11 Ocak – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
11 Ocak’ta Küresel BAK “Barışa bir şans verin! Tutuklu Kürt siyasetçileri serbest bırakın” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı. Yapılan basın açıklamasında Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Şengül Çifci, tüm savaş karşıtlarını ve Kürt sorununun barışçı çözümünden yana olanları, 12 Ocak Çarşamba günü İstanbul’da yapılacak ‘Tutuklu Kürt Siyasetçilere Özgürlük İstiyoruz’ yürüyüşüne çağırdı.
12 Ocak – Basın Açıklaması – İstanbul
BDP’li Tutuklular, Serbest Bırakılsın!
Özgürlük İstiyoruz İnisiyatifi, 12 Ocak Çarşamba günü İstanbul, Ankara ve İzmir’de düzenlediği basın açıklaması ve yürüyüşlerle Diyarbakır’daki KCK davasında yargılanan tutsakların tahliye edilmesini talep etti ve mahkemenin tutsaklara yönelik Kürtçe savunma yapmalarını engelleyen tavrını protesto etti.
Küresel BAK’ın desteklediği eylemde Türkçe ve Kürtçe “Kürtler Kürtçe konuşur” ve “Özgürlük istiyoruz” dövizleri taşındı. ”Yaşasın halkların kardeşliği”, “Şimdi barış zamanı”, “Barışın sesini yükselt”, “Arkadaşlarımızı derhal serbest bırakın”, “Kürt halkına özgürlük” sloganları atıldı.
Özgürlük İstiyoruz İnisiyatifi adına Türkçe basın açıklamasını Eren Keskin, Kürtçesini ise Veysi Altay okudu.
Keskin, KCK davasının gelecekte Kürt sorununun çözümü ve demokrasi mücadelesinde kat edilen mesafe ile yakında ilişkili olacağını söyledi, 13 Ocak gününün Türkiye’nin yaşadığı çelişkilerin nereye evirileceğinin saptandığı tarih olacağını belirtti ve iktidarın “Kürt açılımı”nı eleştirerek Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) üyelerinin serbest bırakılmasını istedi.
Keskin şöyle devam etti: “Tartışmak iyidir ama Kürt sorununun çözümünde devlet somut hiçbir adım atmamıştır. Bilinmeyen bir dil tartışmasında ne yapacaksınız mesela? BDP’li tutuklular anadillerinde konuştuklarında ‘bilinmeyen bir dilde’ konuştuklarını düşünmeye devam mı edeceksiniz? Bunun adı da Kürt açılımı mı olacak? Başbakan gerçekten annelerin gözyaşlarına değer veriyor, babaların yürek sızısını önemsiyor ve gençlerin ölümüne karşı çıkıyorsa, tüm etki gücüyle BDP’li tutukluların serbest bırakılması için çaba göstersin!”
“Bizler, arzulanan barış sürecinin yüklerinin en azından bir kısmının, Kürt halkının sırtından alınmadan demokrasinin gelişmeyeceğini öngördüğümüz için, Kürt halkının uzattığı barış elinin güçlenmesi için, barış şansının kaçırılmaması için ‘Kürtler Kürtçe konuşur’ demek için yürüyoruz, yürümeye de devam edeceğiz.”
Eyleme destek veren BDP İstanbul milletvekili Sabahat Tuncel, “Bu dava sadece arkadaşlarımızın özgürleşmesi değil, Türkiye’nin özgürleşmesi meselesidir” dedi.
12 Ocak – Edebiyat Atölyesi V – İstanbul
12 Ocak Çarşamba akşamı II. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin dördüncü kitabı Albert Camus’nün Yabancı kitabını bizlere Zehra Yaman hazırlamıştı. Zehra Yaman önce yazarın hayatı, yaşadığı dönem ve siyasi duruşu ile ilgili bilgiler verdi. Daha sonra da kitap ile ilgili tartışmalara ve değerlendirmelere geçtik. Yabancı, bir kimsenin özelliklerinin (heyecansızlık, umursamazlık, dinginlik, kayıtsızlık gibi) nasıl bir toplumsal kabul görmeme, onaylamama ve hatta nefrete dönüşebileceğini, buradan da öldürme suçu ile yargılandığı bir mahkemede aleyhine kanıt oluşturabileceğinin hikayesiydi. Roman başkişisi Meursault kayıtsız biridir. Olaylara, kişilere, çevresine karşı kayıtsız, ilgisizdir; yabancılaşmıştır ve olup bitenleri saçma bulmaktadır. Onun için “her şey birdir”. ”İnsan ateş eder de etmez de; ikisi de birdir”.
Sevgisi var mıdır? Hissetmeyiz. Varsa da alışılageldik biçimde göstermez; ne annesine ne kadın arkadaşına karşı. Emin değildir; “sanırım sevmiyorum” der. Toplum bu sevgisizliği ya da sevginin farklı biçimde gösterimini mahkûm eder; o bir canidir.
“Bu adamda rastlanan türden bir kalpsizlik, toplumu içine sürükleyen bir uçurum halini alırsa…”, o halde gazeteler ve onların manipüle ettiği okur kitlesi kararı verir; “topluma olan borç” ödenmelidir. Suç yargılanmaz bile. Ceza, mahkemeden çok önce verilmiştir; ölüm.
Meursault, mahkeme sürecinde, savcının, duruşmayı izleyen insanların, jüri üyelerinin, hakimin ve hatta savunma avukatının bile ondan, kişilik özellikleri için nefret ettiğini hisseder. Dava sürecinde suç üzerinde hiç durulmaz, sanığın kişiliğine odaklanılmıştır; “Benim davam beni işe karıştırılmadan çözümleniyor gibidir” der Meursault. Mahkeme öldürülen değil de öldüren üzerinden anlatılmaktadır.
Suç yaz ayında işlenir ve basının konu sıkıntısı çektiği bir döneme denk gelir. Basının önyargısını, iktidarını kullanmasını ve bunun yol açtığı şiddeti bir basın mensubunun ağzından duyarız: “Sizin davayı biraz da biz hazırladık”.
Oysa ki Meursault dış dünya ile arasına bir mesafe koymuştur. Topluma olduğu kadar kendine de yabancılaşmıştır. Annesinin ölümü, komşuları, iş ve kadın arkadaşı ile olan ilişkilerine hep uzak ve nesnel bir açıdan yaklaşmaktadır. Dış dünya onun için anlamsızdır. Bu nedenle toplumdan ve dış dünyadan kopuk bilinci ancak ölüm cezası aldığında uyanacak, yabancılığından sıyrılacak ve yaşamın anlamına varacaktır.
Kitap başkişisinin özelliklerinin yazarın özellikleri ile örtüştüğünü, yaşam öyküsünden anladığımızda, kitabın ne denli başarılı bir eser olduğunda hemfikir olduk. Bununla birlikte, yabancılaşmış, yaşamı anlamsız tanımlayan bir kişiliğin, içeriğini fazla sorgulamadan nasıl bir katile dönüşebileceğini, nasıl tehlikeli bir insan olabileceğini de fark ettik.
Meursault/yazar için ölenin bir “kara ayak”, “Arap”, “fellah” olmasının önemi yoktu; fark etmezdi, hepsi birdi. Komşusu ve onun köpeği “mundar, kâfir” olabilirdi. Sevişirken, okşarken parçalarcasına sert davranılabilirdi. Birine “Deccal” diye hitap edilebilirdi. Kadınları tuzağa düşürüp dövülmesinin ne gibi bir anlamı olabilirdi ki? Bir tanıdık, arkadaş bile değil, istiyorsa kumpas kurmaya yardım etmede bir sakınca yoktu. Pekala annenin tabutunun önünde sütlü kahve içilip sigara tüttürülebilirdi.
Yabancı, zaman zaman bizlerin ve çevremizde kolaylıkla görebileceğimiz yabancılaşmış insan davranışlarının nerelere, hangi uç noktalara gidebileceğini görmemiz açısından çarpıcı, ağırlığı olan bir kitaptı. Kendimizle, çevremizle, toplumla bağımızın kopması bizleri yaşamın anlamsızlığına, oradan da ölüme kadar gidecek bir yolun başlangıcını oluşturuyordu. O halde ne yapmalının yanıtını bize Camus şöyle vermekteydi; yabancılaşmaya, anlamsızlığa karşı baş kaldırın!
Bir sonraki Atölye’mizde, 26 Ocak Çarşamba günü, Görkem Yeltan ve Yalçın Akyıldız M.A. Solohov’un Uyandırılmış Toprak romanını tartışmaya açacaklar.
13 / 14 Ocak – KCK Davası – Diyarbakır
“KCK Davası”nda aralarında belediye başkanları ve insan hakları savunucularının da bulunduğu eski DTP üyesi Kürt siyasetçilerinin yargılanmasına 13 ve 14 Ocak’ta devam edildi. Mahkemenin 15. duruşması için sabah saat 9.00’dan itibaren Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi önünde aralarında Küresel BAK’ın da bulunduğu Türkiye’den ve dünyadan çeşitli kurum temsilcileri, avukatlar ve kalabalık bir halk kitlesi toplanmaya başladı. Mahkemeyi izlemek üzere çok sayıda yerli ve yabancı insan hakları örgütü yönetici ve aktivistleri de bina önündeydi.
