Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin XI. Dönem konusunu ‘İngiliz Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlemiştik. Atölye’nin 20 Kasım Çarşamba günü yaptığımız üçüncü toplantısında, Şenol Karakaş bize yazar Thomas More’un hayatı (1478-1535), yazarın yaşadığı dönem olan VII. ve VIII. Henri dönemleri (1485-1547) hakkında bilgi verdikten sonra, Utopya’yı katılımcıların tartışmasına açtı.
İngiltere tarihinde, III. Richard 1485’te Bosworth Savaşı’nda öldürülünce yerine geçen VII. Henry (1485-1509) ile birlikte York Hanedanı sona erer ve Tudor Hanedanı dönemi başlar. VII. Henry tahta geçince 1487’de, 30 yıl süren Güller Savaşları’nı sonuçlandırmış, taht üzerinde hak iddia edenleri öldürtmüş, IV. Edward’ın kızı olan Yorklu Elizabeth ile evlenerek Tudorların taht üzerindeki hak iddiasını perçinlemiş, Lancaster ile Yorkları birleştirmiş olur.
VIII. Henry’nin Krallığı döneminde (1509-1547), Fransa ve İskoçya ile girişilen masraflı savaşlar, vergileri arttırma politikasına yönelinmesini gerektirir. Halkın bu vergilere tepkisi 1525’te su yüzüne çıkar ve ‘Dostluk Bağışı’ adı altında yapılan bu vergi artışı, başkentte büyük gösterilere neden oldu.
VIII. Henry döneminde yaşanan en önemli gelişme ise Reform ’dur. 1510 yıllarında Alman devletlerinde başlayan Protestan Reformu, İngiltere’de de önemli etkilere yol açar. Reform hareketi İngiltere’de Kilise içinde belirgin bir etkinliğe ulaşır.
Süreç içinde hem İngiltere, hem de İskoçya kiliseleri Papa’lıktan ayrılırlar, kendi bağımsız kiliselerini kurarlar. Protestan Reformu, İngiltere’de doktrin, ayin ve örgütlenme açısından değişikliğe uğrar. Kilise’nin liderliğinin Papa’dan alınıp krala verilmesi, Kral’ın yetkilerini önemli ölçüde arttırır.
VIII. Henry, Kilise üzerinde denetimi sağlamak için parlamentoyu kullanır. Başlangıçta Protestanları sapkınlıkla suçlayan VIII. Henry, Papa’nın ilk karısı Aragonlu Katherine’den boşanmasına izin vermemesine ve bu evliliği geçersiz kılmamasına kızar. VIII. Henry’nin bu evlilikten bir kızı vardır, ileride kraliçe olacak olan Mary, ama Tudor Hanedanı’nın devamı için gerekli olan erkek çocuktan yoksundur. Bu nedenle, derin bir aşkla bağlı olduğu Anne Boleyn’le evlenmeye karar verir. Papa’nın ısrarla boşanma taleplerini kabul etmemesi üzerine, VIII. Henry, önce Başbakanı Kardinal Thomas Wolsey’i görevden alır, daha sonra da Kilise’nin bağımsızlığını kısıtlar. Kral’ın yetkisinin ilahi bir armağan olduğu ve bu yüzden Kilise’nin gücüne boyun eğmemesi gerektiği görüşünü benimser. Bu yaklaşımı ve boşanma talebi Avam Kamarası tarafından da desteklenince VIII. Henry Papalık yasalarını tanımadığını açıklar ve 1533’te Roma’ya yani Papalığa yasal başvuruları yasaklayan bir yasa çıkartır.
VIII. Henry, 1533’te Anne Boleyn’le gizlice evlenir ve o yıl içerisinde ileride Kraliçe Elizabeth olacak kızı dünyaya gelir. Henry’nin Katherine ile evliliği ise yeni Canterbury Başpiskoposu Thomas Cranmer tarafından feshedilince Anne Boleyn’le evliliği tamamen geçerli hale gelir ve Katherine ’den olan kızı Prenses Mary evlilik dışı çocuk sayılır.
1534 Yılında çıkarılan Yücelik Yasası ile VIII. Henry İngiliz Kilisesi’nin başı ilan edilir ve aynı yıl yürürlüğe giren İhanet Yasası ile bu yetkisine karşı çıkılması yasaklanır. Bu yasalar çerçevesinde muhaliflerden Thomas More ve Rochester Piskoposu John Fisher 1535’te idam edilir.
