. 1938′de André Breton ve Lev Troçki’nin girişimiyle kurulan Bağımsız Devrimci Sanatçılar Federasyonu’na (FIARI) girer. 1940 Yılında, gerçeküstücülerle Troçkistler’in girişimiyle hazırlanan bir bildiriye imza attığı için, “devletin iç ve dış güvenliğine zarar vermekten” Rennes’de tutuklanır. Alman ordusu Rennes’e varmadan gardiyanlar tarafından serbest bırakılır, yürüyerek Paris’e ulaşmaya çalışırken Almanlar tarafından yakalanır ve toplama kampına gönderilir. Bir doktorun yardımıyla 1941′de serbest bırakılır ve Fransa’ya döner.
Yazım hayatına, ‘Frank Harding’takma adıyla sahte Amerikan polisiyeleri yazarak girer. Bu kitapların başarısından cesaret alarak kendi adıyla gerçek bir Fransız polisiyesi yazar; 120, Rue de la Gare (İstasyon Caddesi, No. 120.
1948 yılında ‘Trilogie Noire’ı (Kara Üçleme)yazar. En tanınmış roman karakteri dedektif Nestor Burma’dır. Sürprizlerin dedektifi olarak adlandırılır. Dolaysız ve son derece olduğu gibi yansıtır her şeyi. Birinci tekil şahsı kullanır.
Fransız kara romanının yaratıcısı olduğu söylenir.
Grand prix de littérature policière(1948)- Prix de l’Humour noir 1958- Prix Paul Féval (1984) gibi önemli ödüllere layık görülmüştür.
Léo Malet’in belki de en önemli mirası, üç ayrı kitabın birleşimi Kara Üçlemedir; ‘Hayat Berbat’, ‘Güneş Bize Haram’ ve ‘Ecel Terleri’.
Bir röportajından, ‘Hakikaten de kendimle bayağı çelişki içindeydim. Hayat bir çelişki ağından ibaretti. Hayat berbattı. Yaşama lafını kullanmamak lazımdı; berbat etme, bağırma, azarlama ve kusma demeliydik. Gülümseyerek kalktım.’
Romanlarında başkişiler hırsız, katil ya da sadisttir. Hayat berbattır. Şiddete yönelmek ise tek çıkış kapısıdır. Hikâyesini anlatırken, zaman zaman konuşmalarda, bu iki kelimeye yer verir.
Kara Üçleme, Paris’in ve Fransa’nın genelde gizli kalmış karanlık yanını gösterir. Léo Malet, ‘Fransa’da bu sokaklar gerçekten var mı?’ sorusunun yanıtını o yıllarda vermiştir.
Okuyucuyu iliklerine kadar sarsmak için yazılmış öyküleri, rahatsız edici bir biçimde kaleme aldığı olaylarla okura tokat üstüne tokat vurmakta, akıllarda açtığı ya da daha önce açılmış yaraları daha da derinleştirmektedir.
Cinayetler normalleştirilmiştir.
Kan lekelerini güzel olarak nitelendirir. ‘Küçük yoksul elbiseleriyle, güzel kan lekeleriyle süslü, yoksul bir küçük kızın yoksul elbiseleriyle yerde yatıyordu, bir kömür yığınının üstünde bacakları ayrık, sarı saçlarının arasında cüruflar, zom olmuş askerlerin sıcak ve kesici ölüm tohumlarıyla dolu bakire rahmiyle’, ‘Hayat berbattı. Bu her gün kendini gösteriyordu. Hayat berbattı; bu, tiksindirici ve korkunç bir çarktı; biz de berbatlığının sürmesine katkıda bulunuyorduk. Başıboş asker berbattı, biz de… Bu yanda ve öte yanda kanlı domuzlar. Önüne geçilmez bir kusma isteği karnımı burdu ve elimde tabanca, dudaklarımda bir alay hamile kadına düşük yaptırabilecek bir gülümsemeyle arabadan fırladım.’
Hayat Berbat, Jean’ın ağzından, birinci tekil şahısta anlatılır. Bize sokakları ve acımasızlıkları sakin ama öfkesi her kelimesinden sızan şiirsel bir vahşilikle anlatır. Ümitsizlikleri, kuyuya atılmışlıkları. Mutlu değillerdir. Bizim işlerde mutlu insanlara yer yoktur’, ‘Hayat mutluluk kokuyordu; garip, nadir rastlanan bir parfüm.’
Sürpriz olmayacak biçimde, kadınlara yönelik dili, hastalıklıydı ve Atölye tarafından eleştirildi. ‘Bu oto bir kadına ait olmalıydı. Bir arabayı ancak bir çatlak böyle hırsızların emrine amade bırakırdı’, ‘Barınağımıza sıçan… Gisèle girmişti,’ ‘Bu gacoyla başımıza dert alacağımızı biliyordum. Hepsi ya malak ya da orospu.’
Erkeklere yönelik fiziksel betimlemeleri de aşağılayıcıydı. ‘Yahu, aynaya hiç denk gelmedin mi sen? Kamburunu, pis suratını ve de küsüratını. Kadınlarla hiç şansının olmadığını, onları iğrendirdiğini iyi biliyorsun.’
Polisiye edebiyatında bir şiddet merkezli kitabını daha okumuş olduk. Soru hâlâ ortada; ‘Edebiyat, özellikle de polisiye edebiyatı, şiddeti normalleştiren, olağanlaştıran, yeniden üreten bir araç mı?’
26 Mart 2015 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem 12. Kitabı
Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye‘sinin, 26.03.2015 tarihinde yapılan on ikinci buluşmasında, Ayça Sezer önce varoluşçuluk felsefesinden söz etti ardından, varoluşçu yazar Alexander Trocchi(1925-1984) ve kitabı Genç Adem’i tanıtıp tartışmaya açtı.
Varoluşçuluk, 19. yüzyılın ortalarında, baskın sistematik felsefeye karşı bir tepki olarak doğmuştur. Sören Kierkegaard ilk varoluşçu filozof olarak kabul edilir. Felsefe, Dekart’ın ‘cogito ergo sum’, ‘düşünüyorum öyleyse varım,’ saptamasından yola çıkar. Varoluşçuluk II. Dünya Savaşı’nı izleyen günlerden sonra bilinirlik kazanmış, akım, felsefenin yanında, teoloji, drama, resim, edebiyat ve psikoloji dallarını da etkilemiştir. Fransızca ‘var olmak’ anlamına gelen ‘existence’ sözcüğünden türeyen egzistansiyalizm, insanın kendi varlığını, yine kendisinin yarattığını ileri sürer. İnsanın hiçbir değer yargısına ya da dini klişelere bağlı kalmaksızın yaşaması gerektiğini düşünür; asli olan insandır, gerisi boştur.
Temelleri Kierkegaard’la atılmış, Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Karl Jaspers, Edmund Husserl, Gabriel Marcel, Maurice Merleau-Ponty gibi düşünürlerce temellendirilmiştir. Edebiyatta en önemli temsilcileri Jean-Paul Sartre, Andre Gide, Albert Camus, Simone de Beauvoir, Marcel Proust, Franz Kafka, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Samuel Beckett, Türkiye’de de Oğuz Atay, Yusuf Atılgan olmuştur.
Varoluşçuluğun merkezini ‘Varoluş özden önce gelir,’ önermesi oluşturur. Herkes bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; ‘insan ne ise o değildir, ne olmuşsa o’dur.’ İnsan kendini kendi yapar, kendini oluşturur. Bireyin deneyimini ve bu deneyimin tekilliği, biricikliği, insan doğasını anlamanın temelidir.
Varoluşçuluk, hayatın anlamının izini süren ve bireyin değerinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir akımdır. Bireye genel bir kavram gibi yaklaşmaz, onun öznelliğini nesnelliğin üstünde tutar. Hayatın anlamı ve bireyin öznel tecrübesiyle ilgili sorular, diğer bütün bilimsel ve felsefi uğraşlardan önemlidir.
Bir hümanizmadır. İnsanın, dünyaya ve insana farklı bakış açılarıyla bakarak adımlarını özgürce atmasını önerir. İnsan her şeyi sorgularken, kalıplaşmış ve bilineni reddederek yeni anlamlar peşine düşerken, uzun ve bunalımlı bir süreç yaşamayı göze almalıdır. Zaman zaman nihilizmle özgür düşünceyi harmanlar. Bağımsız istemle hareket ederken öznel bir anlayışa ulaşır. Bu öznellik hiçbir kural, kişi ve kuruma bağlı değildir, özgürlüğe bağımlıdır.
Varoluşçuluk, her şeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel, olduğunu öne sürdüğünden, insanı mutlak ya da sonsuz bir tözün tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin tin, akıl, zeka, bilinç, ide ya da ruh olarak var olduğunu öne süren idealizme karşı çıkar.
Varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir problem olduğunu dile getirdiğinden, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkar.
Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, var olanın aralarından bir seçim yapmak durumunda olduğu çeşitli olanaklarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de, varoluşun özden önce geldiğini öne sürer. İnsanın önce var olduğunu daha sonra kendisini tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. İnsanın dünyaya fırlatılmış bulunduğunu, dolayısıyla kendisini nasıl oluşturursa öyle olacağını, insanın özünü kendisinin belirleyeceğini, bireysel insan varlığının sabit ya da değişmez, özsel bir doğası bulunmadığını söyler. Bu bağlamda her tür determinizme karşı çıkar. Bireyler, mutlak bir irade özgürlüğüne sahiptir, insan özgürlüğe mahkumdur ve olduğundan tümüyle farklı biri olabilecektir.
İnsana özünü oluşturma şansı veren bu imkanlar, onun şeylerle ve başka insanlarla olan ilişkileri tarafından yaratıldığı için, varoluş her zaman dünyadaki bir varlık olmak veya seçimi sınırlayan ya da koşullanan somut ve tarihsel olarak belirlenmiş bir durumda ortaya çıkmak durumundadır. Bu anlamda, tekbenciliğe ve idealizme taban tabana zıt bir felsefe akımıdır.
Nesneden yola çıkan, varlıkla ilgili nesnel doğrulara ulaşmaya çalışan görüşlerine karşın, özneden hareket eder ve öznel hakikatlerin önemini vurgular. Felsefenin, korkuyu, yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini, gerçeğin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler.
Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.
Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından, varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur.
Varoluşçuluk genelde kötümserlik, bunaltı, özgürlük, başkaldırış ve umutsuzluk felsefesi olarak düşünülür. Bireyin varoluşunu, özünden üstün tuttuğu için aynı zamanda topluma bir karşı çıkışı da içerir. Bütün zaaflarıyla birlikte insanı ereklerini seçişinde özgür tutar.
İnsanın tüm evren içindeki yerini, bu evrenle ilişkisini ve iç dünyasını açıklamayı amaçlar. İnsan kendini arar, var olma nedenini anlamaya çalışır, ama sorularına kesin yanıtlar bulamaz. Böylece gelecekten kuşkuya düşer, kaygı duyar.
‘Anlatılacakların size geçmişten, siz sokakta yürürken pencereden izleyen biri gibi baktığı zamanlar vardır. Geçmiş saatler, geçmiş eylemler, tekinsiz bir yalıtılmışlığa dönüşür; onlar ve dönüp onlara bakan siz arasında devamlılık yoktur artık.’
İskoç romancı ve Alexander Trocchi’nin 1957 yılında yazdığı ve en bilinene romanı ‘Genç Âdem’, Glasgow-Edinburgh arasındaki Clyde Nehri’nde yük taşıyan mavnalardan birinde çalışan genç Joe’nun, mavna sahibiyle Leslie ile birlikte, nehirde bir kadın cesedi bulmasından sonra kargaşaya boğulan dünyasını anlatıyor. Joe’nun, Leslie’nin karısı Ella ve baldızı Gwendoline ile başlayan ilişkileri, ölen kadın Cathie ile olan bağlantısı, sevgili ilişkisi varoluşçuluk penceresinden bir karamsarlık, bir bunalım, bir umutsuzluk sarmalına dönüşür.
Kendine ve bize ‘Ben olsam ne yapardım?’ sorusunu sorduran ahlâki bir denklem sunar. Kontrol edilebilen ve edilemeyen olay ve olguların bireyi sürüklediği varoluşçu ikilemleri, ilkel benliğin efendisi cinsellikle yoğurarak pek çok konuyu sorgulamaya yönelten bir yolculuğa çıkarır.
Bizi çevreleyen koşullar karamsarlığımızı, iç sıkıntımızı artırır. ‘ Toplum ahlakının koruyucusu kanunların bilincindeki gazeteler’, ‘Muhteşem süsleri (cüppeleri) çıkarılsa bütün itibarları bitecek olan hakimler’, ‘Bütün yargıçlar, avukatlar, savcılar ve mübaşirler davalara çıplak girmeye zorlanmalıydı. Çıplak gerçek’, ‘Sanki insanın Tanrı’ya inanmak istemesi gibi, her şeyin yerine oturmasına uğraşıyorlardı’, ‘Karar belliydi zaten. Önce suçu, ardından suça uygun adamı yaratmışlardı… Savcının konuşmalarında yaratılan adam, polisin icat ettiği suça hayranlık bırakacak denli uydurulmuştu. Toplumsal hizmet veren iki kolun, polis ve adliyenin böylesi esin verici bir uyum içinde çalışması gerçekten müthişti.’
Anatomik ve ruhsal bütünlüğü bozucu, bireyi ve toplumu hedef alan her türlü şiddetin uygulandığı bir ortamı/sistemi tanımlayan kitap, Atölye tarafından barışçıl bulunamadı. Kişinin içsel hesaplaşmaları, başkalarının, toplumun kimyasını bozmuştu. Yazarın, karşılıklı anlayış ve hoşgörünün olmadığı, insanın dengesini bozan ve huzurunu kaçıran bir baş kişi ve ortam tanımlaması, edebi başarısına karşın, savaşçıl niteliğiyle eleştirildi.
2 Nisan 2015 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem 13. Kitabı
Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin, 02.04.2015 tarihinde yapılan on üçüncü buluşmasında, Şengül Çifci İsveçli yazar Henning Mankell’i(1948- )ve kitabı Huzursuz Adam’ı tanıtıp tartışmaya açtı. Henning Mankell, İsveç siyasi, sosyal ve toplumsal arka planında, Başmüfettiş Kurt Mallander’ın maceralarını anlatan on kitaplık roman dizisiyle dünya çapında okunan bir yazar.
‘Çocukluğum Noel çamlarının ve köknar ağaçlarından oluşan bir ormanın ortasında geçti. Aklınıza hayalinize gelmeyecek kadar her şeyden uzak ıssız bir yerdi,’ diyen yazar, İsveç’in güneyine Wallander romanlarının geçtiği Skane bölgesinde yaşıyor. Onu bu bölgeye çeken nedeni, ‘Hiç ağaç yok. İsveç topraklarının sona erdiği, sanki Doğu Baltık kıyılarında bir tür Rip Grande gibi bir yer. Dünyanın geri kalan kısmı diğer tarafta…’ diye açıklıyor.