Kimlik tespiti ile başlayan duruşmada, mahkeme başkanının kimlik yoklamasına Kürt siyasetçiler “Ez li vi rim (Buradayım)”, “Amade me (Hazırım)”, “Nexweş (Hasta) ” şeklinde Kürtçe cevap verdiler. Mahkeme başkanı bu cümleleri “Burada”, “Yok” ve “Hasta” diye tutanaklara geçirdi. Kimlik tespitinden sonra savcı suçları okudu. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan 7 bin 578 sayfalık iddianamede, 104′ü tutuklu 152 Kürt siyasetçisi hakkında TCK’nin ”Devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma’, ”örgüt üyesi ve yöneticisi olmak” ve ”örgüte yardım etmek” iddiasıyla 15 yıl ile ağırlaştırılmış müebbet arasında değişen hapis cezaları isteniyor. Kapatılan Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) 28 yöneticisi ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in de aralarında bulunduğu 12 belediye başkanı, 2 il genel meclisi başkanı ile 2 belediye meclisi üyesi de yargılananlar arasında bulunuyor.
Daha sonra savunma için Kürt siyasetçilere söz verildi. Kürtçe konuşmaya başlayanları, mahkeme başkanı susturarak tutanaklara, “Kürtçe olduğu düşünülen bir dil ile konuşuldu” diye geçirdi. Mahkeme heyeti, Kürtçe savunmaya izin vermeyeceğini söyledi. Kürtçe savunma yapandan mikrofon alındı.
Diyarbakır’da görülen ‘tarihi davanın’ öğleden sonraki duruşmasında da mahkeme heyeti, hiçbir sanığın Kürtçe savunma yapmasına izin vermedi. Sanıkların Kürtçe kullandığı cümleler avukatlar tarafından “Müvekkilim şöyle dedi” diyerek Türkçe olarak tutanaklara geçirildi.
Kürt siyasetçilerin yargılandığı davada avukatların tahliye talebi, mahkeme heyeti tarafından reddedildi. Dava 14 Ocak Cuma gününe ertelendi.
13 Ocak Perşembe günü, Diyarbakır, Bingöl, Urfa, Dersim, Batman, Siirt, Şırnak, Hakkâri, Güroymak, Nusaybin, İstanbul ve Manisa’da bir araya gelen binlerce kişi, yürüyüş düzenleyerek, Kürt siyasetçilerin serbest bırakılmasını istedi.
Diyarbakır’da DTK (Demokratik Toplum Kongresi) tarafından İstasyon Meydanı’nda düzenlenen demokratik özerklik mitingine on binlerce kişi katıldı. DTK Eş Başkanı Ahmet Türk, Kürt siyasetçilerine geri adım attırmak istendiğini belirterek, “Halkımız kimliğini, dilini ve demokratik özerkliği istiyor. Bilinmeyen bir dil demek bize ve halkımıza hakarettir. Bunu kınıyoruz” dedi. Türk’ün konuşması ardından on binlerce kişi, Kürt siyasetçilerinin yargılandığı Diyarbakır Adliyesi’ne doğru yürüyüşe geçti
14 Ocak Cuma günü duruşma saat 10.00’da yeniden başladı. Yoğun güvenlik önlemleri altından cezaevi ring araçlarıyla getirilen Kürt siyasetçilerin duruşma salonuna alınmasıyla duruşma başlarken, duruşmayı aralarında aydın, yazar ve gazetecilerin de bulunduğu 17’si yabancı, 15′i de yerli heyet ile 200’i aşkın avukat katıldı.
Siyasetçilerin avukatları savunmalarını yaptılar. Savunmalarda Kürt siyasetçilerinin Kürt halkının özgürlüğü, demokrasinin genişletilmesi için çalıştıkları için yargılandıkları söylendi. İddialara temel gösterilen hiçbir belgenin geçerliliği olmadığı eklendi ve tutukluların serbest bırakılması istendi.
Dava kapsamında tutuksuz olarak yargılanan Abdullah Demirbaş’a sorgusu için mikrofon verildi. Demirbaş, Kürtçe “Ben de savunmamı anadilimde yapacağım” deyince mikrofonun sesi kısıldı. Mahkeme Başkanı Menderes Yılmaz, Kürtçe savunma yapmak isteyen tüm sanıkların reddetmesinin ardından tutanaklara geçirdiği, “Sanık Kürtçe olduğunu düşündüğümüz bir dilde konuştu” ifadesini Demirbaş’ın sesinin kesilmesinden sonra aynı ifadeyi tutanaklara geçirdi. Kürtçe ifade vermek isteyen Rojda Balkaş için de aynı durum tekrarlandı.
Beyanların ardından mahkeme heyeti, sanıklar hakkında “kuvvetli suç şüphesi, kaçma şüphesi bulunduğu ve sanıklara isnat edilen suçun CMK 103′üncü maddesinde tanımlanan katalog suçlardan olduğunu” gerekçe göstererek, sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar vererek, duruşmayı 18 Ocak Salı gününe erteledi.
BDP Diyarbakır İl Örgütü, 13 Ocak Perşembe günü Kürt siyasetçilere destek vermek için düzenlenen yürüyüşe polisin müdahale etmesi ve orantısız güç kullanmasını14 ocak Cuma günü binlerce kişinin katıldığı yürüyüş ile protesto etti.
Küresel BAK temsilcileri de yürüyüşe katıldı.
19 Ocak – Hrant Dink Anması – İstanbul
Hrant Dink katledilişinin dördüncü yılında 19 Ocak’ta anıldı. Binlerce Hrant’ın Arkadaşı ”4 yıldır yargı yok”, ”4 yıldır meclis yok”, 4 yıldır partisi var, adalet yok”, 4 yıldır Hrant yok”, 4 yıldır meclis yok” dövizleriyle Agos’un önünde buluştular. “Hrant için Adalet için”, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” “Katiller halka hesap verecek” sloganları atıldı.
Saat 15.00’de Hrant’ın öldürüldüğü saatte Saygı duruşu başladı. Saygı duruşu, Hrant Dink’in sesiyle ve sözleriyle başladı. Dink konuşmasında, Fransa’dan her yıl Sivas’taki köyüne giden 70 yaşındaki Beatris Hanım’ın terk ettiği köyünde ölümünden sonra yaşadıklarını anlatıyordu. Beatris Hanım ölünce Dink’e haber gelmiş, Dink Beatris Hanım’ın kızına ulaşmış, kızı da cenazeyi almak üzere gittiği Sivas’tan Dink’i aramıştı. Hrant Dink konuşmayı şöyle aktarıyor:
“Beatris Hanım’ın kızı, ‘Ağabey, ben getireceğim cenazeyi ama burada bir amca var, bir şeyler diyor’ dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya ‘Neden ağlatıyorsun kızı’ dedim. ‘Oğlum’ dedi ‘Bir şey demedim… Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün… Su çatlağını buldu’ dedim’. Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu.”
Dink, bu sözlerinin ardından konuşmasına, “Evet, Ermenilerin bu toprakta gözü var çünkü kökümüz burada. Gözümüz var ama alıp gitmek için değil, dibine girmek için” diye devam ediyordu.
Saygı duruşundan sonra Abdi İpekçi’nin kızı Nükhet İpekçi Hrant’ın Arkadaşları adına bir konuşma yaptı. İpekçi konuşmasında Arat Dink’in “Ben büstleri sevmiyorum, ben insanları seviyorum” sözünü tekrarladı. Faili meçhul bırakılmış siyasi cinayetlerin bir an önce aydınlatılmasını istedi. İpekçi, “Biz tek tek katillerin peşinde değiliz. Ancak bu cinayetlerin birer insanlık suçu olduğunu biliyor ve adaletin bir an önce gerçekleşmesini bekliyoruz” dedi.
Akşam 19.00’de Taksim’den Galatasaray’a meşaleli bir yürüyüş düzenlendi. Burada Hrant Dink’in öldürülüşü kınandı.
İzmir
Hrant için İzmir’de bir araya gelenler, Konak YKM önünde toplanarak eski Sümerbank önüne yürüdü. Adalet vurgusu yapılan eylemde, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!”, “Katil devlet hesap verecek!”, “Faşizme inat, kardeşimsin Hrant!” sloganları atıldı.
Hrant’ın arkadaşları adına basın açıklamasını okuyan Vezan Karabulut, “Hrant’ın katilleri, dile getirdiği hakikatlerden rahatsız olanlardı. Genelkurmay Başkanlığının açıklamasının hemen ertesi günü Hrant’ı İstanbul Valiliği’ne çağırıp tehdit edenlerdi. Tetikçiyle bayrak önünde fotoğraf çektirenlerdi. Ya sev, ya terk et, çığlıkları atanlardı.” dedi. Karabulut, açıklamayı Türkçe, Kürtçe ve Ermenice “Katili tanıyoruz, adalet istiyoruz!” sözleriyle bitirdi.