İngiltere’de Kilise’nin millileştirilmesine paralel olarak milliyetçilik akımı da yükselişe geçer. Bu dönemde İngiltere’nin Wessex Hanedanı’ndan bu yana büyük bir İmparatorluk olduğu görüşü işlenmeye başlar. VIII. Henry, İngiltere Kilisesi’ni Papalığın zorbalığından kurtardığını iddia ederken, belirli bir Hristiyanlık tipi oluşturur. En büyük değişiklik, kutsal emanetlerin ve mucizelerin reddedilmesi olur. Henry’nin amacı İngiliz siyasetine bağlı bir dinsel varlık oluşturmaktır. Bu doğrultuda 1537 yılında resmi bir İngiliz İncili basılır. 1611 Yılında basılan Kral James versiyonu ile İncil’in otoriter yapısı İngiltere’de daha da pekişir.
VIII. Henry döneminde manastırların ve mabetlerin yıkılması, kamudaki dinsel bağları zedeler, dinsel sisteme olan inancı azaltır, çok geniş arazilere sahip olan manastırların dağıtılması ekonomik olarak hükümete zarar verir, manastırlar bu dönemde putperestlik simgesi olduğu gerekçesiyle yıkılır. Canterbury’deki Aziz Thomas Becket Katedrali’ne karşı VIII. Henry’nin gösterdiği tutum, bunun tarihsel bir kanıtıdır.
VIII. Henry’nin manastırlara yönelik tavrı ve genel olarak Kilise ’ye karşı tutumu ülkede büyük huzursuzluk yaratır. Nitekim 1536’da ‘İnayet Haccı ’adlı büyük bir ayaklanma başlar. Ayaklanan hacılar, Aziz Cuthbert’in kutsal sancağı altında toplanır. VIII. Henry, 1381 Büyük Ayaklanmasında olduğu gibi bazı sözlerle gerginliği yumuşatır ve ayaklanma durulduktan sonra sert yöntemlerle yönetimine devam eder.
VIII. Henry’nin kuşkucu kişiliği, zamanla ikinci karısı Anne Boleyn’e güven duymamasına neden olur. Neticede, Anne Boleyn idam edilir ve Elizabeth gayrimeşru duruma düşer, Anne Boleyn ’in yerine geçen Katherine Howard da 2 yıl sonra 1542’de idam edilir. VIII. Henry’nin 3. karısı Jane Seymour’dan olan oğlu VI. Edward, ölümünden sonra onun yerine geçecektir.
Bu dönemde Fransa ve İspanya ile yapılan savaşlar nedeniyle uygulanan yüksek vergilendirme politikası ve artan enflasyonla paranın değerinin azalması ve genel ekonomik gidişattaki olumsuzluklar, ekonomik ve sosyal gerginlikler, Tudor Yoksulluk Yasaları ve yeni yatırımlarla çözülmeye çalışılsa da, bu sorunlar VIII. Henry ve sonrasında devam eder. Tudor Yoksulluk Yasaları, günümüzdeki sol siyaseti de etkileyen önemli bir girişimdir. Nitekim VIII. Henry’nin önde gelen Bakanlarından Thomas Cromwell’in 1536’larda yaptığı yasanın, Muhafazakâr Parti’nin 2000’lerdeki ekonomi politikalarından daha ilerici olduğu ileri sürülmektedir.
Aziz Sir Thomas More’un hayat hikâyesini yazan R.W. Chamber, onu ‘İngiliz dilinde yazılan yaşam öykülerinin herhalde en kusursuzu’ diye tanımlar. Thomas More, 1478’de Londra’da doğar. İlk eğitiminden sonra, dönemin geleneğine göre eğitimi için bir kardinalin, Kardinal Morton’un yanına yerleştirilir. Kardinal, 14 yaşına gelince More’u Oxford’a gönderir ve burada önemli Hümanist hocalardan ders almasını, Latince ve Yunancayı öğrenmesini sağlar. Babasının ısrarıyla onun gibi hukuk okuyup 1521 yılında Baro’ya girer. Bu dönemi izleyen dört yılda rahip olmayı düşünen More, bir manastırda keşiş olarak yaşar, dua etmenin yanı sıra yoğun bir şekilde okur, sonunda rahip olmasa da rahip olmaya sürekli hazırlık yaparak, bedenini terbiye eder.