On yedi yaşında Stockholm’e gelir. 20 Yaşında, hem yazarlığa hem de Stockholm’deki Riks Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başlar. Sol görüşlü olarak bilinen aktivist yazar, gençlik yıllarında Vietnam Savaşı, Güney Afrika’daki Apartheid Rejimi (ırkçı rejime karşı) ve Portekiz’in Mozambik’te yürüttüğü kolonizasyon hareketlerine karşı mücadele eder. 1970′lerin başında Norveç’e yerleşir. Burada Komünist Parti’sinin üyesi olmasa da önemli bir destekçisi olur. 1985′de aldığı bir davet üzerine Mozambik’e gider. Mozambik’in başkenti Maputo’daki Avenida Tiyatrosu’nda artistik yönetmen olarak çalışmaya başlar. Zamanla Mozambik ikinci vatanı haline gelir.
Mankell, Afrika’dan döndüğünde ülkesi İsveç’te yabancı düşmanlığının yükseldiğini görür.1991 Yılında, teması yabancı düşmanlığı olan, Wallander dizisinin ilk kitabı, Ölümün Karanlık Yüzü’nü yazar. Serinin diğer romanlarında da bu tema sürekli hissettirir kendisini. ‘Irkçılık Avrupalının icadıdır ve ırkçılığı Avrupalılar yok etmelidir. Asıl tehlike Neonazilerden kaynaklanmıyor aslında. Dazlaklardan kaynaklanan tehlike abartılmamalıdır. Sessiz ve de ırkçı çoğunluk bence daha önemlidir. Benim umudum gençlerde. Bugünkü gençlik farklı kültürlerden insanlarla iyi anlaşabiliyor. Irkçılık gibi kavramların ne denli gülünç olduğunu biliyorlar.’ ‘Afrikalılar ile Avrupalılar arasındaki farklar nelerdir? Ben beraberliklerimiz üzerine konuşmayı yeğlerim. Aynı şeylere gülüyoruz ve ağlıyoruz, seviniyoruz ve kızıyoruz. Bu önemli, başka şeyler değil… Ben elbette Avrupalıyım ve hayatımın sonuna kadar Afrika’da yaşasam da Avrupalı olarak öleceğim. Ama Afrika beni daha iyi bir Avrupalı yapıyor.’
1990’Lı yıllarda İsveç’te iç siyasi meseleler ve uluslararası sorunlar çeşitlenince, Wallender dizisine de bu sorunlar taşınır. Dizi her ne kadar küçük bir İsveç kasabası olan Ystad’da geçse de yazar, çok başarılı manevralarla suçu yerelin sınırların dışına taşımayı bilir. Suç önce İsveç’e, oradan dünyanın başka köşelerine yayılır. Çünkü Mankell’e göre ‘polisiye romanlarla kapitalizmin tarihi eşanlı olarak birbirine paralel yürümektedir.’ ‘Ben sadece, toplumsal değişime ışık tutmak için suçu ayna gibi kullanmaya çalışıyorum. Bu eski bir edebiyat geleneğidir’, ‘Ahlakçı mıyım? Umarım öyleyimdir. Kitaplarımda toplumumuzda var olan problemler ve seçimler hakkında sorular sormaya çalışıyorum. Cevaplar sunmuyorum, sadece soruyorum.’
Küreselleşen dünyada suç da küreselleşmiştir. ‘Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu Avrupa’nın Batı’ya açılmasıyla fark ettim ki suçun kendisi de bazı değişimlere uğradı. Eskiden sadece Stockholm gibi büyük şehirlerde suç ve suçlulara rastlarken, artık küçük kasabalarda bile uyuşturucu alabiliyorsunuz.’
Henning Mankell ilerleyen yaşına karşın aktivistliğini Mavi Marmara gemisine katılarak da gösterir.
1986 Yılında İsveç başbakanı Olof Palme, karısıyla birlikte sinemadan çıkıp evine doğru giderken suikasta uğrar. Bu olayla, huzurlu Kuzey ülkeleri terörle tanışırlar. Olof Palme’nin ölümü, İsveç’in tarihindeki ve polisiye yazarlarının hikayelerindeki büyük değişimi tetikleyen olaydır. Olof Palme, bir yandan huzurlu sosyal devlet cenneti ülkenin lideri olarak sevilirken bir yandan da değişen liberal ekonomik şartlara karşı fazla sosyalist bulunarak eleştirilir, Sovyet ajanı olarak suçlayanlar dahi çıkar. Cinayetin neden ve kim tarafından işlenmiş olacağına dair araştırmalarla bütün ülkeyi didik didik incelenir, İsveç halkı, suçlularla, şiddet eğilimleriyle, sistemin dışındakilerle ilk kez karşı karşıya gelir. Palme cinayetinin faili bulunamaz, polise olan saygı ve güven gittikçe azalır. Ülkenin trajedisi, global bir maceraya dönüşür. 2003’te İsveç Dış İşleri Bakanı Anna Lindh’in öldürülmesiyle trajedi tekrarlanacaktır.
İsveç’in siyasi tarihinde bir diğer önemli olay 28 Ekim 1981 de yıllarda, bir Sovyet denizaltısı İsveç kıyılarında karaya oturmasıyla başlar. İsveç’in siyasi açıdan yönünü belirlemekte zorlandığı, ülkenin Sovyet ve ABD istihbaratlarının çatışma alanına döndüğü, casusluk skandallarının patladığı bir dönemdir. Olof Palme bu denizaltı olayının araştırılmasının peşine düşmesinden iki yıl sonra öldürülür.
Mankell, Huzursuz Adam’da işte bu soğuk savaş yıllarında, İsveç sularında dolaştığı belirlenen Sovyet denizaltısının kaybolmasıyla başlaya ve İsveç Deniz Kuvvetleri’nde, günümüze kadar gelen casusluk faaliyetlerini konu eder çünkü cinayet ve casusluk kurgusunun tarihi o yıllara uzanır. İsveç tarihi ve toplumu Baş dedektif Kurt Wallender gözüyle sorgulanır.
- Dünya Savaşı’ndan sonra, Doğu ve Batı bloklarının zaman zaman savaş çıkarma tehditleri bütün dünyada gerginlik yaratmıştır. Bu dönemde, insanlarda nükleer kıyamet paranoyası doğmuş, dünya devletleri ise bu iki bloktan birinin yanında yer almaya çalışmışlardır. Gerginlik hiçbir zaman taraflar arasında sıcak savaşa dönüşmemiş olsa da taraflar her anlamda birbirlerini yıpratmaya çalışmışlardır. Genel kabule göre, Berlin Duvarı’nın yıkılışı komünist sistemlerin çöküşüne zemin hazırlamış, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile de Soğuk Savaş bitmiştir.
İsveç, her ne kadar bu süreçte, bir NATO ülkesi olmamasına karşın, Batı bloğunun içinde kalmış ve bir müttefik gibi davranmıştır. Baş komiser’in dediği gibi ‘Subayların bütün sohbeti Tanrı (ABD) ile şeytan (S.S.C.B.) arasındaki savaş üstüneydi.
Kurt Wallender kızın müstakbel kayınpederi, İsveç Deniz Kuvvetleri’nde, hem denizaltı, hem de su üstü gemilerinin kumandanlığını yapmış emekli bir komutan, Hakan von Enke aniden kaybolur. Bir süre sonra Hakan von Enke’nin, geçmişte katıldığı bir denizaltı operasyonunda tuhaf durumlar yaşandığını, bunun vatana ihanet suçu anlamına geldiğini, konuyu Olaf Palme’ye intikal ettirdiğini, bunun üzerine meslektaşları ve askeri yetkililer tarafından dışlandığını öğreniriz. Wallander, kızının hatırına olayı araştırmaya başlar ve bir süre sonra, İsveç’de 80’li yıllardaki casusluk faaliyetlerinin hala devam etmekte olduğunun ayırdına varır.
Nitekim 14 Ekim 2014 günü, Stockholm’ün 50 kilometre açıklarında , yabancı bir denizaltı, çok kısa süreyle, görüntülenmiştir. Gizemli deniz aracını bulmak için İsveç donanması havadan destekli operasyonlara başlatılmıştır. İsveç sahil güvenliğine ait telsizler, Rusça yardım isteyen bazı sesler kaydettiği haberleri basına sızar. Yardım çağrısından sonra İsveç sahil güvenliği, Kanholmsfjaerden bölgesinde bir denizaltının izine rastladığı belirtilir.
İsveç, Soğuk Savaş sonrası ilk kez böylesine büyük bir operasyon başlatır İsveç Başbakanı Stefan Löfven, Rusya ve NATO tarafından askeri tatbikatların arttığını bir şüpheyi abartmamak gerektiğini vurgularken Baltık Denizi’nde ne olup bittiğinden haberdar olduklarını kaydederek, ‘Burası bizim bahçemiz sayılır’ der. İsveç medyası geçen ay iki Rus savaş uçağının hava sahası ihlali yaparak ülke topraklarına izinsiz girdiğini de iddia etmiştir. Soğuk Savaş döneminde İsveç açıklarında Sovyetler Birliği’ne ait denizaltıların operasyonları bölgede tansiyonun yükselmesine neden olmuş ve 1981 yılında Rusya’ya ait bir denizaltı, İsveç’te askeri bölgede karaya oturmuştu.
Huzursuz Adam’da Baş dedekif Wallander, kendiyle ve yaşadığı toplumla hesaplaşmaya girişir. Dedektif üstünden Mankell, birey, siyaset ve toplum sorgulaması yapar. İsveç dış politikasını yerden yere vurur. Wallander ile birlikte çevresindeki insanlar, hatta toplumuyla, siyaseti ekonomisi, hayat koşullarıyla İsveç’in değişimini izleriz. ‘Kurşun rengi gökler, dondurucu soğuk, kasvet, aman vermez bir ciddiyet ve şiddet’in yarattığı bir atmosferde, filozoflaşmış Wallander ‘katil kim?’ sorusundan çok katili suça yönlendiren nedenleri, daha da doğrusu hayatı araştırır.
Mankell kendisiyle yapılan bir röportajda sorulan bir soru üstüne şöyle açıklamalar yapar;‘Kurt Wallander’esevmiyor değilim ama onunla çok farklı olduğumuzu düşünüyorum. Mesela, kadınlara çok garip davrandığını düşünüyorum ve onun bu davranış şekli hoşuma gitmiyor. Fakat bu onu sevmediğim anlamına gelmez, yalnızca onunla bir yakınlığım yok’, ‘Komiser Wallander sosyal demokrattır galiba. Bir anlamda eski moda bir insandır. Acıma, adalet ve beraberlik gibi eskimiş sayılan şeylere inanır. Wallander, her zaman iki seçeneği olduğunu bilir: Televizyon seyredersiniz ve sokakta bir imdat diye bağırır. Şimdi ya imdat sesleri duymamak için televizyonun sesini açarsınız, ya da dışarı çıkıp yardım edesiniz. Kurt Wallander ikinci seçeneği tercih eden insanlardandır.’
Mankell’in Huzursuz Adam’ı 1980’li yıllardan bu yana, bir toplumda, İsveç’te ve dünyada, yok yere şiddet ve savaşın nasıl tırmandırıldığını, küreselleşmeyle birlikte dünyada suçların da nasıl küreselleştiğini, çok güzel ve barışçıl bir dille anlatıyor.
Niçin dünya böyle bir ortamda yaşıyor? Sorunun yanıtı işte Huzrsuz Adam’da veriliyordu. Böyle ortamlardan fayda umanlar, bundan hoşlananalar, çıkar görenler var. Şiddet duyuyoruz. Şiddet hakkında yazılanları okuyoruz. Şiddete tanık oluyoruz. Şiddetin dili, suçun edebiyatı, karmaşa, güvensizlik savaş ekonomilerini canlandırıyor. Toplumların suç toplumuna dönüşmesi, huzuru, barışı istemeyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Burjuva yaşamının tekdüzeliği bozuluyor, durgunluktan korunuyor, gerilimi bir ruh hareketliliği, bir ivme kazandırıyor. Daha çok da silah endüstrisi kazanıyor. Düşman yaratılıyor. Düşmanlık günden güne büyütülüp güçlendiriliyor.
‘Pentagon ve Nato’daki ve hatta İsveç’teki kodamanlar epey düşünceliydiler. Herkesin gücüne inandığı Rus ayısının aslında saldırgan küçük bir kokarca olduğu bilgisi ortalığa yayılırsa ne olurdu? Asıl sorun kıyamet günü değildi, savunma harcamalarıydı… Eğer başlıca düşmanları tehdit olmaktan çıkmışsa Batılılar neden teyakkuz halinde olsundu? O kapasitelerde yeni bir düşman hemen bulunmazdı… Batı açısından Rusya ile silahlanma yarışında ileri savaş teknolojisinde silahlar geliştirmeye devam etmek için yeterli bir neden olmalıydı…Büyünün bozulmamasına gayret etmek son derece önemliydi.’
Oysa insanlık kaybediyor. İnsanlar yaşama haklarını, en temel hak ve özgürlüklerini kaybediyorlar. Oysa umuda, huzura, demokrasiye ihtiyacımız var. Geri dönüşü olmayan barış adımlarının atılmasına ihtiyacımız var.
Savaşa, ölüme hayır diyen, yaşamı seçen bilincimizle, insanlığın, uygarlığın, seste, sözde, konuşmakta, anlaşmakta, barışta olduğunu söylemeliyiz. Çünkü savaşı yenecek tek güç sözdür. Şimdi barış zamanı olmalı. Barışa söz vermeliyiz. Barış için söz vermeliyiz.
30 Nisan 2015 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem 14. Kitabı
Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin, 30.04.2015 tarihinde yapılan on dördüncü ve son buluşmasında, Faruk Sevim İngiliz yazar Joseph Conrad’ı(1857-1924) ve kitabı Gizli Ajan’ı tanıtıp tartışmaya açtı. Yurtsever bir Polonyalı ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da doğan Józef Teodor Konrad Korzeniowski, sürgün edilen anne ve babasıyla birlikte bir dönem Rusya’da yaşar. Çevirmen olan babası Çarlık Rusya’sına karşı 1863 isyanlarına destek veren eylemleri katıldığından Sibirya’ya sürülür. Bir süre sonra önce annesi sonra da babası ölür. Conrad, Krakov’da yaşayan dayısı tarafından büyütülür. Öğrenciliği başarısızdır ama eğitmenleri onun 15 yaşında ‘büyük bir yazar olacağını’ söylediğini bildirirler.