Ankara
Ankara’da 19 Ocak akşamında Kızılay’da SSK işhanının önünde toplanan Hrant’ın arkadaşları “İnadına hepimiz Hrant Dink’iz” diye haykırdı. Hrant’ın arkadaşları “İnadına hepimiz Hrant Dink’iz”, “Ergenekon dağıtılacak!”, “Partisi var, adalet yok!” sloganları atarak bir yürüyüş düzenlediler.
26 Ocak – Edebiyat Atölyesi VI – İstanbul
26 Ocak Çarşamba akşamı II. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin beşinci kitabı Mihail Şolohov’un Uyandırılmış Toprak kitabını bizlere Görkem Yeltan ve Yalçın Akyıldız hazırladı. Yazarın hayatı, yaşadığı dönem, Rus sosyolojisi, tarih ve kültürü ile ilgili bilgiler aldıktan sonra kitap ile ilgili tartışmalara ve değerlendirmelere geçtik.
Sosyalist gerçekçiliğin en büyük yazar ve yapıtlarından biri ile karşı karşıyaydık. Bir anlamda bir edebiyat eseri üzerinden 1930 yılının Sovyetler Birliği’ni özel olarak da Don Bölgesi gerçekleri ile yüz yüzeydik.
Bizim Uyandırılmış Topraklar olarak okuduğumuz kitap aslında iki kitaptan oluşmaktaydı. 1932 Yılında yayınlanan Yarınların Tohumu ( bizim dün gece tartıştığımız kitap) ve çeşitli nedenlerle dergide tefrika edilmesine izin verilmemesi ya da durdurulması nedeni ile yayınlanması 1960’a kalan Don Kıyısında Hasat.
Uyandırılmış Topraklar,1930 yılında Don Askeri Bölgesi olarak da bilinen (Çarlık Rusyası tanımlaması)bir bölgenin 170 hanelik bir köyünde geçmektedir.
Stalin’in 1928’de S.B.K.P. de Genel Sekreteri olarak iktidarı eline alması ile yapılan 5 yıllık kalkınma planı çerçevesinde ilk hamlesi tarımın kolektifleştirilmesi olmuştu. Amaç nüfusun %82’sini oluşturan ve Ukrayna ile Kazakistan arasına sıkışmış küçük bir alanda, 120 milyon köylünün üretimini kolhozlarda merkezileştirmek, üretimi arttırarak artı değeri ve kolhozlardan arta kalan işgücünü cılız sanayiye aktararak işçi sınıfını güçlendirmek, o tarihte büyük toprak sahibi gibi gözüken Kulak’ları ortadan kaldırmak (köylü nüfusunun %3’ü).
Kulakları ortadan kaldırmak, topraksız köylüye onların mallarından pay dağıtılmasını, köylünün sisteme katılmasını, devlete işlenmiş toprak, araç gereç ve hayvan sağlanmasını, karşı çıkan Kulakları da sürgün bölgelerine, çalışma kamplarına gönderilmesini sağlamaktadır. Nitekim 2 milyon kulak çalışma kamplarına gönderilmişti.
Oysaki köylülerin toprak sahibi olmalarının, 1861 yılında Çar’ın 23 milyon serfe özgürlük vermesiyle başlayan kısa bir geçmişi vardı. Zaten orta ölçekli çiftçi ile Kulak’ı birbirinden farklılaştıran, zaman zaman bir büyükbaş hayvan, bir fazla oda, birkaç ruble daha fazla gelir gibi küçük kriterlerdir.
Ancak bu çok kısa süreli geçmişi olan mülkiyet duygusu bile, köylü ile partiyi karşı karşıya getirmiş ve kanlı mücadelelere, ayaklanmalara neden olmuştur. Belleklerinde kolektifleştirme hamlesinden birkaç yıl önce, 1920-21 yıllarında, Lenin’in karşılıksız tahıl istemesiyle baş gösteren açlık vardır. Köylü Lenin’in isteğine karşı çıkmış, tahılını gizlemiş ya da ekmemiş, tarım üretimi düşmüş ve kıtlık başlamıştır. 6 Milyon insanın ölümü ile sonuçlanan bu birinci kıtlık dönemi, belleklerde tazedir ve Don Kazakları, kolektifleştirmeye ve kolhozlara karşı ayaklanır.
Kazaklar, kökenleri çok bilinmese de 15.yüzyılda Don nehri çevresine yerleşmiş, balıkçılık ve yağmacılık yaparak geçinen, dindar Ortodoks olan, geleneklerine bağlı kapalı bir toplum. Savaşçı özellikleri nedeniyle Çarlık ordusunun vazgeçilmez ve korkulu unsurları. 20-60 Yaşları arasında ortalama 22 sene askerlik yapan ve karşılığında, Rus köylülerinden önce toprak sahibi olan bir topluluk. Kazaklar 1917 Devrimi ve sonrasında sosyalist düşünce ve yönetim ile hiç uyuşamıyor, Beyaz Ruslar’ın yanında yer alıyor, isyanlar çıkartıyor ve kolektifleştirmeye karşı direniyorlar.
İşte roman böylesi bir toplumsal dönemde, kolektifleştirme çalışmalarının başlatıldığı bir köyde geçiyor. Tasfiyelerin başlamasıyla da kan dökülmeye başlıyor.
“İkazlarımıza rağmen, gece gündüz çalışarak zenginleşen Titok” ilk tasfiye edilecek Kulak oluyor. Yine farklı deneyimlerle toprağında verimi arttıran, araştırmacı ve çalışkan Yakov Lukiç uyanıklığı sayesinde Kulak olarak tanımlanmaktan kurtuluyor ama o da karşı devrimci olarak, kolektifin içerisinde sabotajlara başlıyor. Mahsul saklanıyor, tohumlar toprağa gömülüyor, hayvanlar kaçırılıyor ya da kesilip hasta olununcaya kadar yeniliyor.
Eski anlaşmazlıklar, kin, nefret, şiddetin dışa vurulduğu bir dönem. “Bunları yapıyoruz ki bizim yeni bir yaşam kurmamızı engellemesinler” diyerek zorla el koymalar. “iktidarı ele geçirme ve öç almanın kan kokusu tatlılığında düşüncelerin gelişmesi”. ”Sınıf savaşının çapı, dolaşık düğümleri, anlaşılmaz gizli biçimlerinin karmaşıklığı”, “Beyazların kendilerini üstün saymalarının sonu gelecek” düşünceleri, “Partizan yöntemlerle” yapılan hatalar ve ödenen bedeller. “Sovyet hükümetinin iki kanadı var, bir sağ, bir sol. Ne zaman havalanıp uçacak acaba” ikilemlerinin yarattığı gerginlik. “Kendi mülkünün efendisi olmak” uğruna insan hayatının hiçe sayılması. “Mülk kavramını gözden çıkaramamışların vicdanı nelere elverir”, her şeye ve her şeyi yaparlar, kıyım, işkence, dayak…
Kiliselerin kapatılması, papazların sürgüne gönderilmesi ve ayaklanan Kazakların “ komünistin boynuna zorla haç takma”sı ile beliren inanç hoşgörüsüzlüğü.
“Zaten bir kadının özlem ve isteğini doyurmak çok sürer mi”,“Kadınlar yan ürünlerdir”, “Kadınlara böyle davranabilirsin ama bütün bir halka böyle davranamazsın”, “Toplantı yapmak erkek işidir, asker işidir. Üç yıl savaşmak gerekir”, “Karılarının eteklerine sarılanlardan nasıl devrimci çıkar” cümleleri ile belirginleşen kadı aşağılamaları.
“Herifin çingelerden farkı yok”, “kelek çingene” betimlemeleri ile ayrımcılıklar.
Kahramanların hepsinin iç sesleri öldürmek üzerine, dile getirmeseler de içlerinden geçen hep ölüm düşüncesi ile kendini dışa vuran şiddet.
Roman savaşın olmadığı bir ortamda, gündelik yaşamın savaşlarını, acımasızlığını, şiddetinin büyüklüğünü anlatması açısından çok başarılı.
Bu şiddet uygulamalı kolektifleştirmenin yarattığı sonuç 1930-33 yılları arasında yaşanan “insan yapımı”, “yapay” kıtlık ve çoğu Ukrayna’lı ve Don Kazağı 7-10 milyon arasında insan ölümü, 3,8 milyon tutuklanma ve 790.000 kişinin kurşuna dizilmesi.
Şolohov romanında beyazların ve kulakların entrikaları yanında parti programının ve özellikle de uygulamanın eleştirisini yapıyor. Hükümetin çabası kadar yoksul köylülerin korku ve endişeleri de anlatılmaktadır. Duygularını anlatıyor ve şiddet uygulamasının yaratabileceği tehlikeli sonuçları daha o dönemde dikkati çekiyor. Kötü ayrıntılar ortaya koyuluyor, Stalin politikasının hayli açık eleştirisi yapılıyor.