Eğitimini tamamlayan More, ‘iyi soydan, ama hiç okumamış, köyde yetişmiş çok genç’ bir kadınla evlenir. More, ‘onun kişiliğine istediği biçimi verir, kitaplardan hoşlanmayı, çalgı çalmayı öğretir ve kendi yaşantısına uygun bir eş haline sokar.’
More, baroda çalışmasından iki yıl sonra parlamentoya girer. Parlamentoda VII. Henry’nin bir isteğini engelleyen bir çıkış yapınca Paris’e gitmek zorunda kalır, VIII. Henry’nin tahta geçmesiyle İngiltere’ye dönerek yargıçlık görevine başlar. Bu görevde dürüstlüğüyle çok ünlenir ve bir halk ayaklanmasını halk içindeki güvenini kullanarak kan dökülmeden sonlandırır. Kral, More’dan sarayda görev yapmasını ister, More’un kabul etmez, ancak kralın ısrarıyla en yakın danışmanı olur. Ardından meclis başkanı, başbakanlık gibi görevlere atanır ve ‘kral vicdanının bekçisi’ görevini üstlenir.
VIII. Henry boşanıp yeni bir eşle evlenmek isteyince Katolik Kilisesi ile fikir ayrılığına düşer. İktidar mücadelesinin bir parçası olarak kendini kilisenin ve papanın yerine koymaya ve bunun için de More’un sözlü onayını halk önünde almaya çalışınca More buna yanaşmaz. More, Londra Kulesine kapatılma cezasına çarptırılır, 15 ay, ölene kadar burada kalır. Kralı kilisenin başı yapan yasaya yemin etmesi için ısrar etseler de More bunu reddeder ve ‘Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez!’ der. 1535 Yılında başı kesilerek öldürülür.
Sidney Lee, More’un ‘uzlaşması olanaksız iki şeyi, yani ortaçağın Papalık kavramına inançla Rönesans’a inancı uzlaştırmak istediğini ve ‘umutsuz bir dava uğruna, dehasına da yaşamına da kıydığını,’ söyler. ” Ütopyanın bir çevirisini yapan Paul Turner ‘More, söz ve düşünce özgürlüğünden yoksun bir İngiltere’de, düşüncenin bir suç sayılamayacağına inandığı için ölümü göze aldı,’ der. R.W. Chambers, ‘ Yalnız Kutsal Katolik Kilisesi’nin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna, yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü,’ diye yazar. Karl Kautsky, More’un bir kralın aklına esti diye inançlarından vazgeçmeye yanaşmayıp idam sehpasına çıkmakla, kişiliğinin yüceliğini kanıtladığını ifade eder.
Utopya, komşularıyla barış içinde yaşayan, toprakları bereketli, insanları çalışkan, kendilerini geliştirmiş ve mutlu olduğu bir adadır. “Ütopyanın kurumlarını başka uluslarınkiyle karşılaştırınca bir taraftaki bilgeliğe ve insanlığa hayran olmaktan, öbür taraftaki akılsızlığa ve barbarlığa vahlanmaktan kendimi alamıyorum. Ütopyada yasalar sayıca çok azdır. Yönetim var olan zenginliklerden bütün yurttaşları aynı ölçüde yararlandırır. Herkes değerinin karşılığını görür. Ortak zenginlik öyle eşitçe dağıtılır ki herkes bütün yaşama kolaylıklarına bol bol kavuşur.”
Kadın erkek eşitliği ve zorunlu çalışmanın ıstırap olmaktan çıkartılmasına çalışılmaktadır. “Hem gündelik hem de olağanüstü işleri olmadı mı, çalışma süresi bir genelgeyle kısaltılır. Çünkü devlet yurttaşların yararsız işlerle yorulmasını istemez.”
Utopya ’da üretim, tarım ve yönetim işlerinin sürekliliğini sağlayacak, yönetimde zorbalığı engellemeye çalışan bir örgütlenme kurulmaya çalışılmaktadır. “Kurultay ve büyük halk toplantıları dışında, bir araya gelip memleket işlerini konuşmak ölümle cezalandırılan bir suçtur. Bu da, başkanla tranibore’lerin kolayca bir araya gelip, halkı zorbaca yasalarla ezmeye ve rejimi değiştirmeye kalkışmalarını önlemek için olsa gerektir.”