1874 yılından itibaren Marsilya’da bir Fransız şirketinde, 1884′den 1893 yılına kadar da bir İngiliz denizcilik şirketinde denizci olarak çalışır. 1890′da Belçika sömürgesi olan Kongo’da bir buharlı geminin kaptanlığını yapar. Yolculuğu sırasında karşılaştığı zulüm manzaralarına dayanamayıp kısa bir süre sonra bu işi bırakır. 1893 yılında, 36 yaşındadır ve hastalığının da etkisi ile denizcilikten uzaklaşır, yazarlığa başlar. Denizcilik hayatı, hikâye ve romanlarının pek çoğuna konu ve tema sağlar. 1924 yılında İngiltere’de ölen Conrad, anadili olmamakla birlikte İngiliz dilinin en önemli yazarları arasında yer alır. Dilindeki belli belirsiz yabancılığı, anlatmayı sevdiği iç dünyaları, çeşitli yorumlara açık çetrefil kişilikleri anlatmakta başarıyla kullanır. 1886 yılında İngiliz, 1889 yılında Rus vatandaşı olur.
Romanları önceleri gazete ve dergilerde yayınlanmaya başlar. İlk romanını 1895 yılında yazar. 1896’da egzotik bir roman yazar ve bununla ünlenmeye başlar. 1910 yılında devletten maaş alıncaya kadar para sıkıntısı çeker. 1913 yılında yazdığı Talih isimli romanı ile üne kavuşur.
Edward Said, yaptığı araştırmada, Joseph Conrad’ın yaşamını üç bölümde inceler.
- Bölüm: 1890-1913: Önemli eserlerini yazdığı dönem. Lord Jim, Nostromo, Gizli Ajan
2.Bölüm: 1913-1918: Şan ve şöhrete eriştiği dönem, Talih’i yazdığı dönem.
3.Bölüm: 1918-1924: Terörle işinin bittiği, huzura erdiği dönem.
‘Yazar olarak okuyucunun dikkatini toplamaya çalışıyor, yazmanın gücü ile duyurabiliyor, hissettirebiliyor, görmesini sağlıyorsunuz. Yazılarımda cesaret, korku, cazibe gibi kavramları dile getirmiş oluyorum’. Kitaplarında gerçek anılarını o kadar çok kullanır ki, gerçek anıları ile romanları birbirine karıştırılır.
Atölyemizin konusu olan Gizli Ajan 1907 yılında basılır. Kitaba konu olan, olaylar 1886 yılının Londra’sında geçmektedir. Roman temel olarak anarşizm ve terör kavramı, eleştirisi üstünden kurgulanmıştır.
Gizli Ajan, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Amerikan medyasının atıf yaptığı kitapların başında gelir. Terörizm konusunda yazılan ilk romanlardan biri ve bir başyapıt olarak anılır. Joseph Conrad’ın Greenwich Gözlemevi’ndeki gerçek bir bombalama eyleminden esinlenerek yazdığı bu roman, politik şiddetin anlamsız doğasını sergiler.
Gizli Ajan, bir casusluk ve politik şiddet romanı olarak tanımlansa da, aynı zamanda insan psikolojisine dair derinlikli, sarsıcı gözlemleri ve çözümlemeleriyle, ortaya koyduğu unutulmaz karakterlerle, Conrad’ın yirminci yüzyılın ilk büyük yazarı olarak tanınmasını sağlar. Bundan yaklaşık yüz yıl önce ilk yayımlandığında karanlık doğası nedeniyle sansasyon yaratan bu kitap, bugün hâlâ tüm dünyada ilgiyle okunmaktadır. Gizli Ajan’da masum insanların ölümüyle sonuçlanan böylesine ‘anlaşılmaz’ eylemlerde bulunanların zihinlerinde neler olup bittiğini anlatmaya çalışan Conrad, terörizmin günümüzdeki ‘açıklanamaz’ yıkıcılığına ilişkin öngörüleri nedeniyle edebiyatın Nostradamus’u olarak adlandırılmaktadır.
Joseph Conrad, romanın olumsuz eleştiriler alacağından kaygılanarak, kitabın önsözünde bu romanı nasıl kurguladığını ayrıntılı bir şekilde açıklama gereği duyar. Romanın çıkış noktası, yazarın bir arkadaşıyla yaptığı sohbet sırasında, arkadaşının sözünü ettiği Greenwich Gözlemevi bombalanmasıdır. Yazarın arkadaşı, bombayı atan kişinin yarım akıllı birisi olduğunu ve kız kardeşinin bu olaydan sonra intihar ettiğini söylemiştir. Bu anekdot kitabın temel kurgusunu oluşturur. Daha sonra yazarın eline,1880’lerin sonunda Londra’da dinamitli eylemler yapıldığı sırada görev yapmış bir Emniyet Müdürünün yazdığı anı kitabı geçer. Daha sonra da aklında, önce romanın arka planı olan karanlık ve kalabalık bir şehir, sonra da karakterlerin hatları şekillenir.
Roman, 1886 yılı Londra’sında geçmektedir. Bay Verloc’un casus olarak yaşamı ve çevresinde gelişenler anlatılır. Verloc Londra’nın karanlık ve arka bir sokağında, vitrininde göstermelik ıvır zıvır bulunan bir dükkân işletmekte, eşi Winnie, zihinsel engelli kayınbiraderi Stevie ve kayınvalidesiyle birlikte yaşamaktadır. Verloc’un arkadaş çevresi anarşiye inanan kişilerden oluşmaktadır Bu grup, İşçi Sınıfının Geleceği adlı bir anarşist kitapçık yayınlamaktadır.
Verloc S.S.C.B. olduğu hissettirilen bir devletin casusluğunu yapmaktadır. Aynı zamanda İngiliz polisine de bilgi veren bir casustur ve emniyet onu bir muhbir olarak kullanmaktadır.
Bir gün elçiliğe çağrılır ve Birinci Kâtip Vladimir tarafından işe yaramaz, tembel bir casus olduğu söylenerek azarlanır. Vladimir uluslararası baskı yasalarının İngiltere tarafından daha kolay kabul edilmesi için Verloc’tan bir terör eylemi düzenlemesini ister. Bu eylemin sırf yakıp yıkmaya yönelik amaçsız ve insanların kutsal bir şey saydığı bilime yönelik olmasını, bu nedenle de Greenwich Gözlemevine yapılmasını ister. Verloc, Greenwich Gözlemevinin bombalanması için, kendisini çok seven ve ona çok bağlı olan, zihinsel engelli kayınbiraderini kullanır. Ancak Stevie’nin tökezlemesi sonucunda bomba elinde patlar ve ölür. Durumu öğrenen Winnie şoka girer, kocasını affetmez ve kalbinden bıçaklayarak öldürür.
Cinayetten sonra evden kaçan Winnie, polis korkusu ile evin çevresinde dolaşıp durmakta olan kocasının arkadaşı Yoldaş Ossipon ile karşılaşır. Winnie, Verloc’un, yurtdışına kaçma planıyla bankadan çektiği tüm parayı yanına almıştır. Paradan ve kadından yararlanmak isteyen Ossipon, Winnie ile birlikte Avrupa’ya gitmek üzere anlaşır. Ancak paraları Winnie’den aldıktan sonra gemiye binmez. Winnie gemiden atlayarak intihar eder. Yaptığının dehşetiyle dengesini yitiren Ossipon gazeteden öğrendiği haberle, iflah olmaz bir biçimde, paraları da harcayamadan ruh sağlığını yitirir.
Roman modern dünya politikasını anarşizm ve terörizm kavramları ile birlikte ele almaktadır. Romanda anarşizmin insani değerlerle olan çelişkisi gözler önüne serilmekte, ayrıca egemen politik mekanizmaların ne kadar ikiyüzlü olduğu anlatılmaktadır. Rusya Büyükelçiliği katibi, İngiliz bakan, polis müdürü, egemen politik kurumların temsilcileri olarak, kendi şiddet yanlısı planlarının uygulamalarını anarşistlere taşeron olarak yaptıran kişilikler olarak betimlenir.
Romanda anarşizmin yıkıcı etkileri, şiddet yanlısı, insanı önemsemeyen yıkıcı eylemleri anlatılır. Bu yıkıcılık toplumsal olduğu kadar tek tek bireysel öykülerde de kendisini gösterir. Winnie ve kardeşi Stevie anarşizmin masum kurbanlarıdır. Romanda anarşizmin devrimci ideallerinin aslında yıkım ve ölüme yol açtığı üzerinde durulur. Yazar karakterlerin konuşmalarında, tavırlarında ve düşüncelerinde ironik bir yaklaşımla durumu anlatır.
İnsan olarak casuslar, politikacılar ve anarşistlerin ikiyüzlülükleri, bencillikleri ve sahtekârlıkları anlatılır. Anlatıda modern dünyanın kaosu bir anarşizm örneği olarak yerini alır. Romandaki anarşistler aslında hiçbir örgüte bağlı değildir kendi kendilerini anarşist ilan etmiş kişilerdir. Politik hedefleri birbirlerinden farklıdır. Konuşmaktan başka bir şey de yapmazlar. Anarşist kahramanların gerçekte anarşist bir ruh taşımadıkları da vurgulanır.
Anarşist kişilerin hepsi tembel ve şişman olarak ele alınır. ‘Bir sendika lideri bile olamayacak kadar tembel’ ,’Bu kopuk da-tıpkı diğerleri gibi- tembelin teki’, ‘Domuz gibi şişman’, ‘Büyük ve genleşmiş şahsiyet’.
Verloc düşkün bir karakter olarak betimlenir. Romandaki rolü ‘değersizlik, ikiyüzlülük, pasifliktir’. Bazı bölümlerde insancıl, duygusal, cömert, iyi bir eş olarak tanımlanırsa da Stevie’yi ölüme gönderince tüm iyi özellikleri sona erer. Verloc’un anarşist arkadaşları da tembellik, yalancılık, ikiyüzlülük, sahtekârlık konularında ona benzemektedirler. Verloc ve arkadaşlarının, Stevie ile ilgili tanımlamaları ırkçıdır; ‘Bu delikanlı dejenere olmuştur… Dejenerasyonun çok iyi bir örneği. Kulak memelerine bir göz atmak yeterli’. Vladimir nedensiz, insanları şoke edecek bir saldırı ister, saldırı dine veya siyasilere değil bilime yönelik olacaktır. Ama o da ırkçı söylemler kullanır. Oryantalist bakış açısıyla ötekileştirir. ‘Yalancı köpek dedi. Bay Vladimir az çok Şarklı bir ifadeyle’, ‘Bir Türk bile daha edepli davranırdı’, ‘O Alman subayını domuz gibi boğazlardı’. Müfettiş, anarşistleri hırsızlardan daha mantıksız bulur.
Conrad romanda sonucu ölüm ve yıkım olan anarşizmin yararsızlığını, anarşizmin nasıl kendisini yok ettiğini göstermeye çalışır. Devrimci ideallerin arkasına saklanmış, kendilerini anarşist, terörist ilan eden kimselerin, aslında eşitlik, halkın özgürleştirilmesi vb. ideallerle ilgilerinin olmadığını, kendi çıkarları söz konusu olduğunda kolayca bencil, ikiyüzlü olabildiklerini anlatır. Bütün devrimci idealler yaşanan olaylarla boşa çıkmaktadır. Politik kurumlar da teşhir edilir. Rusya Büyükelçiliği, İngiltere Dış İşleri Bakanlığı, Emniyet teşkilatı ahlak ve insanlık dışı metotlar uygulayabilen devlet kurumları olarak eleştirilir.
Romandaki anarşist, casus, politikacı, polis karakterlerin hiçbirinde etik duyarlılık görülmez. Maddi çıkarlar, sahtekârlıklar, insani değerlerini yozlaştırır ve sonucunda Stevie gibi masumların bu dünyada barınamadıkları anlatılır. Romanın sonunda cebinde her an patlatılmaya hazır bomba olan Profesörün varlığı ile yazar okuyucuyu ‘terör her an içimizde’ mesajı ile baş başa bırakır.
Atölyemiz, romanda, kadınlarla ilgili yaklaşımlar da ayrımcı ve ötekileştirici olarak değerlendirdi. Winnie Verloc zihinsel engelli kardeşine ve annesine sağlayacağı imkânlar için kocasıyla evlenmiş, kocasını sevmeyen, eğitim düzeyi düşük, mutsuz bir kadın olarak anlatılır. ‘Bayan Veloc’un becerisiyle yaratılan hayat’, ‘Saygın aile hayatının temelini oluşturan, lüzumsuz söz ve hareketlerden kaçınılarak sürdürülen sağduyu ve sakınımlı bir uyumdu bu’, ‘Bayan Verloc’un annesinin ince hesabı’. Winnie Verloc hayatında önemli yere sahip erkekler tarafından ihanete uğramış bir kadındır. Bu ihanetler sonucunda da önce sevmediği bir adamla evlenir, sonra katil olur, en sonunda da akli dengesini yitirerek intihar eder. ‘Köşeye sıkışan her kadın gibi yüksek sesle ağlamıştı’, ‘Kızlar sık sık erkek çocuğun iyiliği için feda edilir’, ‘Yoksulların o bitmez tükenmez sızlanmalarını sıralamak’, ’Bir erkeğin olması gerektiği kadar –yani fazlasıyla- düşkündü karısına’, ‘Neticede kadınların sıkıcı varlıklar olduğu düşüncesi belirdi’. Diğer bir deyişle erkek egemenliğindeki bir toplumda erkeklerin eylemlerinin kurbanı olur.
Roman kahramanlarından etkilenen gerçek kişiliklerle ilgili yapılan bir araştırmada, Gizli Ajan romanındaki karakterler de incelenmeye alınır. Bu çalışmada, Conrad’ın Gizli Ajan romanının, faaliyetlerini uzun yıllar ‘Unabomber’ adıyla sürdüren ve tutuklanmadan önce 16 bombalama olayı gerçekleştirerek 3 kişiyi öldüren, 23 kişinin de yaralanmasına sebep olan terörist Ted Kaczynski’nin en büyük ilham kaynaklarından biri olduğu anlaşılmıştır. Kendisiyle yapılan röportajlarda Ted Kaczynski, bu kitabı düzinelerce kez okuduğunu, bir nüshasını yatağının başucunda sakladığını ve kendisine rol model olarak, yanında daima bir bombayı hazır ederek dolaşan anarşist karakter ‘Profesör’ü seçtiğini söyler. Çalışmada ayrıca, Unabomber’in kaldığı otellerde kendini Conrad adıyla kaydettirdiği de belirtilir.
Gerek romanda gerekse bugün, gündelik hayatta anarşizm hep şiddet yanlısı bir yaklaşım olarak ele alınır. Oysaki anarşizm toplumsal otoritenin, egemenliğin, baskının, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimleini ortadan kaldırmayı savunan politik felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan sosyal bir terimdir.
Bu hareketler genellikle, merkezi politik yapılar, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ekonomik kurumlar yerine toplumsal ilişkilere dayanan gönüllü etkileşim ve özyönetimi savunur, özgürlük ve otonomiyle karakterize edilen bir toplumu arzular. Bu felsefeler, anarşi terimiyle özgür bireylerin gönüllü etkileşimine dayanan bir toplumu, bireylerin ve toplulukların alınan kararlardan etkilendikleri ölçüde söz sahibi olması düşüncesini ifade eder.