Nobel Edebiyat ödülünün verilme gerekçesinde bildirildiği gibi “ …Sovyet halkının yaşamında tarihi bir dönemi, sert ve dürüst bir sanat diliyle anlattığı için…” ve Rus asıllı Fransız yazar Henri Troyat’ın eklediği gibi “kitaplarında şiir ve şiddet, benzersiz bir uyum içinde bulunmaktadır”.
3 Şubat – Pınar Selek’le Dayanışma Basın Toplantısı – İstanbul
İnsan hakları savunucusu sosyolog yazar Pınar Selek için adalet talebi 3 Şubat’ta pek çok tanınmış gazeteci, yazar ve akademisyenin bulunduğu bir basın toplantısında tekrarlandı. Küresel BAK aktivistleri de toplantı da yer aldı.
Beyoğlu’ndaki Cezayir Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen toplantıda 12 yıldır süren ve iki kez beraat ettiği davadan 9 Şubat’ta tekrar yargı önüne çıkacak olan Selek için “nihai beraat” talep edildi.
Basın toplantısı Pınar Selek’in avukatlarından Akın Atalay’ın bilgilendirme konuşması ile başladı. Atalay Selek’in yargılanma sürecinin yanlış bir yöne doğru gittiğini ifade etti. Mahkemenin Selek’in Mısır çarşısına bomba koyduğu yönündeki kararını duruşmada vermediğini söyleyen Atalay, bu durumun usulsüz olduğunu dile getirdi, “Pınar’ın kimliğinin ve kişiliğinin temsil ettiği değerlerle uğraşmak istiyorlar. Biz de buna izin vermeyeceğiz. Bunun için herkesi Pınar’la dayanışmaya çağırıyoruz.” dedi.
Basın toplantısında konuşan Nükhet Sirman, sosyolojinin merak eden ve sorgulayan bir bilim olduğu için yıkıcı bir bilim olabileceğini söyledi ve Selek’in de söylenenlerle yetinmeyen, soru sorarak mutlu olan bir bilim insanı olduğunu ifade etti.
Yazar Hidayet Türksal, “Pınar benim için bir modern zamanlar dervişidir” dedi, “makbul insan” ve “makbul vatandaş” olmayanların Selek için ilgi konusu ve arkadaş olduğunu ifade etti.
Tarık Günersel, Türkiye’de insanların sık sık “beyinsizleştirme operasyonu”na maruz bırakıldığını öne sürdü ve “Selek güleryüzlü yiğitliğiyle, insancıllığıyla hepimiz direnme gücü veriyor” diye konuştu.
Basın açıklamasını okuyan oyuncu Derya Alabora, Pınar Selek için “nihai beraat” istedi. Herkesi Selek için adaleti savunmaya çağıran Alabora, “Pınar bütün mağduriyetlere karşı aktif mücadeleden hiç geri durmadı. Mısır Çarşı’sında patlatılan sözde bomba değil, tabu konulara attığı söz, eylem, bilinç ve vicdan bombalardır dosyasındaki aleyhte deliller. Bu yüzden onu yok etmek istediler” diye konuştu.
Toplantının son konuşmasını Vedat Türkali Yaptı. Türkali, Selek’in bu ülke için övünç kaynağı olacak bir insan olduğunu ifade etti, “Her gecenin bir gündüzü vardır, biz Pınar için bu gündüzün peşindeyiz. O günleri ben göreceğim, siz de göreceksiniz.” dedi.
7 Şubat – Hrant Dink Davası Basın Açıklaması – İstanbul
Hrant Dink Davası’nın 16. duruşması öncesinde aralarında Küresel BAK aktivistlerinin de bulunduğu “Hrant’ın Arkadaşları”, Dolmabahçe’de toplanarak adliyeye kadar yürüdü. Yürüyüşte “4 Yıldır Yüzleri yok, Yürekleri Yok”, “Unutmayacağız”, “Affetmeyeceğiz” pankartları taşındı. Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz”, “Hrant için, Adalet için” sloganları atıldı. Yürüyüşün sonunda Beşiktaş Meydanında Hrant’ın arkadaşları adına Yavuz Bingöl basın açıklamasını okudu.
Açıklamada 4 yıldır davanın hiç ilerlememsinden rahatsızlık dile getirildi. Bingöl yaptığı açıklamayı son olarak Mahatma Gandhi’nin “Önce seni görmezden gelirler, sonra seninle alay ederler, sonra seninle mücadele ederler, sonra sen kazanırsın” cümlesiyle bitirdi.
9 Şubat – Edebiyat Atölyesi VII – İstanbul
9 Şubat Çarşamba akşamı II. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin altıncı kitabı olan Aleksandr Soljenitsin’in “İvan Denisoviç’in bir günü” kitabını bize Filiz Ülgüt tartışmaya açtı.
Bir önceki buluşmada Şolohov’un Uyandırılmış Toprak kitabını tartışırken, 1930 yıllarında ipuçlarını görmeye başladığımız Sovyet Toplumunun inşası çabalarının 1951’de nereye vardığını irdeleme fırsatını yakaladık.
Bu iki dönem arasında dünya büyük bir felaket olan 2.Dünya Savaşı’nı yaşamıştı. “1942 yılının kuzeybatı cephesinde düşman onları her yandan kuşatmıştı. Uçaklar yiyecek filan atmıyordu. Sonunda öyle bir duruma düştüler ki, ölen atların tırnaklarını kesip ıslattılar, yediler ve günlerce böyle hayatta kalabildiler. Ellerinde düşmana sıkacak tek mermi yoktu. Böyle olunca da Almanlar onları ormanda teker teker, armut toplar gibi topluyordu”.
Esir düşmek büyük suçtur. (Bkz.21 Ekim 2007’de gerçekleştirilen Dağlıca baskını sırasında 8 askerin kaçırılması, daha sonra serbest bırakılması üzerine Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in “8 Askerin kurtulduğuna fazla sevinemedim. Hiçbir Türk askeri bu duruma düşmemeliydi” demesi ve askerlerin tutuklanması)
Esir olan, sonra yolunu bulup kaçan askerler “yurda ihanet” suçundan soruşturmaya uğrayıp “casusluk görevi” yaptılar gerekçesiyle genel ve özel çalışma kamplarına alınırlar.
Bu kamplar genel olarak Gulag olarak adlandırılıyordu. Gulag sözcüğü Çalışma Kampları Yönetim Baş İdaresi sözcüklerinin baş harflerinden oluşmaktaydı. Bunlar 1918 tarihinde Lenin’in “güvenilmez unsurlar”, “halk düşmanları” “rejim karşıtı unsurlar”ın, kovuşturularak toplumdan soyutlanması, bir anlamda çalışarak “rehabilite edilmeleri” için kent dışlarında kurulan, Zorunlu Çalışma Sistemi’nin çalışma kamplarıydı.
1921 Yılında 43 eyalette 84 kamp bulunmaktaydı. 1929 Yılından itibaren, Stalin bu kamplara özel bir önem verdi; sanayileşmenin hızlanması, kuzeydeki ücra bölgelerde yerleşim alanlarının inşası, bu bölgedeki madenlerin işletilmesi amaçları ile sistemin alanı genişletildi. 2.Dünya Savaşı sonrası daha geniş alanlara yayılarak yüzlerce, binlerce kişiyi barındıran 467 çalışma kampına ulaşıldı. 18 Milyon dolayında insanın bu kamplardan geçtiği sanılmaktadır. 1970 Sonrasında demokratik eylemciler, Sovyet karşıtı ulusalcılar ve farklı suç kapsamındaki kişilerin çalıştırıldığı yerlere dönüştüler. Soğuk Savaş diplomasisinde önemli rol oynadılar ve 1980 de Reagan ile Gorbaçov’un tartışma konularından birini oluşturdular. Gulag Sistemi Kampları 1987 yılında kendi de bir Gulag hükümlüsü torunu olan Gorbaçov’un dağıtması ile 69 yıl sonra kapatıldı.
Atölye’de tartıştığımız roman işte bu kamplarda birinde, yurda ihanet suçu ile 8 yıldır bulunan İvan Denisoviç Şuhov isimli hükümlünün bir gününü anlatmaktaydı.
“Ceza sürelerinin ne zaman biteceği bilinmiyordu”. Erkenden, barakalara vurulan demir putrellerin sesiyle uyandırılarak – 27 derecede (-41 olursa çalışılmıyordu) “Sosyalist Yaşam Ünitesi” inşaatına doğru yola çıkartılırlar; “soğuğu yiyince o da ötekiler gibi hayvanlaşmıştı”.
“Sabah sabah işbaşı yapmak berbat bir şey. Ayaz, karanlık, karınlar aç, koskoca bir günün başlangıcı. İnsanın dili ağırlaşır, canı konuşmak istemez”. Saatler ilerler, “Güneş doğarken ayaz çıkar, gece ısısının en düşük olduğu andır”.