Toplum kurumlarının bir amacı vardır: “…her şeyden önce, halkın ve bireylerin ihtiyaçlarını gidermek, sonra herkese bedenin köleliğinden kurtulmak, düşüncesini özgürce işletmek, kafa yetilerini bilimler ve sanatlarla geliştirmek için mümkün olduğu kadar çok vakit bırakmaktır. Utopia’lılar için gerçek mutluluk işte bu düşünce gelişmesinin ta kendisidir.”
Utopya, “Çünkü Skyllas’lar, Cetenos’lar, sürüyle insan yiyen Lastrigon’lar, daha bilmem hangi canavarlar her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplumdur, ” düşüncesinden hareket ederek mülk ortaklığı ve eşitliğin egemen olduğu, sınıfsız bir toplumu yaratma hayalini konu etmektedir. Çünkü “Malın, mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin parayla ölçüldüğü bir yerde toplumsal adalet ve rahatlık hiçbir zaman gerçekleşemez.” Çünkü “…mülk sahipliğini ortadan kaldırmak memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa kavuşturmanın biricik yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır.” Çünkü “Bir soylu kişi, bir para babası, bir tefeci, kısacası, hiçbir şey üretmeyen ya da, devlete yararsız süsler püsler yapıp satan, işsiz güçsüz kişiler, bolluk içinde güle oynaya yaşarken; beri yanda, işçinin, arabacının, demircinin, marangozun, çiftçinin bir lokma ekmek için durmadan didinmesi, bunca alın teriyle, yük hayvanlarının bile zor dayanacağı yoksulluk içinde yaşaması hangi hakka, doğruluğa sığar?”
Bu nedenle, sömürü mekanizmasını ve toplumsal adaletsizliği eleştirir. “Bırakalım bunları: Savaş her zaman olmaz diyelim. Her gün gözlerimizin önünde olup bitenlere bakalım. Halkın yoksulluğa düşmesinin baş nedeni aristokratların çokluğudur. Bu yararsız, bu bal vermez arılar başkalarının alın teriyle geçinmekte, topraklarında çalışanlardan daha fazla yararlanabilmek için onları derisine kadar yüzmekte, bunun dışında başka gelir kaynağı bilmemektedirler. Ama iş keyif için para harcamaya geldi mi, bu adamların yapmayacağı delilik yoktur. Bu uğurda varlarını yoklarını havaya savurup dilenciliğe kadar düşerler.”
Bu nedenle iktidarı, krallığı eleştirir. “Krallar, dostum, ikisini pek ayırmazlar birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet eden bir adam diye görürler.”
Halkın yoksulluğunu, hırsızlık gibi suçların arkasındaki toplumsal ilişkileri görmeyen yargıçların uyguladığı yasaları ve verdikleri idam cezalarını eleştirir. “Bu sizi hiç şaşırtmamalı. Ölüm cezası böylesi durumlarda hem haksız, hem yararsızdır. Öldürmek hırsızlığı cezalandırmak için çok ağır, hırsızlığı önlemek içinse çok hafif bir cezadır. Her çalan ölümü hak etmedikten başka, açlıktan ölmemek için çalan adama en korkunç işkenceleri de yapsanız yine çalar. Bu konuda İngiltere’nin ve daha birçok memleketin adaleti, öğrencileri yetiştirecek yerde döven kötü öğretmenlere benziyor. Hırsızlara en ağır cezaları verecek yerde, toplumun bütün üyelerine yaşama olanaklarını sağlasanız ve kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmasa daha iyi olmaz mı?’”,
“Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraktan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kacaklarını, pılılarını pırtılarını yok pahasına satarlar. Onlar da bitince ne kalır yapılacak: Çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir: Onları da serseri diye yakalayıp zindana atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların? Çalışmaya can attıkları halde kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak. Hem hangi işe girebilirler zaten? Topraktan başka şeyden anlamazlar ki. Eskiden yüzlerce kolun çalıştığı topraklarda koyunları otlatmaya bir tek çoban yeter.”,
“’Ben şuna inanıyorum ki,’ dedim, ‘toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamadığı sürece bir insanı para çaldığı için öldürmek doğru değildir. Diyeceksiniz ki, toplum ölüm cezasını verirken beş on para çalmanın değil, adaletin ve yasaların gereğini yapmaktadır. Ben de buna karşı bu ilkeyi söyleyeceğim: Summum jus summa injuria (Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir.) Yasa koyanın aklı o kadar yanılmaz, o kadar kesin midir ki buyruğunu dinlemeyen kılıcı hak etsin? Yasa bütün suçları bir kaba koyacak, çalmakla öldürmeyi aynı gözle görecek kadar katı ve duygusuz değildir.