Zorlayıcı kurumlara ve toplumsal bazlı hiyerarşilere karşı olmak anarşizmin asli ilkelerindendir. Anarşizm gönüllülüğe dayanan bir toplumun nasıl işleyeceği konusunda olumlu bir görüşü de ifade eder. Anarşist felsefeler arasında çeşitlilik vardır. Şiddetin anarşizmdeki yeri, ne tür bir ekonomik sistemin olması gerektiği, çevre ve endüstriyalizm hakkında sorular ve diğer hareketlerde anarşistlerin rolleri gibi farklı alanlarda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Anarşist akımlar bu nedenlerle birbirlerinden çok farklı ve hatta birbirlerine karşı da olabilirler. Ortak özellikleri bütünsellikten yoksunluk, anti dogmatizm, devrimcilik, çelişki ve tutarsızlığı tutarlı kabullenme, birey özgürlüğüdür. Şüphecilik ve değişim en büyük özellikleridir. Dogmatik düşüncelerin tümüne karşı çıkarlar.
İnsan doğasının iyiliğine güvenmek, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya dayalı toplumların hiyerarşiyi ortadan kaldıracağına inanmak, anarşizmin temel varsayımlarıdır. Yönetim ve buyruklara, insanın buna ihtiyacı olmadığı için karşı olduğunu söylerler. İnsanların yönetilmesine karşıdırlar. İnsanların kendini yönetebilmesinin mümkün olduğunu, devlet adlı ebeveynin gerekli olmadığını söylerler.
Anarşizm, geleneksel siyasete karşıdır; devletin ve şiddetin olmaması temel ilkeleridir. Parlamento sahte bir kurumdur, halkın iktidarı değildir, bu yüzden oy vermemek gerekir. Devlet, doğası gereği kötüdür. Partiler düzenin elemanlarıdır.
Bireyci anarşizmde devlet, vergi, askerlik, polis, kanun ve hatta toplum ve her türden kollektivite yok kabul edilir. Devletin yok olmasını kabul eder, düzenin sağlanmasını doğal hale bırakırlar. Kendi kendine işleyen bir ahlak düzeni, yasasız ve devletsiz işleyebilir. Yerel cemaatler doğrudan dayanışma ile devlet, sermaye, kiliseye karşı özgürlükleri savunabilir. Bu toplumsallıkta sınır tanımama ana ilkedir.
Bir diğer anarşist kol ise şiddeti savunur. Eylem ile propagandayı itici güç olarak görür. Buna savunmacı şiddet derler ve suikastlarla düzeni sarsmayı öngörürler. Anarşizmin tarihi aslında eski Yunana kadar gider. Sözcük Yunancada yöneticisiz anlamındaki anarchos’dan gelir. Anarşizm terimi kullanmasalar da, Stoacı Zeno ve Sinoplu Diyojen ilk anarşistler sayılabilirler. Sade hayat sürmek gerektiğini ve herkesin özgürlüğü için bireye müdahalenin asgari olması gerektiğini söylemişlerdir. Fransız Devrimi öncesinde Jean-Jacques Rousseau’nun özgürlük yazıları akımın oluşmasına yol açanlardandır.19. Yüzyılda laik yönetimlerle birlikte dinin sorgulanması, tüm otoritelerin eleştirisine yol açar, Avrupa’da tüm otoriteleri sorgulayan ve reddeden fikirler oluşur. Her şeyin yeniden değerlendirildiği bu ortamda anarşist temelleri atan İngiliz William Godwin(1756–1836) olur. İlk zamanlar özgürlük anlayışları nedeniyle ‘liberteryen’ olarak anılırlar. Ancak daha sonra liberalizm ve anarşizm zıt akımlar olarak gelişir. Anarşizm ismini veren ve kamuda bunu duyuran kişi Pierre-Joseph Proudhon(1809-1865) olur ve anarşizmin kuruluşunu en çok etkileyen filozof kabul edilir. Max Stirner(1806-1856), görüşleri kadar yaşamıyla da anarşist tarihin ilginç ve önemli bir ismidir. Mihail Bakunin (1814-1876) düşünce insanından ziyade bir eylem insanı olarak görülür. Başladığı hiçbir kitabı tamamlamamış ve dünyanın dört bir köşesinde eylemler yaparak yaşamıştır. Peter Kropotkin (1842-1921) entelektüel birikimi ile yaşadığı dönemde ün yapmış, ‘Karşılıklı Yardımlaşma’ görüşü ile anarşist felsefeye yeni boyutlar eklemiştir. Emma Goldman(1869-1940) eylemci anarşistlerdendir.
1907 yılında, ilk kez Amsterdam’da Uluslararası Anarşist Kongresi 14 ülkeden temsilcilerin katılımıyla gerçekleşir. Hareketin önemli isimleri arasında kabul edilen Errico Malatesta, Pierre Manatte, Luigi Fabbri, Benoil Broutchoux, Emma Goldman, Rudolf Rocker, Christiaan Cornelissen Kongreye katılırlar. Çeşitli konuların ele alındığı Kongre’de özellikle anarşist hareketin örgütlülüğü, kitlelerin eğitimi, genel grev ve anti militarizm konuları üzerinde durulur. Tartışmanın merkezinde ise anarşizmle sendikalizm arasındaki ilişki yer alır. Monatte sendikalizmin devrimci bir tutum olduğunu ve toplumsal devrimin koşullarını yaratacağını savunurken, Malatesta sendikalizmin kendi başına yeterli olmadığını düşünür. Ona göre sendikalar reformist, hatta kimi zaman muhafazakar bile olabilirler. ABD sendikaları buna örnektir. Vasıflı işçilerce oluşturulmuş bu sendikaların kimi zaman, vasıfsız işçilere karşı ayrıcalıklarını koruma yönünde eylemlere giriştiğini söyler.
Dünya savaşları ve Sovyetler Birliği ile birlikte anarşizm dinginlik evresine girer. Soğuk savaş sonrasında tekrar kök düşüncelere dönülmüş, yeni bakış açıları geliştirilmiştir.
Anarşizm birçok farklı tutum, eğilim ve düşünce okulunu barındıran bir felsefedir. Değerler, ideoloji ve taktikler, hala üzerinde anlaşma sağlanmamış ortak sorunlardır. Uygarlık, teknoloji ve demokratik süreçler keskin biçimde bazı anarşist eğilimlerce eleştirilirken başka anarşistler tarafından alkışlanabilmektedir. Anarşizmin, kapitalizm, milliyetçilik ve din ile olan ilişkisi yaygın olarak tartışılmaktadır. Marksizm, komünizm, anarko kapitalizm gibi ideolojilerle karmaşık ilişki biçimlerine sahip olan anarşizm; hümanizm, kutsal otorite, bireysel çıkar veya çeşitli alternatif etik doktrinler ışığında şekillenmiştir. Irk, cinsiyet ve çevre konusunda ise anarşist tutum 18. yüzyıl felsefesinden bu yana önemli değişiklikler göstermiştir.
Anarşistler şiddet ve kargaşa için savaşan kişiler olarak görülse de birçok anarşist ‘tüm şiddet biçimlerine’ karşı çıkar. Bazen yalnızca kendini savunmayı haklı görürken, bazen de tam bir pasifizmi (barışseverlik) destekler. Tüm şiddeti reddedenler olduğu kadar şiddeti tek yol olarak görenler de mevcuttur.
Anarşizm XIX. yüzyılın son otuz yılında Fransa, Rusya, İspanya ve İtalya’da aydın gruplar vasıtasıyla önemli etkiler yapmıştır. Bütün “yabancılaşma” biçimlerine karşı çıkar. Dinlerin bütün uygulamalarının baskıcı olduğunu, genel seçimler yoluyla bile olsa, siyasî otoritenin devlet tiranlığına yol açacağını, toplumsal kurumlara süreklilik sağlayan kuralların insanları köleleştireceğini söyler. Günümüzde, XIX. yüzyıl sonlarındaki eli bombalı anarşist görüntüsü, kelimenin felsefi anlamına ağırlık veren ülkelerde kaybolmuştur. Fakat Türkiye gibi Batılı kavramları geriden takip etmekle yetinen ülkelerde anarşist ve anarşizm terimleri bir siyasî düşünce sansürünün aleti durumundadır. Gerçekte anarşizmi karakterize eden eşitlikçilik ve mutlak özgürlük fikridir. Bu fikirlere bağlananlar zaman zaman radikal sosyalist veya Marksist gruplar içinde yer alırlar. Daha ılımlı olanlarıysa sanayinin tam demokratik işleyişi görüşünün savunmasını üstlenirler.
Devrimci Malatesta, Neçayev, Bakunin, evrimci Kropotkin, kooperatifçi Proudhon anarşistler arasında sayılır. Bireyci anarşistler (anarko-pasifistler) şiddeti reddeder; Tolstoy, Thoreau, Gandi bu anlayışı benimseyenlerdir. Bireyci anarşitler arasında Aristoteles, Epikür, Diyojen, Albert Camus, Thomas Jefferson, Montaigne, Nietzsche, Marquis de Sade, Sartre, Adam Smith, Oscar Wilde sayılabilir.
İnsan doğasının iyi olduğu, doğa durumu içinde iyiye yöneleceği noktasındaki görüşleri göz önünde bulundurarak, yüzyılı aşkın bir sürede çok farklı kollara ayrılmış olan anarşist düşüncede, her anarşist tarafından benimsendiği söylenemese de, genel anlamıyla ortak iddiaları şunlardır;
1.İnsanlar tabiatları itibariyle iyi kalplidirler, ancak yönetim tarafından yozlaştırılırlar.
2.Toplumun tabii ve hür olmasına karşılık devlet istismar edici (sömürücü) ve tahakkümcüdür.
- İnsanlar gönüllü işbirliği yoluyla birbirlerini tamamlayan, fakat her çeşit zorlama tarafından hüsrana uğratılan sosyal hayvanlardır.
- ‘Yukarıdan gelen’ reformlar onları başlatan otoritenin damgasını taşır ve bu yüzden değersizdir.
5.Sosyal değişme devrimci eylemle, hatta belki de şiddetli eylemle gerçekleştirilmelidir.
Biz de insanlar arasında uyuma, karşılıklı anlayış ve hoşgörüyle oluşan bir ortama, insanın denge, huzur ve güven içinde olacağı günlere, barışa olan özlemimizle, Edebiyatta Savaş ve Barış’ın bir dönemini daha bitirdik. Dünya’da hala, masa başlarında yapılan hesap ve kitaplarla masum insanlar öldürülmeye devam ediyor. Dünya daha fazla kana bulanmadan bu yüzyıl artık barışın yüzyılı olsun istiyoruz. Barışa söz verelim! Barışalım artık!
4 Kasım 2015 – Edebiyat Atölyesi VII. Dönem 1. Kitabı – İstanbul
Konusunu ‘Rus Edebiyatında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 04.Ekim Çarşamba akşamki toplantısında ilk kitabı olan Aleksandr Puşkin’in Yüzbaşının kızı’nı bize Evren Ergeç sundu ve tartışmaya açtı. Eser 1834 yılında yazılıp 1836 yılında tefrika edilmişti. Eser, II. Katerina’nın çariçe olduğu dönemde(1762-1796), 1970’li yılların başında, Kazak Yemelyan Pugaçov’un liderliğinde başlayan köylü ayaklanmalarının yaşandığı Orenburg, Kazan (bugünkü Tataristan toprakları) bölgelerinde yaşananları konu ediyordu.
Kazaklar,( Kozak, Kosak, Rus Kazakları olarak da adlandırılırlar), kökenleri çok bilinmese de, Ukrayna ve Güney Rusya’nın yerli halklarının karışmasıyla 15. yüzyıl dolaylarında Don ve Dinyeper nehirleri civarında ortaya çıkan etnik topluluktur. Balıkçılık ve yağmacılık yaparak geçinen, dindar Ortodoks olan, geleneklerine bağlı kapalı bir toplumdur. Savaşçı özellikleri nedeniyle Çarlık ordusunun vazgeçilmez ve korkulu unsurları olmuşlardır. 20-60 Yaşları arasında ortalama 22 sene askerlik yapan ve karşılığında, Rus köylülerinden önce toprak sahibi olan bir topluluktur. Kazaklar Rus ordularında özellikle sınır bölgelerin korunması gibi görevlerde kullanılmışlardır. Rusların Orta Asya ve Sibirya’yı ele geçirmelerinde bu savaşçı topluluğun payı büyüktür. Kazaklar 1917 Devrimi ve sonrasında sosyalist düşünce ve yönetime hiç uyuşamaz ve Beyaz Ruslar’ın yanında yer alırlar, isyanlar çıkarırlar ve kolektifleştirmeye karşı direnirler.
1860- 1870’Li yıllardaki savaşlar nedeniyle kötüleşen halkın durumu,18. yüzyılın ikinci yarısında keskinleşerek güçlenen feodal-kölecilik koşulları, ülkenin merkezinde baş gösteren veba sağlını, toprak sahiplerinin baskıları, toplumsal çelişkilerin derinleşmesi, ülkede yaşanan karmaşa, ayaklanma koşulları geliştirir. Özellikle de Kazaklar arasında sık sık isyanlar çıkmasına neden olur. Kazaklar arasında, XVII. ve XVIII. Yüzyılda çıkartılan en önemli isyanlar Stenka Razin, Kandrati Bulavin ve Emelyan Pugaçev önderliğinde yürütülen isyanlardır.
Yemelyan Pugaçev(1740-1775) Çar III. Petro’nun şaibeli ölümü üzerine harekete geçer, kendisinin çar olduğunu, suikastten kurtularak Asya’ya kaçtığını iddia eder ve çevresine topladığı güçlerle bir isyan başlatır. Kazaklardan büyük destek alan Pugaçev, Rus birliklerini yenerek Kazan’ı ele geçirir, Moskova ve St. Petersburg’u tehdit eder. 1772 Yılında hazırladığı bildiriyle Kalmıklar ve Tatarları isyana çağıran Pugaçev, bölgedeki tüm çiftlikleri dört yüz kişilik çekirdek bir güçle dolaşır. 1773’te Orenburg üzerine yürüdüğünde 2 bin 500 kişilik küçük bir ordu toplamış olan Pugaçev Aralık ayında 30 bini bulan birlikleri ve 86 top ile tüm Pavolje ve Ural bölgesini kontrol etmeye başlar. Ancak, Uzun süre devam eden Orenburg kuşatması, Pugaçev’in büyük bir yenilgiye uğramasına neden olur. Ardından, Kazan’da ve Ural’da yenileri eklenir.
Ancak Ruslar Osmanlı ile barış yaptıktan sonra tüm güçlerini Orta Asya’ya sürerler. Pugaçev yenilir ve idam edilir. Pugaçev, Rusya tarihindeki en korkunç isyancılardan biri olarak anılırsa da Kazaklar için büyük bir halk kahramanıdır.