Hükümlüler en kısa sürede itaat etmeyi öğrenirler. Bilirler ki “dikilirsen kırılırsın”. Cezalar ağırdır ve en kısa sürede hücre ve dayak cezalarının anlamını öğrenirler; “Sopa yemiş köpeğe kırbacı bir kere göster yeter”.
Açtırlar; “hükümlülerin yaşamlarına hükmeden 200 gr. ekmektir”, “Bir çanak çorba hükümlülere geçmişteki ve gelecekteki yaşamlarından, özgürlüklerinden daha değerliydi”.
Birbirlerine düşman ediliyorlardı. Sistem acımasızca kurulmuştu: “ya hepsine fazladan bir şey vereceksin ya da hepsi oturup acından geberecektir”, “kanlı düşman öteki yürüyüş koluydu”, “bir hükümlünün baş düşmanı yine bir hükümlüdür”.
Bireysellikleri, onurları, kişilikleri yok ediliyordu: “Bir hükümlünün düşünceleri yine kendisi gibi kısıtlıydı”, “İnsanı yerden yere çalan kamp yaşantısı kafada hoş hayaller mi bırakıyor”, “birkaç yıl kamp yaşantısından sonra çakallaşmaya başlıyorlardı”. Onların adları yoktu. Onlar 104.üncü, 37.ci, 82.ci işkolunun, 7.ci, 3.cü ya da 5.ci barakasında yatan, Ş-854 B-219, H-123 dürler.
Bu acımasız dünyada, kitapta kadınlar yoktur. Ancak bir mektupta İvan Denisoviç’in karısının izine rastlarız. Bir de genel kamplarda, Üst-İjme’de, kadınların da bulunduğu kamplardan söz edilir. Onlar da; “Kadınlar mı dedin? Kadın değil odun desen daha iyi olur”.
Bu kampta nasıl mutlu olunur demeyin. İvan Denisoviç gece geç saatte yatağına uzanıp bacaklarını lime lime olmuş kaputunun kollarına geçirip ince battaniyesini başına kadar çektiğinde “ mutluluk içinde gözlerini yumdu. O gün çok başarılı bir gün geçirmişti. Hücreye kapatılmamış, onların işkolları açık alandaki “Sosyalist Yaşam Sitesi”ne gönderilmemişler, öğle yemeğinde fazladan bir kap lapa aşırmış, kolbaşları iş yüzde hesabını iyi kapatmış, duvarı büyük bir istekle örmüş, aramada çelik parçasını kaçırmış, akşamleyin Sezar’ın evden gelen paketinden epey bir şeyler elde etmiş, tütün satın almıştı. Ayrıca hastalığına yenilmemiş, sağlığına kavuşmuştu. Keyfinin bozulmadığı bir gündü bu”.
Kitap bir devlet ideolojisinin kendi vatandaşlarını nasıl düşman olarak görebileceğini, onlara nasıl düşman muamelesi yapabileceğini, kişiliklerini yok ederek, emeklerine el koyarak emeklerinin ürünlerine nasıl yabancılaştırabileceğini anlatmaktaydı. Düşman her zaman sınırların dışında olmaz, savaş yalnızca sınır ötesi yapılmazı anlatan bu kitapta anlatılanlarla günümüz arasında kolaylıkla bağlantı kurabildiğimizi fark ettik.
09 Şubat – Pınar Selek Davası Basın Açıklaması – İstanbul
İstanbul Eminönü’ndeki Mısır Çarşısı’nda 7 kişinin öldüğü 127 kişinin de yaralandığı patlamaya ilişkin hakkındaki hüküm Yargıtay’ca bozulan sosyolog Pınar Selek’in yargılandığı davada mahkeme beraat kararında direndi. Mahkeme üçüncü defa beraat kararını verdi. Ancak savcının itirazı üzerine dava Dava 22 Haziran tarihine ertelendi.
Mahkemeye aralarında Küresel BAK aktivistlerinin de olduğu kalabalık bir dinleyici grubu katıldı.
23 Şubat – Edebiyat Atölyesi VIII – İstanbul
23 Şubat Çarşamba akşamı II. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin yedinci kitabı olan Heinrich Böll’ün “Ve o hiçbir şey demedi”sini bize Sibel Aydın tartışmaya açtı.
Heinrich Böll (1917-1985) savaşın yol açtığı yıkıntıları başarılı bir biçimde dile getiren, hayatı boyunca her türlü hak ihlaline karşı çıkmış yürekli bir yazar olarak bilinmektedir.
Bu gece incelediğimiz kitabında savaşın aile içi ilişkilerde yarattığı yıkıntıyı ele almıştır. Savaş insanı, ruhunu, kalbini, sevgisini örseleyendir. Savaş halkın, “ortalama insanın”, “küçük adamın” yaşamlarında yıkıma, yoksulluğa ve yoksunluğa, ahlaki çöküntüye yol açandır.
“Savaşın seferber ettiği sürü sürü böcek, bitler çocukları öldürür”. Savaştan, kandan palazlananlar zenginleşir. “Sağlık Bakanı’nın yeğeni hiçbir işe yaramayan bit ilaçlarını piyasaya sürerek zenginleşir, bebekleri, insanları öldürür”.
”Savaşın harekete geçirdiği kir ve pisliktir”, tozdur. Savaşın getirdiği yoksulluktur ve onunla gelen yoksulluk tozudur. Bu “fakirliğin ilacı yoktur”. Fakirlik insanı dert sahibi eder. Savaş insanı perişan eder.
Savaş insanı sarsar; “İnsan hemen hep ölümü düşünür”. “Kayıtsız sesler, telefonda rakamlar veriyorlardı, ölüler demekti bu rakamlar”. “Karanlıkta yürürken ikide bir insanın ayaklarına ölüler takılır”. Bir savaşta çatışmanın büyüklüğü ölen sayısı ile ölçülür. “300 Ölü kocaman bir tepe demektir”.
Savaşta din iktidardan, güçlüden yana bir kurumdur. Dinin de iktidarı vardır ve iktidarların da dini. Ancak din kurumlarının hayattan, insandan kopuk, kendini ayrı, özerk ve “özüne aykırı” bir yerde konumlanmaları, insanı da dinden uzaklaştırır. Savaş ve savaş sonrası din ticareti yapanlar için elverişli bir zemindir.
Çocuklar eğitim hayatları boyunca insanı ümitsizliğe düşüren bir tevekküle alıştırılırlar. Bilim, tıp dinin etkisi altındadır; “doktorun sana yardım eder eğer Tanrı ona ederse”, “Var olsun ruhumuzu selamete erdiren”.
Savaşta askerlerle din adamlarının küçük bir sözcük dağarcığı vardır. “Yüksek rütbeli subayların kelime dağarcıkları boştur hemen hemen… Tebliğ, hazır olunuz, kanın son damlası, emir, durum, rapor, dayanmak, Führer, gevşemek yok”. Din adamlarının en çok kullandıkları sözcük: dikkatli olalımdır. “Savaş devam ediyor, dikkatli olalım… Solcu gazeteler Piskopos Cenaplarının demecine saldırmış. Dikkatli olalım… Sağcı gazeteler Piskopos Cenaplarının demecine hiç yer vermemiş. Dikkatli olalım… Hristiyan gazeteler Piskopos Cenaplarının demecini övmüşler. Dikkatli olalım… Piskopos Cenapları protestoyu şahsen yapacak. Eczacılar Birliğinin başkanı onun yeğeni. Dikkatli olalım…”
Mekânlar, evler, apartmanlar, kentler savaşın mekânsal nedenlerinden, kaynaklarından. Savaş harap olmamış kent bırakmamıştır. Öyle ki “harap olmamış bir kent insanı sıkar hale gelir”. Mekânlar toz toprak içindedir. Evlerde gün boyu “kir ve tozla boğuşmalar başlar”. Evler “kireçli bir bulutun” altındadır. Bu savaşın, yoksulluğun tozudur. Gri, renksiz bir dünyada yaşanmaktadır.
Ancak ne kentler, ne fabrikalar, ne de toplum düzenleri; savaşlarda asıl büyük yıkıntı küçük adamların yaşamlarına gelmektedir. Ve küçük adam “ve o, hiçbir şey demedi”ği için yıkımın altında kalır.
26 Şubat – SAVAŞSIZ BİR DÜNYA İÇİN ULUSLAR ARASI BULUŞMA – İstanbul
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun Savaşsız Bir Dünya İçin Uluslar arası Buluşması 26 Şubat Cumartesi günü İstanbul, Taksim Hill Otel’de gerçekleşti. Buluşmada, Kürt sorunundan, Mısır ve diğer Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan devrimlere ve özellikle NATO’nun barışın önünde nasıl bir engel oluşturduğuna kadar Türkiye’de ve dünyada barışın tesis edilmesinin koşulları, olanakları ve bunun önündeki engeller tartışıldı.