Doğruluk boş bir laf değilse bu iki suç arasında dağlar kadar ayrılık vardır. Tanrı öldürmeyi yasak etmiş, bizse birkaç para için adam asıyoruz, olacak şey mi bu?”, “İşte bu yüzden, bugünün gösterişli devletlerini gözden geçirince, bunlar içinde benim gördüğüm tek şey şudur aldanmıyorsam: Zenginler, cumhuriyet, halk egemenliği gibi parlak sözler altında yoksulların kuyusunu kazıyorlar. Türlü düzenler ve akla gelmedik yollarla bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar: İlk sağlamak istedikleri, kimi az kimi çok haksızlıkla elde edilmiş bir serveti dünya durdukça dokunulmaz bir mülk haline getirmek, ikincisi de, yoksulların açlığından, bedenlerinden yararlanmak ve onları yok pahasına çalıştırmaktır.
Hırsızlığa karşı İranlı bir topluluğun tedavi edici önlemlerini anlatır More: “Yasa vuruyor ama insanı değil suçu öldürmek için vuruyor.”
Yargıçlar ve yargı sistemi eleştiriden payını alıyor. “Bir dava ne kadar haksız olursa olsun onu haklı gösterecek bir yargıç bulunur: Ya her iddianın tam tersini savunma alışkanlığıyla, ya yenilik, aykırılık hevesiyle ya da krala yaranmak isteğiyle.”
Eğitimin siyasal örgütlenmenin merkezindeki yerini anlatır More: “Milyonlarca çocuğu bozucu, köreltici bir eğitimin pençesinde bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor; büyüyüp suç işledikleri zaman, yani içlerine çocukluktan giren kötülük tohumları acı meyvelerini verdiği zaman ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.”
Utopyalıların daha sonra Hristiyanlığı çok beğenip benimsemelerini, Atölye, Thomas More’un dinsel sömürgeleştirme eğilimi olarak saptadı. Yine de dine, erdeme, din özgürlüğüne vurgusu önemliydi. Dinsel özgürlük savunusu şöyleydi: “İlk işi din özgürlüğünü yasalaştırmak oldu: Buna göre, her insan istediği dini tutabilir, başkalarını kendi dinine çekmek için elinden geleni yapabilir, yeter ki, bunu tatlılıkla, alçakgönülle, efendice yapsın ve inandıramadığı insanlara karşı zor kullanmasın, onları suçlamasın, ikilik yaratan tatsız sözlerden kaçınsın.” ,
“Yasaları çiğnemeden mutluluğu aramak en akıllıca davranıştır. Utopia’lılar için herkesin iyiliğine çalışmak bir dindir. Kendi rahatını sağlamaya çalışırken başkasını rahatından etmek haksızlığın ta kendisidir. Buna karşılık, başkasının rahatı için kendi zevklerimizden birazını olsun feda etmek soylu bir insan yüreğinin belirtisi sayılır ve böyle davranan insan zaten feda ettiği zevkten çok daha fazlası bulur. Hem ettiği iyiliğin er geç karşılığını görür, hem de iyilik ettiği insanın minnet duyguları, feda ettiği zevkten daha tatlı gelir ona. Üstelik dini bütün bir kişi, geçici bir zevki gereğinde feda edebilenlere Tanrı’nın tükenmez sevinçler vereceğine inanır.”
Utopyalılara göre: “Bir insan size kötülük yapmadıkça düşmanınız sayılamaz; tabiat bağları güçlü bir anlaşmadır; candan saygı ve iyi niyet, laflardan da, yazılı anlaşmalardan da çok daha sıkı bağlar insanları birbirine.”
Savaşa karşıdırlar. “Size iç ve dış savaşlardan eli ayağı sakat dönenlerden söz etmeyeceğim. Ama sorarım size: Kaç asker Cornouailles ve Fransa savaşlarında, kral ve yurt uğruna neler yitirmedi, göz, kol, bacak, nelerinden olmadı. Bu zavallıların artık eski zanaatlarını yapacak halleri yoktu.” , “Memleketi baştan başa devletin parayla tuttuğu, alaylara ayırdığı sayısız sürüler sarmış, kuşatmıştır. Barış zamanlarında hem de. Kısa süreli duraklamalara barış denebilirse.”, “Utopia’lılar savaştan da vuruşmadan da pek hayvanca bir şey diye tiksinir, iğrenirler. Kaldı ki, bu işi insanların yaptığı kadar hiçbir hayvan yapmaz.