Edebiyatta da Kazaklar önemli eserlere konu olmuştur. Gogol’un Taras Bulba’sı (1835), Tolstoy’un Kazaklar’ı (1863), Şolohov’un Durgun Akardı Don’u (1940) ve incelediğimiz Puşkin’in Yüzbaşının kızı.
Ruslar için, Rus dilini olgunlaştıran, yazın dili haline getiren, en büyük edebiyatçı/şair olan Puşkin’in 1834 yılında yazdığı Yüzbaşının kızı eseri, büyük değişimlerin yaşandığı yüzyılın ve edebiyatta büyük çığır açan toplumcu gerçekçilik akımın özelliklerini taşır. Toprak ağaları ve serfler, kölelikten kurtuluş için çıkartılan isyanlar, ‘iç ve dış’ düşmanlarla yaşanan savaşlar, savaşların getirdiği zorluklar, ataerkil toplumun bir özelliği olarak askerlik, kırsal kesimin yoksulluğu, kötü hava koşulları, aşırı soğuk, günlük yaşamın sıradanlığı, modern yaşamın dayattığı değerlerle geleneksel değerlerin çatışması…
Yüzbaşı’nın kızı savaş ortamında, Kazak isyanının kapısına dayandığı askeri bir garnizonda/kalede geçer. Eser, savaş ve şiddeti yaratacak, körükleyecek en uygun ortamı ve değerler sistemini betimler. İnsanların, askerlerin ve soyluların diğerlerine olan güvensizliği, sınıflı toplumun, efendi-köle ilişkisinin acımasızlığı, kadınların geleneksel rollerine hapsedilmişlikleri, erkeklerin de sürekli olarak ‘erkeklikle’ sınanmaları, düşmanın bile kategorize edilmişliği, kavganın, savaşın ahlakı, ‘hayali düşman’ yaratımı, ‘bir amaç uğruna savaşma, şehit ve kahraman olma, ölme vazifesi’, yargı sisteminin sakatlanmışlığı, işkence, ayrımcı dil…
‘Hep Yahudi pataklayacak değilsin ya!’, ‘Davetsiz misafir Tatardan beterdir’, ‘Türklerle, İsveçlilerle savaşsan hadi neyse…’, ‘Türklerle, İsveçlilerle savaştım, yeterince ölü gördüm’, ‘Ayyaşın teki devleti sarsıyor’, ‘Yeterince Hristiyan kanı döktüm’, ‘Senin efendinim ben sen de benim uşağımsın… Akıl verme bana, sana ne söylüyorsam onu yap’, ‘Zavallı Miranov! Çok yazık, iyi bir subaydı. Madam Miranova da iyi bir kadındı. Çok güzel mantar turşusu yapardı!’, ’Babanızın 300 canı var (kölesi)’, ‘Dullar kızlardan daha iyi kısmet bulur’, ‘Karı gibi çene çalıyor’.
Atölye, Puşkin’i, Rus dili ve edebiyatının öncü yazarı olmasına, yazarın dilini ve edebiyatını beğenerek okumasına karşın, yaşadığı dönemin statükosunu koruyan, geçerli değer yargılarını savunan, savaşı yücelten bir yerde durduğunu, yazarın, savaşa güzelleme olarak Yüzbaşının kızını kaleme aldığını değerlendirdi. Bir kez daha, edebiyatın, şiddetin ve savaşın yeniden üretilmesine, normalleştirilmesine ve hatta göz ardı edilmesine yarayan bir örneğiyle karşı karşıya olduğumuzu gördük.
18 Kasım 2015 – Edebiyat Atölyesi VII. Dönem 2. Kitabı – İstanbul
Konusunu ‘Rus Edebiyatında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 18 Kasım Çarşamba akşamki toplantısında, dönemin ikinci kitabı olan Nikolay Gogol’un(1809-1852) Palto’sunu (Roma 1842) bize Yıldız Önen sundu ve tartışmaya açtı. 19 Yüzyılın önemli eleştirmeni Belinski’nin tanımıyla Gogol ‘gündelik yaşamın şairi’dir. Çocukluğunun geçtiği köy hayatı ve yoğun Kazak kültürü, yazdığı eserlere yansır. 1828′de Petersburg’a memur olmaya gider ama işler umduğu gibi gitmez, Almanya’ya geçer. Dönüşünde, 1830 yılında, çok düşük bir maaşla da olsa, bir bakanlıkta devlet memuru olarak çalışmaya başlar. Annesine yazdığı mektupta ‘Şube müdürlerinin budalaca yazılarını temize çekmekle uğraşıyorum. Oysa bu saçma işten oldum olası nefret etmişimdir,’ der. Palto’da bu dönemlerin izlerini görürüz. Gogol’e çok güç gelen bu memuriyet bir yıl sürer ve 1831’de bir soylular okulunda tarih öğretmeni olur. Bu dönemde de hikayeler, şiirler yazmaya başlar.
Gogol, 1836′da Puşkin’in çıkardığı Sovremennik adlı dergide, yergili gerçeküstücü öyküsü ‘Burun’u yayınlatır. Edebi anlayışı, bu dönemde Puşkin’in etkisi altına girer ve hayatı boyunca önemli bir dayanak olur. Yazarın Puşkin’le olan arkadaşlığı, onu aldığı acımasız eleştirilerden de koruyan en büyük güç olur.
Öykülerinde günlük hayatı, ‘küçük ve sıradan insanı’, ‘insancıkları’, zaman zaman mizahi zaman zaman öfkeye varan bir şekilde anlatır. Yazdıklarına aldığı tepkiler yüzünden Rusya’dan ayrılmak zorunda kalır. Roma’ya gider ve burada, Puşkin’in tavsiyesi ile en büyük eseri olan Ölü Canlar’ı, Palto’yu ve Taras Bulba’yı yazar.
Puşkin’in öldüğü haberi, o zamana kadar Puşkin’i düşünmeden, dikkate almadan hiçbir şey yazmayan Gogol için, gerçek bir yıkım olur.
Palto’da sıradan insanların yaşadıkları acılar, maruz kaldıkları haksızlıklar, ve yaşadıkları yoksulluk tüm gerçeklikleriyle, okuyucuyu sarsacak bir ustalıkla gözler önüne serilir. Eser, Rus edebiyatına sıradan insanların gerçekçi bir girişi olur ve Dostoyevski’ye, Rus edebiyatını kastederek,‘Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık’ dedirtir.
Dönem aydınlar üzerinde büyük baskıların uygulandığı karanlık I.Nikola dönemidir. Gogol düzen savunucuları tarafından Rus insanını aşağılamakla, onun kötü yönlerini göstermekle, halkına ihanetle suçlanır. Ancak onun yapmak istediği halkını aşağılamak değil onu bu hale sokan yozlaşmış düzeni tüm gerçekliği ile gözler önüne sermektir.
Baskılardan yılan Gogol’un konular itibariyle geri savrulduğu dönem, onu sevenlerde hoşnutsuzluk yaratır, eleştiriler artar. Gogol’ü en çok sevenlerden ve onun büyüklüğünü ortaya koyanlardan biri olan Rusya’nın ünlü eleştirmeni Belinski bile ona şiddetle saldırır. Bu durum Gogol’a büsbütün dokunur. Dine karşı ilgisi artar ve daha önce eleştirdiği kiliseyi övmeye başlar. 1848’de kutsal toprakları ziyaret etmek için Filistin’e gider. Moskova’ya geri döndüğünde, Matvey Konstantinovski adlı gerici bir rahibin etkisi ile 1852 yılında Ölü Canlar romanının ikinci bölümünün el yazmalarını yakarak imha eder. Bu davranışından 10 gün sonra da, 43 yaşında Moskova’da ölür.
Palto, Gogol’un 1834 yılında dinlediği bir gerçek öyküye dayanır. Dinlediği öyküde konu olan bir tüfektir. Gogol bunu palto’ya (kaputa) çevirir. Sıradan insanların çektiği sıkıntıları, maruz kaldığı eşitsizlikleri, çektikleri acıları hikâyenin başkahramanı Akakiy Akakieviç’in yaşantısıyla gözler önüne serer. Rusya’da yaşanılan sosyal sınıf baskısının alt sınıf insanların üzerinde bıraktığı etkiyi anlatır.
Daha öykünün başında yazar, kahramanının (anti kahramanın)ne mal mülk, ne memuriyet hayatı ne de görünüş itibarıyla hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir adam olduğunu vurgulayarak, diğer yazarların hiçbir zaman eğilmeyecekleri bir konuyu işleyeceğini müjdeler. Bu dönemin edebiyat anlayışına göre başlı başına aykırı bir yaklaşımdır. Edebiyat sadece önemli kişilerin hayatlarını, özellikli durumu olan şahısları anlatmaktan ibaret gibi görünürken, Gogol Palto’yla her şeyi altüst eder. Küçük bir memurun yaşayışını, hayat mücadelesini mercek altına alır ve onu edebiyatın öznesi haline getirir.
Palto’da işlenen konunun önemli bir bölümünü insanların içindeki kötücül yanın vurgulanması ve insani özelliklerini yitirmeleri oluşturur. ‘Genç memurlar ise, memurlara özgü o keskin zekâlarının ürünü olan nüktedanlık becerilerinin en güzel örneklerini sergileyerek Akakiy Akakiyeviç’le alay eder, onun gururunu zedeleyen espriler yaparlardı… onunla ve yetmiş yaşındaki ev sahibesiyle ilgili kendi uydurdukları hikâyeleri birbirlerine anlatırlar, Akakaiy Akakiyeviç’in ihtiyar kadından dayak yediğini söyler, ikisinin ne zaman evleneceğini sorardı… kâğıttan hazırladıkları konfetileri başından aşağı dökerek ‘A! Kar yağıyor!’ diye dalga geçerlerdi’, ‘Hayatı boyunca bu sahne gözünün önüne geldikçe, genç adam elleriyle yüzünü kapatıp insan denilen varlığın ne kadar acımasız olabildiği; ince, kültürlü, terbiyeli kişilerde (Tanrım!),hatta toplum tarafından asil ve şerefli insanlar olarak kabul görmüş kişilerde bile ne kadar gaddarca bir yan olabildiği gerçeğini gördükçe derinden sarsıldı.’
Yazar Rusya’nın soğuk ikliminden ve fakir insanların bu koşullardan çektiklerinden bahseder ‘ Yılda dört yüz ruble kadar gelir elde eden herkesin mücadele etmek zorunda kaldığı amansız bir düşman vardır Petesburg’da. Söz konusu düşman, her ne kadar insan sağlığına iyi geldiği söylense de, bizim ünlü kuzey ayazından başka bir şey değildir.’
Büyük bir özveriyle diktirdiği yepyeni paltosunun, acımasız iş arkadaşlarınca çalınması, kahramanı yatağa düşürür, sonunda da öldürür. ‘Akakiy Akakiyeviç toprağa verildi ve Petersburg onsuz kaldı; sanki bu kentte böyle biri hiç var olmamıştı. Davasına kimsenin sahip çıkmadığı, kimsenin yakınlık göstermediği… yıllarca dairedeki arkadaşlarının acımasız alaylarına sabırla katlanan Akakiy Akakiyeviç bir hiç uğruna bu dünyadan sessizce göçüp gitmişti.’
Behçet Çelik öyküyle ilgili şu saptamada bulunur; ‘Paltoya sahip olduğu kısa süre içerisinde Akakiy değişmiş, neredeyse bambaşka bir insan olmuştur. Bir hayaletken (çok zaman kimsenin varlığından haberdar olmadığı bir hayat sürmesi böyle yorumlanabilir) normal bir insana mı dönmüştür, o kısa süre içerisinde daha önce yapmadıklarını yapması, hissetmediklerini hissetmesi onun kendisinin bir hayaletine ya da olmayan başka bir şeye dönüştüğü anlamına mı gelir, bunlar tartışılabilir. Aynı biçimde, absürd olanın Akakiy’in yıllar boyu sürdüğü hayat mı, yoksa paltonun onun ölümünün ardından hayalete dönüşmesi mi olduğu sorusuna tam bir yanıt vermek mümkün değil. Vermemiz de gerekmiyor. Nabokov’un sözünü yinelemekte fayda var. Palto’yu okuduğumuzda, yayınlanmasının üzerinden nerdeyse 175 yıl geçmesine rağmen, ‘kendi varoluş durumumuzu, ender yaşanan akıldışı algı anlarına bağlayan gölgeler bul[mak]” bugün de mümkün.’ Atölye, Gogol’u, Rus dili ve edebiyatının bu büyük yazarını, yazarın dilini ve edebiyatını beğenerek okudu ve barışçıl olarak değerlendirdi. Evet, Akakiy Akakiyeviç ‘küçük bir insan’dı ama tüketmeye eğilimli olmayan, tutumlu, işini bilerek ve ciddiyetle yapan, bununla mutlu olan, barışçıl, kâr merkezli düşünmeyen ‘bir birey’di de.
2 Aralık 2015 – Edebiyat Atölyesi VII. Dönem 3. Kitabı – İstanbul
Konusunu “Rus Edebiyatında Savaş ve Barış” olarak belirlediğimiz VII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye”sinin 2 Aralık Çarşamba akşamki toplantısında, dönemin üçüncü kitabı olan Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in (1818-1883) Babalar ve Oğulları’nı (1818-1883) bize Özlem Tatlıcan sundu ve tartışmaya açtı.
On ikinci yüzyılda ilk Rus Kararnamesi sayılan Russkaya Pravda, ülkede serflik sisteminin kuruluşunu ilan eder. O tarihten itibaren, adeta esir statüsünde yaşayan serflerin toprak sahiplerine kulluğu tam yedi asır sürecektir. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, Rus İmparatorluğu’nun topraklarında yaşayan kırk milyon köylünün yarısını oluşturan serfler, toprağın, mülkün bir parçası olarak doğmakta ve derebeylikler arasında ticari bir meta gibi alınıp satılabilmekteydiler.
On yedinci yüzyıl başlarında imparator olan Romanov Hanedanı uzun süre bu sistemin koruyucusu olur. En sonunda Çar II. Aleksandr, 1861 yılında serflik sistemine son verecek, elli yıl sonra da, bu kez de torunu II. Nikolay, Bolşevik Devrimi ile birlikte ayaklanan köylüler tarafından Yekaterinburg şehrinde, 17 Temmuz 1917 günü, ailesi ile birlikte kurşuna dizilecektir.
Rusya”nın toplumsal yapısının temel taşı olan serflik kurumu aynı zamanda ülkede geriliğin başlıca kaynağıdır. Ama soyluların tepkisinden çekinen ve bir otorite boşluğunun doğmasından korkan dönemin imparatorları bu kuruma dokunamaz. İmparatorluk bürokrasisinin kırsal alanda uygulayabildiği tek reform, devlete ait arazileri eken köylülerle ilgili olarak bir bakanlığın kurulması olur. Köylüleri volost denen birimler çerçevesinde örgütleyen bu bakanlık, tarım ve eğitimin geliştirilmesinde belirli ölçüde başarıya ulaşır.