Sempozyumun açılış konuşmasını BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras yaptı. Küresel BAK’ın kurucularından olan Uras, Ortadoğu ve Akdeniz ülkelerinde gelişen isyanlarla birlikte diktatörlüklerin sallandığını ve sevindirici alt üst oluşların yaşandığını söyledi. Uras, buradaki halklarla dayanışmanın önemine dikkat çekti. Türkiye’de de Kürt bölgelerinde askeri militarizme karşı barış ve özgürlük seslerinin yükseltilmesinin önemli olduğunu söyleyen Uras, geçen günlerde yaptığı Mahmur Kampı ziyaretine ilişkin gözlemlerini aktardı: “Savunulan özerk demokratik yapının orada yaşam bulduğunu gördüm. Kadınların hâkimiyeti söz konusuydu. Mahallelerde kurulan komitelerle herkes söz söyleme hakkına sahipti ve kendi hastanelerini, kendi okullarını yapmışlardı.”
Küresel BAK’tan Şenol Karakaş’ın moderatörlüğünü yaptığı ve konuşmacı olarak Sezai Temelli, Maya Arakon, Hanım Tosun, Ronayi Önen ve Ümit Şahin’in katıldığı ‘Önce Barış’ adlı ilk oturumda Kürt sorunun önemi ve güncelliği, barışın kazanılması için atılacak adımlar, toplumlararası barışın sağlanması ve savaşın toplumsal, ekonomik ve insani maliyeti gibi başlıkla konuşuldu.
Şenol Karakaş, oturumun açılışını yaparken, Mart ayına dikkat çekerek, “Batıdaki sosyal şovenizmi yenmemiz ve Kürt halkının uzattığı barış elinin tutulması gerekiyor. Mart’ta yeniden değerlendirilecek olan ateşkes sürecinin devam etmesi açısından hükümete sesleniyoruz ki savaşı derinleştirecek adımlar yerine Kürt hareketlerinin taleplerinden yana tavır alın” dedi.
Yeditepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi Maya Arakon, artık Kürt sorunuyla ilgili söyleyecek yeni bir şey olmadığını, ancak bugüne kadar söylenenlerin daha geniş kitlelerce anlaşılır kılınması gerektiğini savunarak sözlerine başladı. 1984 yılında Kürt halkına karşı uygulanan baskılara karşı PKK’nin harekete geçmesi ve buna karşılık TSK’nin “düşük yoğunluklu savaş” başlatmasından bugüne kadar resmi rakamlara göre, 50 bin kişinin öldüğü, 17 bin 500 kişinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiğini, 2 milyon kişinin göç etmek zorunda bırakıldığını söyleyen Arakon, bu kirli savaşta kaç kişinin bedenen ve ruhen zarar gördüğünün ise bilinmediğini söyledi. PKK ile mücadele adı altında 1988 yılında askeri harcamaların gayri safi milli hâsılanın yüzde 2’sini oluşturduğunu, bunun 1999’da %5’e yükseldiğini söyleyen Arakon, 1988-2004 arası 100 milyar doların kirli savaşa akıtıldığı bilgisini verdi. Yani “düşük ölçekli savaş”ın sadece TSK kanadından Türkiye’ye maliyeti yılda 7.5 milyar TL. Arakon’a göre, Emniyet Müdürlüğü’ne ayrılan payın da TSK’ye ayrılandan farkı yok. Resmi rakamlara göre 1980-2000 yılları arasında bütçeden Emniyet’e ayrılan para 120 milyar dolar. Yıllık 7,5 milyar TL’nin ayrıldığı da göz önüne alındığında emniyet ve terörle mücadele için yılda 15 milyar TL’nin aktarıldığı ortaya çıkıyor.
Kürt sorununun çözülmesi için en önemli faktörlerden birinin anadilin önündeki engellerin tamamen kalkması gerektiğini düşünen Bilgi Üniversitesi Kürt Dili Öğretim Görevlisi Ronayi Önen ise Kürtçe yaptığı konuşmada anadilin eğitim üzerindeki etkisine değindi. Çocukların okula gittiğinde kendi anadilinin dışında bir dil konuşmasının eğitim kalitesini olumsuz etkilediğini söyleyen Önen, çocukların hayalini kurdukları, düşündükleri şeyleri okul dışında bırakmak zorunda kaldıklarını, bunun da çocuğun okula yabancılaşmasına yol açtığına değindi. Toplumsal hafıza ve kodların anadilde saklı olduğunun bilimsel bir gerçek olduğunu vurgulayan Ronayi Önen, anadilde eğitim almaları durumunda çocukların, özellikle metropollerde yaşayan Kürt çocuklarının kendilerine güveninin artacağını, bunun da topluma yabancılaşmak yerine toplumla kaynaşmayı beraberinde getireceği görüşünü savundu.
Cumartesi anneleri olarak kaybedilen yakınlarının ardından her türlü polis müdahalesine, işkence ve gözaltına rağmen mücadeleden vazgeçmediklerini söyleyen Hanım Tosun, yaptığı konuşmada eşinin kaybediliş sürecini anlattıktan sonra şunları söyledi: “Benim kocam örgüt üyesi de olabilirdi. Eğer yasalarında bunun cezası idamsa idam etselerdi. Ancak “kaybetmek” anlaşılabilir bir şey değil. Her toplu mezar çıktığında ve o toplu mezarlara kepçelerle girildiğinde ben uyuyamıyorum. Bir gün öldüğümde beni lütfen kimsesizler mezarına gömün. Benim yakınlarım da kocam da orada olabilir.”
Savaşta ölen çocuklar üzerine konuşan Bir Göz De Sen Ol İnisiyatifi üyesi Sezai Temelli ise savaşta hayatını kaybeden çocukların raporunu tuttuklarını, sayının sürekli arttığını belirtti. Ulaştıkları sayının 428 olduğunu kaydeden Temelli, bölge insanının bu rakamların ‘çok, çok, çok’ üzerinde çocuğun öldürüldüğünü söylediğine işaret etti. “Önce kendi ülkemizdeki savaşı görmeden başka ülkeler için konuşmanın anlamı yok” diyen Temelli, şartsız siyasi af getirilmesini, seçim barajının düşürülmesini, özerkliğin sadece Kürt bölgesinde değil tüm coğrafyada hayata geçirilmesini istedi.
Küresel BAK’tan Ümit Şahin ise özerklik konusunda yaptığı konuşmada, ulusalcıların, Kemalistlerin yaygara kopardığı biçimiyle özerkliğin kopma, bölünme anlamına gelmediğini, her bireyin yönetime katılması anlamına geldiğini ifade etti.
‘Ortadoğu’da Diktatörlükler, İşgal ve Toplumsal Barış Mücadelesi – Mısır Deneyimi’ başlıklı ikinci oturumda ise, Mısır’da geçtiğimiz haftalarda yaşanan hareketli günlere tanıklık eden İngiltere- Savaşı Durdurun Koalisyonu’ndan gazeteci Judith Orr Mısır deneyimi konusundaki gözlemlerini ve tanıklıklarını aktardı. Yaşananları, “bir devrimin başlangıcı” olarak niteleyen Orr, Tunus’da başlayan devrimin Mısır’da sonuç verdiğini ve iktidarı düşürdüğünü söyledi. Orr, Tunus’ta başlayan bu devrimci akımın Mısır’ın ardından tüm Ortadoğu’ya dalga dalga yayıldığını ve bugün ise Libya’da yine bir diktatörlük rejimin karşısına çıktığını söyledi. Orr; “Çok önemli bir azim söz konusuydu. Arap göstericiler daha fazla para kazanmak için değil en önemli olan şeyleri, haysiyetlerini aramak için sokaklara döküldüler. Bu bir devrim. Çünkü sıradan insanların hareketiydi. İnsanlar isyan sırasında artık gıda ve hastane gibi kurumların yönetimini yavaş yavaş kendi yönetimlerine aldılar” dedi.
Mısır’da ve Libya’da insanların saldırılar karşında yılmadan korkusuzca mücadele ettiklerini kaydeden Orr, insanların Ortadoğu’da artık korkularını yendiklerini ve önceden iktidarlarla halk arasındaki korku ve baskı ilişkisinin de taraf değiştirdiğini söyledi. Orr; “İnsanlar kaçmadılar korkmadılar. Kokularını yenmişlerdi. Tunuslu bir sosyalist ‘korku taraf değiştirdi’ demişti. Nitekim tüm bu askeri güç bile göstericileri korkutmaya yetmedi. En güçlü ordular bile zamanı gelen bir düşüncenin önüne geçmeye yetemez. Evet gerçekten korku taraf değiştirmişti. Mücadele eden kişiler de ne istediklerini biliyorlardı. Ya buradayız ya öleceğiz diyorlardı. Bizler korkak değiliz diyorlardı” dedi.
İsyanda diğer önemli bir noktanın ise kadınlar olduğunu ifade eden Orr, kadınlarında Mısır’da yaptığı direnişin çok büyük bir öneme sahip olduğunu söyledi. Orr; “Gerçekten bir önemli nokta ise kadınların mücadelesiydi. Mübarek saldırıya geçtiği zaman kadınlar bu şiddete battaniyelerine taşları koyarak karşılık verdiler. Bu büyük bir direnişti. Kadınlar kendi kendilerini Tahrir Meydanı’nda özgürleştiriyorlardı” dedi.