Bütün öteki ulusların tersine, savaşta kazanılan şerefi şerefsizliğin ta kendisi sayarlar.” Ütopyada savaşta zaferin anlamı da farklıdır: “Kanlı bir zaferin kazançları Utopia’lıları üzer, hatta utandırır; çünkü parlak kazançları insan kanı pahasına elde etmeyi büyük bir çılgınlık sayarlar. Onlar için en şanlı zafer düşmanı oyun düzen gücüyle yenmektir. İşte yalnız o zaman büyük bayramlar yapar; yiğitlikleriyle övünür, anıtlar dikerler. Onlar için yiğitlik düşmanını akıl yoluyla yenmektir. Böyle bir zaferi hayvanlar kazanamaz, yalnız insan kazanır.”, “Utopyalılar kendi halklarına olduğu kadar düşman askerlerine de acırlar.”
Av ve avcılığı, mazlumun parçalanması olarak ele alırlar. “Öldürme zevki sadece hayvanları öldürmekte kalsa bile, ancak bir zorbalık eğiliminden gelebilir ve bu eğilim zamanla zorbalığın ta kendisi olabilir.”
Toplantıda Utopya’nın dönemine göre çok yenilikçi, çok önemli bir ilk/öncü eser olduğu kabul edildi. Tüm yenilikçiliğine karşın, çalışmayı kutsayan, totaliter eğilimi benimseyen, kadın konusunda yenilikçi ve köhne fikirleri aynı anda savunan, amacı emperyalist olmasa da başka ülke topraklarını egemenliği altında tutmayı benimseyen, anti-demokratik çalıştay fikri yaklaşımları nedeniyle eleştirilecek bir eser olduğu da kabul gördü.
Yazarın 16.yüzyılda yaşadığı ve eser verdiği düşünülünce müthiş bir dehaya sahip olduğu konuşuldu. Hem felsefe tarihi hem de politika tarihinde çok önemli bir eserle karşı karşıyaydık.
Mülkiyet ve savaş-barış konusuna bakışı felsefe ve tarihsel gelenek içinde bir devamlılık arz ediyordu. Utopya ve yazar, çağının tüm çelişkilerinden etkilenmiş ve bu çelişkilerin de kaçınılmaz olarak içinde ifade bulduğu bir eserdi. Özelikle kadına, köleliğe, dine bakış gibi konularda bu çelişkiler çok belirgindi. Evlilik ve boşanma gibi konularda yenilikçi fikir az olsa da çağına göre kadınlara bakış açısının olumlu yanlarının da bulunduğu kabul gördü.
Bir kralın fethettiği halkı uygarlaştırması gibi itici örnekler toplumun yukarıdan aşağıya uygarlaştırılması gibi elitist bir içeriğe sahipti.
Bir soykırımcı damar da vardı: Savaşçı Zapoleteler’i irdeleyişinde örneğin. “Utopia’lılar bu kiralık askerlerin sürü ile ölmesinden hiç kaygılanmazlar. Çünkü dünyayı bu lanetli, bu haydut soyundan kurtaracakları gün, bütün insanlığa hayırlı bir iş görmüş olacaklarına inanırlar. “
More Feodalizm çağında, dünya tarım toplumunda yaşarken, henüz işçi sınıfı tarih sahnesine çıkmadan önce, özellikle soyluluğa karşı tarih sahnesine çıkacağının işaretlerini veren burjuva sınıfının ütopyalarını dile getirmiş gibi görünüyordu. Burjuva sınıfının kuracağı kapitalist sistemin olmasını hayal ettiği biçimde… Bu hem More’u hem eserini çağdaşları arasında çok özel, önemli ve ileri bir yerde konumlandırıyor. Bu nedenle Atölye’de eleştirsek de Utopya değerli bir eser olarak beğeni topladı. Bir ütopyanın gerçekleşmesi, maddi güçlerin ürünü olabilir diye konuşuldu.
“Bir devrimi en candan isteyen kimdir? Bugün en yoksul durumda olan değil mi? Devleti yıkmakta en fazla atılganlık gösterecek olan kimdir? Yitirecek bir şeyi olmayıp da sadece kazanç sağlayacak olan değil mi?” Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan yeni doğmakta olan sınıf.