Rus aydınlarının serflik sistemine karşı çıkmasının temelinde yatan düşünce, bu kurumun ekonomik gelişmeyi kösteklediği noktasında toplanır. Toprakların verimli, işgücünün bol ve tahıl ticaretinin kazançlı olduğu güney bölgelerindeki durum bu yaklaşıma oldukça uygundur. Ama ülkenin öteki kesimlerinde toprak sahiplerinin tek işgücü dayanağını serfler oluşturur. Ayrıca kuzeydeki bazı yörelerde zanaatçılıkla uğraşan serflerin ödediği vergiler toprak sahiplerine önemli bir gelir sağlar. Sonuç olarak toprak sahiplerinin büyük çoğunluğunun çıkarları serfliğin korunması yönünde olduğundan, sistem yüzyıllar boyunca değiştirilemez.
- yüzyılın ilk yarısında Rusya, daha çok pamuk dokumacılığı ve şeker üretimi gibi sanayilerde gelişme gösterebilir. Sanayiyi geliştirmeye yönelik yüksek gümrük tarifeleri de bu dönemde gündeme gelir. Tahıl ihracatında sağlanan önemli artışa karşın, Rusya”nın dış ticaret hacmi eski düzeyini aşamaz. Rusya”nın ilk demiryolu hattı ancak 1851″de hizmete açılır ve karayolları ağı son derece yetersiz kalır. Sanayi ve ticaretteki cılız gelişmeye göre hızla büyüyen kentlerde, devlet korumasından yararlanan varlıklı tüccarlar önemli bir güç kazanır. Orta Rusya”daki bazı merkezlerde sanayi işçisi olarak nitelendirilebilecek bir kesim ortaya çıkar. Bununla birlikte kentlerin ağırlıklı öğelerini küçük esnaf ve zanaatçılar ile serfler oluşturur.
- Aleksandr (1855-1881)döneminde yasayla düzenlenen eğitim sisteminin yeni üniversite ve okullarla yaygınlaşmasına, aynı zamanda ‘zararlı düşünceleri önlemeye yönelik sıkı bir denetim eşlik eder. II. Nikolay”ın(1894-1917) yönetiminde okullarda daha özgür bir ortama izin verilmesine karşın, üniversite öğrenimini soylu ve varlıklı çevrelerin çocuklarıyla sınırlamaya yönelik sistemli bir çaba başlar. Gene de küçük memur, esnaf ve papazların oluşturduğu bir kesimden gelen yeni bir aydın tabaka ortaya çıkar.
Doğrudan siyasi eleştirilerin sert cezalarla karşılaştığı ağır baskı ve sansür ortamında, düşünce akımları ancak felsefe ve edebiyat alanında ifade olanağı bulur. Aydınlar arasındaki değişik eğilimler, Slavofiller ve Batılılaşma yanlıları biçiminde bir kutuplaşma yaratır.
Batılılaşma akımı, Avrupa tipi bir burjuva liberalizminden çok, radikal bir siyasi dönüşümü savunur ve otokrasinin dayanağı olan Ortodoks Kilisesi”nin etkisini kısmayı hedef alır. Buna karşılık Petro döneminde Batı”ya açılmanın sağlam geleneksel yapıyı bozduğunu öne süren Slavofillerin programı Rusya”ya özgü kurumları ve Ortodoksluğu temel alan evrimci bir gelişme çizgisine dayanır. İki akımın temsilcileri zaman zaman belirli noktalarda buluşabilir ve bazı görüşlerle birbirlerini etkileyebilirler.
Kırım Savaşı”ndaki (1853-1856) yenilgi Rusya’nın geri kalmışlığının bir eseri olarak değerlendirilir. Bu yenilgi sonrasında Çar II. Aleksandr bir takım reform hareketlerine girişir. Bunların başında, kendisinin daha sonra ‘Özgürlükçü Çar’ olarak anılmasını sağlayacak olan, serflerin özgürleştirilmesi gelir. Rusya”yı ileri Batı ülkelerinin düzeyine çıkarmak amacıyla köklü değişiklikler yapılması gerektiğini gören II. Aleksandr, toprak sahiplerinin sert muhalefetini belirli ödünlerle yumuşatarak 1861″de serfliği kaldıran bir kararname yayımlar. Bu kararnamede on milyonlarca kişi özgürlüğe kavuşturulurken, uzun vadeli bir ödeme programıyla eski serflere belirli ölçüde toprak dağıtılır. Ama mülk sahibi geniş bir köylü sınıfı yaratma çabası, toprak sahiplerine verilen tazminatları karşılamak için köylülerin ağır bir borç altına sokulması ve birçok bölgede köylülerin topraklarını ellerinde tutamaması gibi nedenlerle başarısızlığa uğrar. Buna karşılık toprak sahiplerinin ekonomik dayanaklarının zayıflamasıyla feodal ilişkilerde hızlı bir çözülme süreci başlar.
Serfliğin kaldırılmasıyla birlikte toprak sahiplerinin yerel yönetimdeki ağırlığı da kırılır. Daha önce toprak sahiplerince seçilen yerel yöneticilerin, merkezden atanması ilkesi getirilir. Kökeni çok eskiye dayanan köy komünü sistemi, devlet adına vergi toplamayı sağlayan bir araç olarak düzenlenir. Bu reformların ardından 1864″te zemstvo adı verilen yerel yönetim meclisleri oluşturulur. Üyeleri seçimle belirlenmekle birlikte oy ve sandalye dağıtımı sayesinde toprak sahibi soyluların büyük bir ağırlık taşıdığı zemstvo”lara eğitim, sağlık, yol yapımı ve başka yerel işlerle uğraşma yetkisi tanınır.
Aynı yıl yargı alanında yapılan geniş çaplı bir reformla düzenli ve modern bir adli sistem kurulur.
Aleksandr bu tür reformların yanı sıra siyasi alanda da bir yumuşama başlatır. Birçok mahkûm ve sürgünü bağışlayarak baskı ve kısıtlamaları hafifletir. Ama liberal çevrelerin temsili bir yönetim oluşturulması yönündeki isteklerine sert bir biçimde karşı çıkarak, otokratik düzeni koruma yoluna gider.
Serfliğin kaldırılmasından sonra köylülerin karşılaştığı yeni güçlükler radikal aydınların yönelttiği sert eleştiriler doğrultusunda devrimci bir hareketin gelişmesine zemin hazırlar. 1863″te Polonya”da patlak veren ayaklanmanın ve 1866″da Çara karşı girişilen suikastın ardından yönetimde tutucular ağırlık kazanmaya başlar. Bu dönemde reformlar, kentlerde sınırlı seçime dayalı belediye örgütlerinin kurulması (1870) ve zorunlu askerlik hizmetiyle birlikte ordunun modernleştirilmesi (1874) gibi adımlarla sınırlı kalır. Devrimci hareketin Avrupa”daki sosyalist akımlardan da etkilenerek yeniden canlandığı 1870″lerde Narodnikler olarak adlandırılan gençler, siyasal propagandayla köylüleri ayaklandırma hedefine yönelir. Bunu izleyen yaygın tutuklama ve sürgünler hareketin daha radikalleşmesine ve yeraltına geçmesine yol açar. Sıkı bir örgütlenmeyle ortaya çıkan Zemlya i Volya (Toprak ve Özgürlük), zamanla şiddet eylemlerine başvurmaya başlar. Örgütün 1879″da ikiye bölünmesinden sonra Narodnaya Volya(Halkın İradesi) adını alan şiddet yanlısı kanat, 13 Mart 1881″de bombalı bir suikastle imparatoru öldürür.
İmparator olan III. Aleksandr(1881-94) babasının bir süre önce ele aldığı meşruti düzene geçiş tasarısını bir yana atarak eğitimi sınırlama, zemstvoların çalışmalarını engelleme ve köy komünleri üzerinde daha sıkı bir denetim kurma gibi baskıcı önlemler alır. Olağanüstü yetkilerle donatılan ve maddi koşulları düzeltilen bürokrasi, etkili bir baskı aracı durumuna gelir. Ama ekonomik gelişmenin yarattığı yeni toplumsal güçler ve gerginlikler yeniden etkili bir muhalefet doğurur. Merkezi hükümetin otoriter tutumunun da etkisiyle zemstvolar içinde güçlenen ılımlı liberal hareket, otokrasiyi korumada direten I.Nikolay”ın (1894-1917) imparator olmasından sonra daha da yaygınlaşır. Aydınlara ve serbest meslek sahiplerine dayanan radikal akımlar boy gösterirken, sosyalist harekete temel oluşturan sanayi işçileri ile özellikle Orta Volga bölgesindeki köylüler arasında da bir hareketlenme başlar.
Eski serflerin kendilerine dağıtılan toprakların borçlarını ödeyerek ve toprak satın alarak mülk sahibi bir sınıf durumuna gelmesi oldukça ağır ve sancılı bir süreç izler. Bu süreçte köylüler arasında da belirgin bir nbso online casino reviews farklılaşma ortaya çıkarken, soylu toprak sahiplerinin konumu gittikçe sarsılır. Belirli bir köylü kesimin daha yüksek bir refah seviyesine ulaşmasına karşın, tarımdaki gerilik ve yoksulluk yaygın varlığını sürdürür. Bunun başlıca nedenleri devletin tarımı ihmal etmesi, ağır borç yükü, çeşitli temel gereksinim mallarından alınan vergiler, üretim araç ve tekniklerinin eksikliği, düşük verimlilik düzeyidir. Kırsal kesimdeki yaygın yoksulluğun bir başka kaynağı, Sibirya”daki yeni yerleşim alanlarıyla zengin tarım bölgelerine ve kentlere yönelik göçlerin hızla artan işgücü fazlasını eritememesidir. Köy komünü sisteminin girişimci çiftçilerin gelişmesini köstekleyen katı kuralları da tarımdaki güçlükleri artırır. Sonuç olarak feodalizmin çözülmesine eşlik eden ağır sorunlar köylerde bir altüst oluş başlar ve özellikle yoksul köylüler arasındaki toprak talebini daha da keskinleştirir.
Serfliğin kaldırılması ve kırsal kesimin pazara açılması sınırlı düzeyde de olsa kapitalizmin serpilmesine elverişli koşullar yaratır. Bankalar ve kredi kuruluşları küçük köylere kadar ulaşır, tahıl ticareti önemli ölçüde canlanır. Özellikle 1870″lerde hızlı yürütülen demiryolu yapımı, bölgeler arasındaki ekonomik bütünleşmeyi ileriye götürür. Askeri geleneklerin ve demiryollarının demir ve çelik için yarattığı yüksek talep, bu ürünlerin içeride karşılanmasını zorunlu kılar. Böylece 19. yüzyılın sonlarına doğru yaygın kömür üretiminin de yardımıyla geniş çaplı bir metalürji sanayisi doğar. Orta Asya”daki yeni topraklardan sağlanan bol miktarda hammadde, dokumacılık ve şeker üretimi gibi sanayilere daha sağlam bir temel kazandırır. Özellikle Petersburg”da makine yapımı ve elektrik donanımıyla ilgili sanayiler doğmaya başlar. Azerbaycan”da çıkarılan petrol önemli bir kaynak durumuna gelir. Öte yandan Fransız ve Belçika sermayesi metalürji sanayisinde, Britanya sermayesi petrol üretiminde, Alman sermayesi de elektrik alanında yoğun yatırımlara girişir.
Sanayinin işgücü kaynağını büyük ölçüde kırsal kesimden kopan köylüler oluşturur. Kentlerde hızla büyüyen işçi sınıfı ağır bir sömürüyle karşı karşıya kalır. Düşük ücretler, uzun iş saatleri ve kötü barınma koşulları işçiler arasında tepkiler doğurmada gecikmez. İmparatorluk polisinin sıkı yasak ve baskılarına karşın, gizli sendikal örgütlenmeler ortaya çıkar ve giderek yükselen grev eylemleri başlar.
Devletin koruyucu şemsiyesi altında gelişen Rus burjuvazisi kaçınılmaz olarak otokratik yönetimle bütünleşme yoluna gider. Bürokratik ve askeri bir nitelik taşıyan Rus kapitalizminin itici gücünü de büyük ölçüde resmi devlet politikaları oluşturur.
Yaşadığı dönemin Rusya’sındaki hoyrat düzen, eşitsizlik, baskı ortamı, toprak sahiplerinin yarattığı zor koşullarda serflerin çektiği sıkıntılar, birçok yazar gibi Turgenyev’i de etkilemiş, hem edebi kişiliğini hem de politik görüşlerinin temelini oluşturmuştur. İyi bir eğitim alır, yurt dışı seyahatleri yapar ve toprak köleliğine karşı duran entelektüel bir çevrede dostluklar kurar.
1842 yılı Turgenyev için ilk yazınsal denemeleri dışında ilk ciddi çalışmalarını yaptığı yıl olur. Yine aynı yılda, ailesinin selflerinden bir kızla girdiği ilişkiden gayrimeşru çocuğu, Paulinette dünyaya gelir.
1850’Li yıllar Rusya için sanayileşme ve şehirleşme çağının başladığı, siyasi baskıların da arttığı, Rusya’da güçlü reform rüzgârlarının estiği yıllar olur. 1852 yılında Gogol”un ölümü üzerine kaleme aldığı yazı sansürlenir ve Turgenyev tutuklanarak bir ay hapis yatar. Bundan sonraki bir yıl boyunca da polis gözetiminde yaşar.
1860’da İngiltere seyahati sırasında ‘Babalar ve Oğullar romanındaki baş kişisi Bazarov’unu düşünmeye başlar. Bu sağlık merkezinde tanıştığı bir doktordan esinlenerek geliştirdiği bir kişidir. Rus entelektüellerinin, Batı’daki ‘popülizm’ akımını benimsedikleri yıllardır bunlar. Turgenyev’in Gustave Flaubert, George Sand, Emile Zola, Alphonse Daudet ve Henry James gibi edebiyat dünyasından önemli arkadaşları olur. Fransa’da tanıştığı Gustave Flaubert ile sıkı bir dostluk kurar. Flaubertle birlikte tartıştıkları konuların, paylaştıkları prensiplerin aydınlattığı yolda ilerleyen genç yazar daha sonraki yıllarda gerçekçilik akımının öncülerinden biri olacaktır. Eserlerinde o dönemin yaşantısına gerçekçi bir perspektiften bakıp ayrıntılı bir üslupla okurlarına aktarması nedeniyle Turgenyev özel bir konuma sahip olur. Yazar bu becerisini biraz da kendi sınıfından olmayan serfler, köylüler ve diğer yoksullarla kurabildiği empatiye borçludur.
1861’de II. Aleksandr serfliği fesheder. 1862’de ‘Babalar ve Oğullar’ yayımlanır ve hemen şiddetli bir eleştiri yağmuruna tutulur. Ancak her şeye karşın çok beğenilir ve Amerika’da çevrilmiş ilk Rus eseri olur.