Avrupa’da Ortadoğu’da yaşanan olaylara temkinli yaklaşılmasını eleştiren Orr, bunun sebebi olarak ise ayaklanmanın önderliğinin Müslüman Kardeşler olarak gösterilmesi olduğunu belirtti. Orr, halk ayaklanmasında hiç bir şekilde Müslüman Kardeşlerin öncülüğü olmadığını belirterek; “Batılı liderler bu devrimden korkulması gerektiğini söylüyorlar, Müslüman kardeşlerden dolayı. Ama bu devrimde öncülüğü Müslüman Kardeşler yapmadı. Burada tanık olduğumuzu bütün bir bölgeyi saran bir hareket ve kanlı canlı ve nefes alan ölümüne mücadele eden bir halk hareketi. İnsanlar kendi tarihlerini yazıyorlar. Bundan korkmamalı kimse. Kıvılcımı tutuşturan Müslüman Kardeşler değil, insanların siyasi bilincinin özgüven eksikliğinin yerinin doldurulması oldu” dedi. Orr, ayrıca son günlerde Libya’da yaşananların ardından Avrupa tarafından vatandaşların can güvenliği için Libya’ya asker gönderilmesi fikrini de eleştirerek, bunun Libya halkının isyanına yapılacak en büyük kötülüklerden birisi olduğunu söyledi.
‘NATO’ya, Silahlanmaya ve Füze Kalkanına Hayır’ başlıklı üçüncü oturumda, her biri kendi ülkelerinde NATO’ya karşı mücadele eden uluslar arası konuklar ile birlikte, NATO’nun yeni stratejisinde nükleer silahlanma, nükleer silahları olan Avrupa ülkelerinde barış hareketi, dünya silah harcamaları, İncirlik Üssü’ne karşı hukuki mücadele gibi başlıklar tartışıldı. Küresel BAK aktivisti Nilüfer Dalay, dünyada silah harcamalarına ayrılan payın 1.531 milyar dolara ulaştığını, bu listenin en başında ise ABD’nin geldiğine dikkat çekti. NATO ülkelerinin savaşa ayırdığı bütçeleri de değerlendiren Dalay, toplam 997 milyar dolar bütçenin silahlanmaya ayrıldığının altını çizdi.
Dünyada 30’dan fazla ülkede balistik füze olduğunu kaydeden Dalay, sadece Avrupa’da NATO kontrolünde yaklaşık 900 nükleer silahın olduğunu söyledi. Bu verilerin ekonomik olarak dünya üzerinde sürekli bir savaş bütçesi yarattığını belirten Dalay, silah sanayinin ekonomiyi canlandırıcı etkisi olduğu düşünülerek, bunun teşvik edildiğini ve askeri harcamaların arttırıldığını söyledi. Dalay sürekli savaş ekonomisinin ekonomik boyutunun yanı sıra insani boyutu olduğunu da ekleyerek, “Savaş ekonomisi sonucu dünya 52 ülkede savaş sonucu 24. 5 milyon insanın zorunlu göç yapmak zorunda kaldı” dedi.
Dalay’ın ardından NATO’nun yeni stratejisinde nükleer silahlanmanın yeri konusunda sunum yapan Uluslararası NATO Karşıtı Çalışma Ağı Başkanı Reiner Braun ise, NATO’nun son dönem stratejisinde kendi silahlarını modernleştirme projesinin olduğunu belirterek, bunun ise hiçbir ülkenin yararına olmadığını söyledi. Braun; “Silahların yaygınlaştırılması ile ilgili toplantıda maalesef silahsızlanma konusunda bir adım atılmadı. Dünyanın bütün kaynaklarının NATO kontrolünde olmasını istiyorlar. Biz kendi kaynaklarımızı sağlamalıyız diyorlar. Afganistan’da NATO’nun geleceği açısından tayin edici bir ülke. Savaşları kaybederlerse NATO’nun ne yapacağı sorusu gündeme gelecek. Bizim barış hareketi olarak da tankerlerin oradan çekilmesini sağlamak temel görevimiz olmalı. Yeni bir sosyal ve ulusal sistem lazım. Lizbon Anlaşması ile AB’nin askerileşmesi hedefleniyor. Buna karşı durmamız gerekiyor” değerlendirmesini yaptı.
Konferansa Fransa La Paix Barış Hareketi’nden katılan Ariel Denis ise NATO’ya karşı dünya çapında düzenlenecek eylem takvimi hakkında bilgi verdi.
Arif Ali Cangı ise, İncirlik Üssü’nün NATO üyesi ülkelere kullandırılması yönündeki Bakanlar Kurulu Gizli Kararnamesi hakkında açtıkları dava süreci hakkında bilgi verdi.
27 Şubat – susMAYIN! Basın Açıklaması – İstanbul
Mayınsız Bir Türkiye Girişimi, Türkiye Sakatlar Derneği, Türk Tabipleri Birliği, Sosyal Demokrasi Vakfı, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe! Girişimi’nin ortaklaşa düzenlediği “susMAYIN” basın açıklaması 27 Şubat’ta Taksim Meydanında yapıldı.
Basın açıklamasında “Mayınlar can almaya, sakat bırakmaya devam ediyor. Ottawa Sözleşmesi’ni 7 yıl önce imzaladığımızda topraklarımızda 1 milyon mayın vardı, hala 1 milyon mayın var. Mayınların bir an önce temizlenmesi, yeni ölüm ve yaralanmaların olmaması için sesleniyoruz” dendi.
4 – 6 Mart – Avrupa Sosyal Forumu – Budapeşte
Budapeşte’de yapılan Avrupa Sosyal Forumunda ASF’nin geleceği ve nasıl olacağı tartışıldı. yılında yapılacak etkinlikler duyuruldu. Mayıs ayında Paris’te yapılacak bir toplantı ile sürec devam edecek.
16 Mart – Edebiyat Atölyesi IX – İstanbul
16 Mart Çarşamba akşamı II.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin sekizinci ve son kitabı olan Necip Mahfuz’un Aynalar isimli kitabını bize Özlem Güveli ve Ülkü Pehlivanoğlu tartışmaya açtı. Önce, son günlerin değişimlere gebe, isyanlar içerisindeki ülkesi Mısır’ın kısa bir tarihini dinledik. Bu sunum bize hem bugünkü Mısır’ı hem de İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçme sancıları çeken, modernite iddialı Türkiye’nin geçtiği süreçleri anlamamız açısından çok yararlı oldu.
Mısır;
1517-1882 Yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu,
1882-15 Mart 1922 arası İngiliz egemenliği,
19 Nisan 1922-Temmuz 1952 arası Mısır Krallığı,
26 Temmuz 1952’den günümüze Cumhuriyet ile yönetilmiştir.
1919 yılında kurulan Valf Partisi, 1917 Rus Devrimi sonrasında kurulan sosyalist ve komünist parti ve oluşumlar, 1927’de Kral Faruk tarafından kurdurulan Müslüman Kardeşler, İsrail Devletinin kurulmasından sonra 1952 de kurulan Hür Subaylar Komitesi ile ordu, Mısır siyasi tarihinin önemli yapı taşları olarak ortaya çıkmaktadır.
1952 de Hür Subayların bir darbe ile Kral Faruk’u devirip yerine Nasır’ı geçiriyorlar. Nasır 1970 yılına kadar ülkeyi, tüm muhalefeti bastırarak yöneten bir dönemi başlatıyor.
1967 Arap İsrail Savaşı ve yenilgi ile sonuçlanması Mısır siyasi tarihi açısından önemli. 1970 Yılında Nasır’ın ölümünden sonra Başkanlığa yardımcısı Enver Sedat Başkan oluyor. Enver Sedat kendisi de subay olmasına karşın ordunun gücünü sınırlayıp polisin gücünü arttıran, İslami grupların desteğini alan, Nasır’ın aksine S.S.C.B. ile değil A.B.D. ile ittifaklar kuran birisi olarak tarih sahnesinde yerini alıyor. 1973 Arap İsrail Savaşında Mısır ve Arapların yenilmiş olmasına karşın Enver Sedat, ABD desteği ile güçlü konumunu koruyor.