Babalar ve Oğulları romanı edebiyat dünyasında büyük bir yenilik olur. Nihilist akımın bir kurgu metninde kullanılması fikri ve bunu roman ile gerçekleştirmesi edebiyat dünyası için çok önemli bir gelişme olarak kabul edilir. Yazarın, Avrupa ve Amerika edebî çevrelerinde kabul gören ilk Rus yazarı olmasında, gelmiş geçmiş en büyük Rus yazarlarından biri olarak kabul edilmesinde bu romanın büyük önemi vardır.
Turgenyev’in seçtiği yol; Puşkin”in ortaya attığı ve Gogol”un geliştirdiği gerçekçiliktir. Gerçekçi ve sosyal reformlar üzerinde yoğunlaşan bir yazar olarak sosyal değişiklikler ve Rusya’da yaşanan toplumsal ve siyasi olaylar onun romancılığında büyük etki yapar.
Bazarov karakteri yeni jenerasyonlar için yeni dönemi hazırlayacak yeni orta sınıfın temsilcisi olarak görülür. Önceki yıllarda, 1840 ve 1850 ler için Rusya’da orta sınıf sosyal bir güç olarak sanki hiç yoktur. Oysaki sonraki on yıllarda bu sınıf Rus yaşamında birçok alanda kendi aydın zümresini ortaya çıkarır. Eski eğitim ve yeni orta sınıf arasındaki çatışma eserde Pavel ve Bazarov karakterleriyle, uzun bölümler boyunca karşımıza çıkar.
Babalar ve Oğullar, iki üniversiteli gençle (Arkadiy ile Bazarov) aileleri arasında geçen günlük ilişkilerden oluşur. Önce Arkadiy’in evine konuk gelen gençler (baba Nikolay Kirsanov, metresi Feniçka, amca Pavel Kirsanov) Bazarov’ un tümüyle inançsız inkârcı ve kuşkucu tutumuyla (nihilist) belirli bir tedirginlik yaratırlar. Komşu kenti ziyaretlerinde başlayan Bazarov-Anna aşkı kısa sürede körelir; Arkadiy-Katya aşkıyla beslenir.
Bazarovların evinde de tatil geçirirler (baba Vassiliy Bazarov, ana Arina Bazarov). Feniçka’ya sonuçsuz yaklaşım, Pavel Kirsanov ile tehlikesiz düello, Anna ile ilişkisinin mutluluk vermeyen kısırlığı yüzünden baba evine dönen Bazarov, bir hasta üzerinde yapmak istediği deney yüzünden mikrop kaparak tifüsten ölür. Arkadiy, onun tehlikeli etkilerinden kurtulur, Katya ile düzenli bir evlilik eşiğinde dengesini bulmuş olur. Babası Nikolay Kirsanov, abisinin desteğiyle, yıllardır metresi olan köylü kızı Feniçka’yı nikâhlayarak sınıf ayrılıkları düşüncesinden kurtulur. Gözlem gerçekçiliği, önemli sorunlara el atışı, ustalıklı konuşmaları, edebi biçem olgunluğu ve canlı kahramanlarıyla yazarının başeseri olarak kabul edilir.
Romanın esas karakteri Bazarov, ne geçmişin değerlerine, ne soylulara, ne köylülere, ne aşka, ne de ileri yaşdakilere saygı duyan biridir. Eski yıkılmalı, restore edilmemeli, yeniden kurulmalıdır. İnandıklarını her ortamda açıkça dile getirmekten çekinmeyen bu korkusuz genç günlerini bilimsel deneylerle geçirmektedir. Her ne kadar yakınındakilere özgün, güçlü bir kişi olduğu izlenimi verse de, inançsızlığın girdabında kıvranan bu genç adam kendi hayatında mutluluğu bir türlü bulamaz. En sonunda çareyi evine dönüp bir köy hekimi olan babasına yardım etmekte bulur. Bu kez de ölen hastalardan virüs kapar. Topluma duyduğu öfkeye, içinde kök salan kötümserliğine, hayata karşı küskünlüğüne ve inançsızlığına bir çare bulamayan Bazarov, genç yaşta ölür.
Roman, Atölye tarafından, arka planda anlatılan Rusya’daki önemli dönüşümerin ışığında, dönemine göre ilerici sayılan liberalizmle nihilizm arasındaki çatışmanın anlatıldığı bir siyasi roman olarak değerlendirildi. Yazar bu toplumsal dönüşüm sürecinde, Bazarov kişisinde ve onun temsil ettiği nihilizmi mezara koyarak ilerici liberalizmi savunma yönünde tercihini ortaya koymaktaydı.
Atölye, Turgenyev’in siyasi anlamda bu ilerici tercihine karşın, gerek kadınlara, gerek serflere, gerekse Rusya’ya bakış açısında döneminin erkek merkezli anlayışının özelliklerini sürdürdüğü görüşünde birleşti. ‘Güzel kadınların erkeklerin konuşmalarını anlamaya ihtiyaçları yoktur’, ‘Küçümsemektir tek hak ettikleri kadınların’, ‘Kadınlarda serbest düşünceye neden karşısın? Kadınlar arasında serbest düşünceli olanlar ucube midir?’, ‘Başka herhangi bir kız, sırf akıllıca soluk alabildiği için zeki sayılıyorken seninki kendini tutmayı becerebiliyor; hem öyle iyi becerebiliyor ki, seni avucunun içine alacak’, ‘Bir kadın yarım saat sohbet edebiliyorsa, iyiye işarettir bu’,‘Yokluğu çekmiş, kuru ekmeğin tadını bilen köylü’, ‘Bedava ekmeği bulan her Rus gibi şişmanlamaya başlamıştı’, ‘Rus köylüsü, hiçbir şey düşünmüyordu. Kendi bile anlamıyor kendini’, ‘Efendilerimiz ne kadar sert olursa köylüler o kadar sevinir’.
Atölye, ‘ölümsüz barış’dan ve ‘doğal düzen’i anlatımından ötürü, genel anlamda eseri ve yazarı barışçıl değerlendirdi. ‘Bak, ağaçtan kuru bir yaprak düştü. Onun bu hareketiyle kelebeğin uçuşu aynı şeydir. Tuhaf değil mi? Acınacak durumda, ölmüş bir şey capcanlı, neşeli bir şeyle aynı şeyi yapıyor’, ‘Şakaya gelmez böyle şeyler; kim ne derse desin, dünyada en önemli olan huzurdur’.
16 Aralık 2015 – Edebiyat Atölyesi VII. Dönem 4. Kitabı – İstanbul
Konusunu ‘Rus Edebiyatında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 16 Aralık Çarşamba akşamki toplantısında, dönemin dördüncü kitabı olan Fyodor Dostoyevski’nin (1821-1881) Yeraltından Notlar’ını (1864) bize Serkan Gürpınar sundu ve tartışmaya açtı.
Dostoyevski ailesi soyadlarını, Batı Rusya’daki Pink bataklıklarına yakın, Rusya’nın en kasvetli ve etnolojik açıdan en karmaşık (Polonyalılar, Litvanyalılar, Beyaz Ruslar, Yahudilerin bir arada yaşadıkları)yerlerinden biri olan ‘Dostoievo’ köyünden alır. Dostoyevski, doktor bir baba ve bir tüccarın kızı olan annenin altı çocuğundan biri olarak Moskova’da doğar ve büyür. Kalabalık olunmasına karşın çocukluğu, toplumsal yaşama çok karışmayan bir ailenin içinde, yalnızlık içinde geçer. Bu durum romanlarına da yansır. Romanlarındaki karakter sayısı, eserlerin hacmine oranla oldukça azdır.
1838 Tarihinde, katı disipliniyle tanınan Petersburg Mühendis Okulu’na gönderilir. Arkadaşları, sinirli ve aşırı duyarlı bir yapıya sahip olduğu için ona ‘Ateş Fedya’ lakabını takar. 1843’te Petersburg Mühendis Okulu’ndaki öğrenimini tamamlayarak, Petersburg’da, Savaş Bakanlığının Mühendislik Dairesinde bir göreve atanır. Bu sırada önce annesini, ardından babasını kaybeder. Kalan mirastan aldığı payı müsrifçe harcar ve müzmin maddi sıkıntılar yaşamaya başlar. Dairede bir yıl çalıştıktan sonra, ‘nefret ettiği askerlik mesleğinden’ istifa eder. Bu tarihten sonra, kaleminden başka bir kazanç kaynağı kalmaz.
İlk kitabı İnsancıklar (1846),beğenilir ve eleştirmenlerce ‘Yeni bir Gogol’un doğuşu’ olarak sunulur. Turgenyev, Nekrasov ve Annenkov, kaleme aldıkları bir hiciv yazısında Dostoyevski’yi ‘Üzgün Çehreli Şövalye’ diye adlandırır. Bu hicivde yer alan ‘Edebiyatın yüzünde/ Vakti geçmiş bir sivilce gibi çıktın’ dizelerinden hareketle ‘Edebiyat sivilcesi’ olarak anılmaya başlanır. Bu Dostoyevski’nin yaşamı boyunca dert edeceği bir olay olacaktır.
1849’dan başlayıp yaklaşık on yıl süren bir zaman dilimi Dostoyevski için ‘felaket yılları’ diye adlandırılabilir. 1846-1847 kışından başlayarak toplantılarına katılmaya başladığı Petrashevski topluluğu, Çar tarafından izlemeye alınır, yazılacak makaleleri yaymak için bir baskı makinesi kurmayı kararlaştırdıkları bir dönemde, 1849’da, aralarında Dostoyevski’nin de bulunduğu üyeler tutuklanır. Dostoyevski’ye yüklenen tek suçlama topluluğun bir toplantısında Rusya’da yasaklanmış olan Belinski’nin, Gogol’ü dini ve politik Ortodoksluğa döndüğü için sertçe yerdiği mektubunu okumuş olmasıdır.
1849 yılında tutuklanıp ölüm cezasına çarptırılan Dostoyevski, sekiz ay hapishanede yattıktan sonra diğer tutuklularla idam edilecekleri yere götürülürken, tam kurşuna dizilmek üzerelerken, af kararı çıkar, idamdan kurtulur. Ancak bu an, Dostoyevski’de silinmez bir iz bırakır. Daha sonra kaleme aldığı Budala romanında kahramana şöyle dedirtecektir; ‘Bir insanı cinayet işlediği için idam etmek, suçun kendisiyle kıyaslanamayacak denli büyük cezadır. Ama idamda, ondan kaçamayacağımızdan emin olmamız, bütün o korkunç işkenceyi doğurur ve bu işkenceden daha büyüğü yoktur yeryüzünde. İnsan tabiatının, delirmeden buna dayanabileceğini kim söyleyebilir?’
İdam cezası, dört yıl kürek ve altı yıl adî hapis cezasına dönüştürülür ve Sibirya‘ya sürülür. Suç ve ceza kavramları ile en yoğun şekilde burada tanışır. Sürgünde geçirdiği dört senenin ardından 1854 yılında kürek cezasından kurtularak er rütbesi ile kışla hizmetine verilir. Semipalatinski’de zorunlu ikamete mahkûm edilir. Burada,1857 yılında evlenir. 1859 Yılında, sürgünden St. Petersburg’a döner.
Kumar bağımlılığı, kumarda kaybedilen paralar, tefecilere verilen ve çoğu alınamayan rehin eşyalar, birçok kişiden alınan borçlar ve krize dönüşmüş ilişkilerle büyük bir hayal kırıklığına dönüşen yıllar geçer. Acı çekmeyle acı çektirme arzusu, sadizmle masoşizm, aşağılamayla aşağılanma durumlarını ona bu dönemde kurduğu ilişkileri düşündürür denilebilir. ‘Aşağılanmanın zevkleri’ denilebilecek ‘Yeraltından Notlar’ı yine bu dönemden sonra yazar.
Maddi sıkıntılar Dostoyevski’yi boğmaya başlar. ‘Muhtaç Durumdaki Edebiyatçılar Sandığı’ndan aldığı yardımlarla ayakta durmaya çalışırken bir yandan da Suç ve Ceza’yı, Kumarbaz’ı, Budala’yı tamamlar.
Dar olanaklarla Avrupa’da seyahatlerine gider. 1867 Yılında yaptığı bu seyahatlerin birinde, Turgenyev’le Dostoyevski arasında uzun yıllar izleri sürecek olan bir çatışma yaşanır. Dostoyevski, Turgenyev’den aldığı ve uzun süredir ödemediği borcu nedeniyle mahcubiyetle gurur arasında gidip gelmektedir. Yine de o sırada Baden’de bulunan Turgenyev’i ziyaret eder. Turgenyev’in, ‘paramı istememden korktuğu için gelmek istemedi’ diye düşünmesinden korktuğu için Turgenyev’i ziyarete gitmek mecburiyetinde hissetmiştir kendini. Turgenyev daha sonra arkadaşlarından birine yazdığı bir mektupta, Dostoyevski’nin o gün kesinlikle borcunu ödemek için değil, yazdığı ‘Duman’ romanı için sövmeye geldiğinden, söz eder. ‘Duman’ romanı yayımlandığında birçok çevrenin şiddetli eleştirisine maruz kalmış ve beğenilmeye düşkün olan Turgenyev, bu eleştirilerden ve kendine karşı yürütülen kampanyayı yönetenlerden biri olarak Dostoyevski’yi görmüştür. Dostoyevski de, o karşılaşmanın onda yarattığı sıkıntıyı, Ecinniler’de Karmanizov karakterinde Turgenyev’in karikatürünü çizerek anlatır. İki yazar, Dostoyevski’nin Puşkin Anıtı açılışında yaptığı konuşmaya dek konuşmazlar. Açılışta barışırlar ancak bu sahte bir barışmadır. Öyle ki, Dostoyevski’nin ölümünün ardından bir yazısında Turgenyev şunları yazar; ‘Ve bizim Sade’ımız (Marqius de Sade ile kıyaslayarak) için bütün Rus piskoposlarının törenler yaptıkları, bu evrensel insanın evrensel insan sevgisi üzerine vaizlerin vaaz okudukları düşünülürse… Doğrusu garip bir zamanda yaşıyoruz’.
Dostoyevski ve ailesi 1871 yazında Petersburg’a döndüklerinde yine parasızdır. Her şeye karşın Aralık 1872 de Ecinniler’i tamamlar.
1872-1877 Yılları arasında gazete ve dergilere yazdığı ‘Bir Yazarın Günlüğü’ makalelerinde kalemini milliyetçi propagandanın hizmetine verir. Bunlar Osmanlı-Rus Savaşı’nın patlak verdiği yıllardır ve Dostoyevski şöyle cümleler kurar; ’…Savaş, teneffüs ettiğimiz ve böyle acizce bir çürümüşlük, manevi bir bunalma içinde oturduğumuz, boğulduğumuz havayı temizleyecektir…’,‘Eğer toplum sıhhatsiz ve bozuksa, uzun süren sulh kadar iyi bir şey bile, topluma zararlı olur… Savaş, açıkça bir, amaç için gereklidir, sıhhat vericidir ve insanlığı rahata kavuşturur’, ‘Belki biz değil ama çocuklarımız İngiltere’nin sonunu mutlaka görecekler!’,‘…Doğu savaşının Avrupa savaşı halini almasından Rusya’nın korkacağı hiçbir şey olmadığına ve hatta eğer çözüm böyleyse, bu şekli almasının daha iyi olduğuna inanıyorum. Elbette, bu korkunç bir şey olacaktır, değerli insan kanı oluk gibi akacaktır. Fakat hiç olmazsa, akan bu kanın Avrupa’yı kurtaracağı düşüncesi teselli vericidir…’
1879-1880 yıllarında kaleme aldığı son romanı ‘Karamazov Kardeşler’ yayımlanır. 28 Ocak 1881 tarihinde akciğer rahatsızlığından öldüğünde, yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasında yürür.
Yeraltından Notlar, Dostoyevski’nin yazarlık hayatının daha başlangıç yıllarında zirvesine ulaştığı, onun bütün eserlerinin kilit taşı bir eser olarak görülür. Notlar, romancılığında bir eşik, büyük romanlar dizisine bir başlangıç, bir ön söz niteliğindedir. Bir tür itiraflar zinciri niteliğinde olan bu notlar, kimi araştırmacılara göre, varoluş felsefesinin yazınsal düzlemde ilk irdelenmesi, Albert Camus’yü ve Jean Paul Sartre’ı etkileyen temel yapıttır. Çernişevski’nin ‘Nasıl Yapmalı’ adlı eserine bir nevi cevap olarak yazdığı kabul edilir. Çernişevski’nin yine Petersburg’da geçen romanındaki iyimserliğin karşısında Yeraltı’nın karanlık dünyasını, karamsarlığını seslendirir Dostoyevski.
Yeraltından Notlar iki bölümden oluşur. İlk bölüm mevcut toplumsal yaşama yabancılaşmış, bu toplum içinde yapayalnız kalmış, anlaşılamayan, anlaşılamadığı için de değeri bilinemeyen ve böylece haksızlığa uğramış, acılarla kıvranan bir ‘yeraltı adamı’nın, küçük bir memurun isyankâr bir monoloğu, bir tespiti, ortaya atılmış bir tezi özelliği taşır.
‘Daha o zamanlar bile ruhumda bir yeraltı vardı. Beni öyle veya böyle görmelerinden, yakalamalarından, tanımalarından ölesiye korkuyordum. Hep karanlık yerlerde dolaşıyordum’, ‘Dört yanı çamurlu suyla kaplanan bu üstün bilinçli farenin pis kokan çamurlu, bulanık suyu üzerine dökenler, çevresindeki yargıçlar, müdürler, ona kahkahalarla gülen dürüst insanlardır… Orada, iğrenç, leş kokan berbat yeraltındaki yerinde, bizim hakarete uğramış, aşağılanmış, alaya alınmış sıçanımızın içi kısa zamanda soğuk, zehirli, en önemlisi de hiç bitmeyecek bir kinle dolar. Uğradığı hakareti, yüz kızartıcı en küçük ayrıntısına varana kadar sürekli hatırlayacak, her hatırladığında da ona yüz kızartıcı, olmadık ayrıntılar ekleyecek, kendi hayal gücüyle içini daha da büyük bir öfkeyle dolduracaktır.’
Notların ikinci bölümündeyse, bu yeraltı adamının ilk bölümde ortaya attığı tezi ispat etmek istercesine başından geçenleri anlattığı bir hikâyeden oluşur.
Yeraltı adamı, zıtlıklarla dolu bir kahramandır. İçi hınç ve öç alma duygusuyla doludur. İçinde yaşadığı topluma kızgındır, çünkü toplum,‘…herkesten daha akıllı ve daha soylu, daha kültürlü olan …’onun kıymetinin bilmemekte, adeta onu görmezden gelmektedir. Bu da, kimi yerlerde küstahlaşabilen kahramanın kendini bir böcek gibi değersiz hissetmesine yol açmaktadır. ‘Sevgili okuyucularım, sizin dinlemek isteyip istemediğinizi bilemem ama şimdi size niçin bir böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Şunu bütün ciddiyetimle belirteyim, pek çok kez böcek olmayı istemişimdir.’
Kendisini böylesine önemserken, içine düştüğü durumlarla baş edemeyen ve kendisini istenmeyen, hor görülen, aşağılanan, düzeyinin altında muamele edilen bir insan olarak hisseder ve her şeyden ve özellikle kendisinden nefret eder. Ayrıksıdır, toplumdaki normal insanlar gibi değildir ve bu yüzden topluma da yabancılaşmıştır. Öyle ki bu yeraltı adamının bir adı bile yoktur. Toplum içinde tanımlanmamıştır adeta. Diğer yandan, bu adam, normal insanlardan olmadığı için, bu insanların oluşturduğu modern toplumun tüm toplumsal kalıplarına da karşıdır. Kalıplar, insanın özgürlüğü önündeki taş duvarlardır ona göre.
‘Böyle bir duvar sanki gerçekten huzur veriyor insana. Ve gerçekten de, sırf iki kere ikinin dört ettiği gibi, kesin olduğu için, hiç değilse belli bir barış sözcüğü içeriyor… barışmaktan tiksiniyorsanız imkansızlıkların da, taş duvarların da hiçbiriyle barışmamak…’
Yeraltı adamı aracılığıyla Dostoyevski, eserinin baş kişisinin toplumsal düzen içinde yalnızlaşmasını, bu topluma yabancılaşmasını anlatırken aslında 19.yy aydınlarına, aydınların ürkekliklerine keskin bir eleştiri getirmektedir. Diğer yandan, yine onun ağzından Batı uygarlığına da, eleştirel göndermeler yapmaktadır. ‘Peki, neyimizi yumuşatıyor uygarlık? İnsanda yalnızca duyguların çeşitliliğini çoğaltır uygarlık. Belki de bu çeşitlilik yüzünden insan kan dökmekte zevkler aramaktadır. En zarif kan dökücülerin hemen hepsi en uygar beyefendilerdir’, ‘Uygarlık… eskiden olduğundan daha iğrenç, daha kötü bir kan dökücü yapmıştır. Eskiden kan dökmede bir adalet arayışı vardı ve insanlar öldürmeleri gerekenleri vicdan rahatlığıyla yok ederlerdi.’
Savaş geleneğinden gelen bir imparatorluğun, en savaşçıl ve dönüşüme açık dönemini yaşadığı bir dönemde, 19.yüzyılın son çeyreğinde, bireyi ve toplumu hedef alan her türlü şiddet uygulamasını, anatomik ve ruhsal bütünlüğü bozucu, maddi ve manevi nitelikteki şiddeti, savaşı anlatan bir eserle karşı karşıyayız. Birey, uyumun, karşılıklı anlayış ve hoşgörünün kaybedildiği bir ortamda, denge, sükunet ve huzurunun nasıl bozulduğu ve kendisinin de bozduğu anlatılmaktadır. Başkişinin sanrıları, bireyin yalıtılmışlığı, kıstırılmışlığı bir iç savaş gibidir. Yazarın dili de bir savaş anlatı gibidir. Her şey ve her keze yoğun bir nefret ve kinle bakmaktadır. Atölye Yeraltından Notları, tüm edebi başarısına ve özgünlüğüne karşın bir savaş romanı olarak değerlendirdi.
Oysa;‘Subay, güzel ve yüceden anlıyorsa, boynuma sarılmak, dostu olmamı istemek için kesinlikle koşarak bana gelmesi gerekirdi. Hem ne iyi olurdu öyle yapsaydı! Ne güzel dost olurduk! Ne güzel! Toplum içindeki yeriyle korurdu beni ben de kültürümle ve… Düşüncelerimle, daha birçok özelliğimle yüceltirdim onu’, ‘Eşit düzeyde gerçek dostluğu severim’, ‘…bir sırdır sevgi ve ne olursa olsun… Sakınılmalıdır… Birbirlerine daha çok saygı duyarlar, karşılıklı saygıda ise güzel çok şey vardır… neden bitsin bu sevgi? Onu korumak gerekmez mi? Ruhlar birleşir, her şeyi birlikte, uyum içinde yaşarlar, aralarında gizli saklı kalmaz… karşılaştıkları en zor durumlar bile mutluluk verir onlara. Yeter ki sevsinler birbirlerini, yürekli olsunlar’.
Savaşın ve şiddetin adım adım yükseldiği 2015 yılı biterken, barıştan yana olanların sevgi ve yüreklilikleriyle huzur ve barışa erişeceğimiz yeni bir yıl dileriz.
BARIŞA SÖZ VER KAMPANYASI
BASINDA ÇIKAN HABERLER
12 Ocak 2015 – İncirlik Üssü’ndeki Patriotlar neden değişti? – Rusya’nın Sesi Radyosu
İncirlik Üssü’ndeki Hollanda Patriot’larının yerine İspanyol Patriot’larının yerleştirilmesini ve Almanya’nın Patriot misyonunun süresini uzatmasını, konunun uzmanı isimler Sputnik Haber Ajansı için değerlendirdi.
Adana’ya, Suriye’den gelebilecek olası füze saldırısına karşı Hollanda tarafından kurulan ve 2 yıllık görev süresi dolan Patriot füze savunma sistemlerinin yerine, bu kez İspanyol Patriotları yerleştirilecek. İncirlik Üssü’ne yerleştirilecek Patriot bataryasının yanı sıra yaklaşık 150 İspanyol askerinin de görevlendirileceği belirtildi.
ABD’nin Patriot bataryaları Gaziantep’e, Almanya’nın bataryaları da Kahramanmaraş’a yerleştirilmişti. Almanya Bakanlar Kurulu, Patriot füze sisteminin ve Alman askerlerinin görev süresini bir yıl uzattı.
Hollanda’nın görevinin sonlanması sonrasında İspanya’nın bu görevi üstlenmesini ve Almanya’nın Patriot misyonunun süresini uzatmasını, milli güvenlik ve dış politika uzmanı Sait Yılmaz, SETA güvenlik araştırmaları direktörü Murat Yeşiltaş ve Küresel Bak aktivisti Tayfun Mater, Sputnik Haber Ajansı için değerlendirdi.
“TÜRKİYE, BÖLGEDEKİ KOMŞU ÜLKELERİN GÖZÜNDE GÜVENİLİRLİĞİNİ KAYBETTİ”
Patriotların konumlandırılmasının kısa vadeli bir süreç olmadığını belirten Sait Yılmaz, “Bunun Suriye’deki olaylarla, Türkiye’ye doğrudan bir saldırıyla bir alakası yok. Patriotlar, ABD’nin Ortadoğu’yla ilgili uzun vadeli planının bir parçası. Hatta bu planın birinci aşamasında hedef, İran. Bu füzelerin kullanılmasına karşı, İran’ın kendini savunmaması için füze kalkanı kullanılacak. Bu planların hayata geçmesi için önümüzde 15-20 sene var. bu süreçte öncelikle Rusya’yı yanlarına çekerek Rusya’yı bu konuda nötr hale getirmeye çalıştılar ancak Rusya bu konuda Batı’nın gerçek niyetini anladığı için buna yanaşmadı. Burada en akılsızca politikayı Türkiye uyguladı. Çünkü Türkiye’ye yönelik bir füze tehdidi yok. İran, Türkiye için bir tehdit değil. Türkiye bu füze savunma sistemlerini almak suretiyle, Avrupa’yı uzaktan korumuş olacak. Yani, onlar korunacak, biz hedef olacağız. İkinci olarak Türkiye, bu bölgedeki komşu ülkelere olan güvenilirliğini kaybetti. Siz tamamen Batı’nın çıkarlarına uygun olan, sizin çıkarlarınıza uygun olmayan bir füze sistemini ülkenize getirmekle İran ve Rusya’yla bir yandan dostluk gösterileri yaparken nasıl samimi ilişki kuracaksınız? Türkiye, bence bu konuda kötü bir sınav verdi. Türkiye gerçekten bölgesel bir güç olacaksa, çıkarları söz konusu olduğu zaman Batılı ülkelere ‘dur’ diyebilmeli ve böylece bölge ülkelerin gözünde prestij kazanmalı” dedi.
“TÜRKİYE AÇISINDAN GÜVENLİK RİSKLERİ GİDEREK ARTIYOR”
SETA güvenlik araştırmaları direktörü Murat Yeşiltaş ise Türkiye açısından güvenlik risklerinin giderek arttığını belirtti. Yeşiltaş, sözlerine şöyle devam etti: “Sadece devlet düzeyinde değil, Suriye’den bir tehdit algılaması söz konusu değil Türkiye’nin. Artık bölgede IŞİD üzerinden, savaş içinde savaş yapılıyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin NATO üyesi bir ülke olarak bu hakkını kullanması, Almanya’nın ve diğer NATO üyesi ülkelerin de buna destek vermesi, bir müttefikin korunması anlamında son derece doğal bir şey. Tehdit arttığı müddetçe Türkiye’nin kendisini ve müttefiklerin Türkiye’yi savunması açısından okumak lazım bu meseleyi. Onun dışında ben, Patriot’ların uzun vadede bölgesel dengeyi değiştirecek bir savunma sistemi olarak ortaya çıktığını düşünmüyorum. Bu sadece Türkiye’nin bu riskler karşısında kendisini koruması için bir araç.”
“SURİYE’DEN TÜRKİYE’YE CİDDİ BİR SALDIRI YAPILAMAZ”
Konuyu değerlendiren bir başka isim olan Küresel Bak aktivisti Tayfun Mater de patriotların değiştirilmesinde anormal bir durum olmadığını vurguladı. Mater, “Anormallik, ta iki yıl önceden de bu Patriot’ların üç ayrı bölgeye yerleştirilmesinde var. Çünkü Suriye’den Türkiye’ye karşı ciddi bir saldırı yapılacağı olasılığı, benim aklımın hiç ermediği bir şey. Hem Suriye hava kuvvetlerinin gücü olarak baktığımızda hem de Ortadoğu’daki duruma genel olarak baktığımızda Suriye’nin, başında bunca dert varken kalkıp Türkiye’ye saldırması ihtimal dışı. Esas olarak anladığım, Türkiye’nin hava savunması zayıf olduğu, Patriot füzeleri olmadığı için Türkiye hükümeti dışarıdan bir destek istedi ve o destek bu şekilde geldi. Fakat bunun şu anda özellikle devam etmesi bence çok gereksiz. Çünkü şu anda Suriye hava sahasını ağırlıkla koalisyon güçleri kullanıyor ve IŞİD’e karşı ciddi hava saldırıları yapılıyor. Bir resmiyete dökülmese bile Suriye hükümeti ile zımmi bir anlaşmayla bu hava sahası kullanımı devam ediyor. Türkiye burada çok arkada kalan bir pozisyonda. Bu yüzden Patriot’ların burada konuşlanmasının herhangi bir gereği yok” ifadelerini kullandı.