Necip Mahfuz Aynalar isimli kitabını işte bu yıllarda, 1972 de yazıp yayınlatıyor. Necip Mahfuz, yoksul bir aileden geliyor olmasına karşın, Kahire Üniversitesi’nde felsefe okuyor ve uzun yıllar Kültür Bakanlığında çalışıyor, El Ahram Gazetesinde yazılar yazıyor. 1972 de emekli olup kendini tümüyle yazım işine veriyor. Mahfuz politik ve siyasi görüşlerini açıklamaktan sakınmayan bir yazar. Aynalar ve diğer kitapları adeta bir Mısır siyasi, sosyolojik, kültürel tarihi gibi. Köktendincilerin ölüm listesinde uzun süre kalan, Salman Rüştü’nün ölüm fetvasına karşı çıkan bir yazar. Ancak aynı zamanda Enver Sedat yanlısı olarak Mısır- İsrail barış anlaşması yanlısı olarak Arap ülkelerinde eleştirilmiş ve kitapları yasaklanmış bir yazar. 1988 Yılında, 77 yaşında Nobel Ödülünü alırken “Nobel’i benimle birlikte Arap Dünyası birlikte kazandı” diyerek kendini affettirmiş. Necip Mahfuz Arap edebiyatının ilk romancısı, tartışmasız en önemli sözcüsü olarak kabul görmüş. Londra Sokakları için Charles Dickens ne ise Mısır, Kahire sokakları için de Necip Mahfuz odur denmektedir. Biz, Aynalar ve Necip Mahfuz’u, Atölye’nin genel felsefesi ile, barış ve savaş söylemi ile değerlendirdiğimizde, her ne kadar toplumsal konumu ile barışsever bir kişi olsa da, yazarı seçkinci ve ayrımcı olarak değerlendirdik. Köylüyü ve köylülüğü aşağılayan, kadınlara son derece feodal bakış açısı ile yaklaşan, homoseksüelliği kınayan, çingeneleri hor gören betimlemelerine sıkça rastladık. Aynalar bir toplumsal portreler geçidi türünde, yazarın yaşamından geçen 55 kişiyi anlatıyor. Ancak bizler, kitapta bir magazin gazetecisi, dedikoducu ve röntgenci bir yazarın da izlerini bulduk.Her ne kadar insanlığın değerlere olan gereksiniminden dem vursa da, “Bugünün etik sorunu, her türlü alçaklık ve pislikle dolu bir toplumda, toplumsal yararın ve bireysel mutluluğun sürdürülmesidir” diyerek aslında biraz eyyamcı, yönetimlerin suyuna giden bir çizgiyi bize anlatıyor. “Bu dünya hali! Ahiret başka bir şey” diyerek aslında İslami yaşam ve öte dünya ikilemine de orta yolcu bir yerden bakıyor.Diğer yandan “Düşmanlık da dostluk da kalıcı değil. Tarihin yasaları savaştan da barıştan da güçlüdür”, “Hangi parti olduğu önemli değil. Önemli olan egemen güce sadakat”, “Para erkekliktir, para Allahtır” diyor/dedirtiyor.Her şeye karşın Atölye, Aynalar kitabını ve yazar Necip Mahfuz’u tanımanın mutluluğunu dile getirdi.Necip Mahfuz’un deyişiyle “zaman tüm çelişkileriyle gümbür gümbür akıp geçti” ve bir Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi daha bitti. Bir diğerinde buluşmak üzere, barışla kalın!
18 Mart – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK 18 Mart’ta yaptığı yazılı basın açıklamasıyla Libya’ya müdaheleye edilmemesini savundu. Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Şengül Çifci imzalı basın açıklamasında “NATO, öncelikle Afganistan işgaline derhal son vermeli, Afganistan’dan çekilmelidir. Tüm kamuoyunu bir yandan Kaddafi’nin cinayetlerine bir yandan da bunu bahane eden emperyalistlerin BM ve NATO gibi araçları kullanarak başlamaya hazırlandıkları işgal politikalarına karşı mücadele etmeye, sokağa çıkmaya hazır olmaya davet ediyoruz” dendi.
19 Mart – Nükleere Zincirleme Reaksiyon Yürüyüşü – İstanbul
19 Mart’ta binlerce aktivist nükleer karşıtı gösteriye katıldı. Galatasaray Meydanı’nda aktivistler buradan Tünel Meydanı’na kadar yaşam zinciri kurdu. Tünel’den Taksim Meydanı’na yürüyüşe geçen nükleer santral karşıtları “Tüpgaz AKP”, “Hükümet Akkuyu’dan Sinop’tan elini çek”, “Nükleere dur de”, “Akkuyu Fukuşima olmayacak”, “Nükleer santral çatlar patlar”, “Çernobil, bir daha asla, Fukuşima bir daha asla”, “Nükleer santral is-te-mi-yo-ruz” ve “Güneş rüzgâr bize yeter” sloganlarıyla yürüdü. Yürüyüş boyunca davulların gümbürtüsüne ‘Tayyip Erdoğan ve AKP’ye karşı ses çıkar’ çığlıkları izledi. 1 saatten fazla süren yürüyüş boyunca ‘nükleere hayır’ diyen binlerce insan oturdu, kalktı, zıpladı, koştu. Aktivisitlerin mesajı açıktı: Nükleer santralları dayatan hükümeti durduracağız!
Taksim Meydanı’nda son bulan yürüyüşün ardından Nuran Yüce, Ümit Şahin, Hilal Atıcı birer konuşma yaptı. Konuşmalarda, Fukuşima’daki felaketin bir rastlantı olmadığını, nükleer santralların güvenlik sorunlarının asla çözülemediği vurgulanarak dünyada, Türkiye’de, Sinop’ta ve Akkuyu’da nükleer santrallara izin vermeyecekleri söylendi. Başbakanın nükleer santral yapmakta ısrar ettiği Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde bulunan Akkuyu Ecemiş’ten gelen ve yıllardır atom santrallarına karşı direnenlerin temsilcisi Mehmet Ali Yılmaz Başbakan Erdoğan seslendi: ‘Bizden korkmuyorsan Allah’tan kork!’
21 Mart – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK, 21 Mart’ta Libya’nın bombalanmasına karşı yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Kerem Kabadayı imzalı “Savaşa, işgale, bombardımanlara hayır!” başlıklı basın açıklamasında “Libya’nın bombalanmasını hemen durdurun! Türkiye hiçbir şekilde Libya’nın bombalanmasının ve işgal edilmesinin ortağı olmamalıdır! Diktatörleri, zaten bu insanları ve rejimleri yıllar boyunca destekleyen emperyalizm engelleyemez. Demokrasi, bir ülkenin bombalanmasının ürünü olarak şekillenemez. Bizler, dünya çapındaki savaş karşıtı koalisyonlarla birlikte tüm barış yanlılarını, tüm savaş karşıtlarını 26 Mart Cumartesi günü saat 16.00’da yapacağımız “Savaşa ve işgale hayır” gösterisine katılmaya çağırıyoruz.” dendi.
26 Mart – “İşgalin Ortağı Olmayacağız” Yürüyüşü – İstanbul / İzmir
Savaş karşıtları İzmir ve İstanbul’da haykırdı: ‘Türkiye elini Libya’dan çek’
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu olarak, İzmir’de ve İstanbul’da yaptığımız gösterilerle Türkiye’nin Libya’ya asker, savaş gemisi ve uçak göndermesini protesto ettik. Gösterilerde “Türkiye elini Libya’dan çek”, “Öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız”, “İşgalci NATO işbirlikçi Türkiye” ve “Hiç kimse asker doğmaz” sloganları atıldı.
İzmir ve İstanbul’da gerçekleşen Nato ve savaş karşıtı gösterilere katılanlar Ortadoğu’da diktatörlere karşı ayaklanan halklara destek verdi.
İstanbul
Küresel BAK’ın çağrısıyla saat 16.00’da Galatasaray Meydanı’nda toplanan savaş karşıtları “Nato savaş ve işgal gücüdür; Libya işgalinin ortağı olma” pankartı ve “işgalin ortağı olmayacağız” dövizleri ve barış bayraklarıyla yürüyüşe geçti. Çevredeki birçok insan alkışlayarak ya da sloganlara katılarak savaş karşıtlarına destek verdi.
Yürüyüş korteji, Taksim Meydanı girişindeki Fransız Konsolosluğu önünde durdu.
Burada, Küresel BAK adına aktivist ve sanatçı Kerem Kabadayı basın açıklamasını okudu. Açıklamada “Türkiye Libya’nın işgalin ortağı olmamalıdır!, Türkiye, Libya operasyonuna yolladığı ve tüm ülkelerdeki askerlerini geri çekmelidir!, NATO’dan derhal çıkmalıdır! NATO bir suç örgütüdür ve dağıtılmalıdır!” dendi.
Savaş karşıtları yürüyüşlerini Taksim Meydanı’nda sonlandırırken BDP’nin sivil itaatsizlik eylemlerine destek ve katılım çağrısı yaptı.
İzmir
Libya’ya işgal hazırlığı yapan NATO’yu protesto eden İzmirli savaş karşıtları, saat 14:00’de ilk saldırıyı yapan Fransa’yı da kınamak için Fransız Konsolosluğunun önünde basın açıklaması yaptı.
“Emperyalist Müdahaleye Hayır, Libya Devrimine Özgürlük” pankartı arkasında duran aktivistler adına basın açıklamasını okuyan Tülay Karacaörenli şunları söyledi:
“Halkımızın bu savaşa ve işgale karşı olduğu açıktır. Hükümet bu yüzden ikna manevraları yapmaktadır. Çünkü hükümet, Türkiye’de insanların anadilde eğitim alma hakkına, sivil itaatsizlik eylemlerine, barış çadırları kurmalarına bile tahammül edemezken, Libya’ya son derece hızlı bir şekilde ‘insani amaçlı’ müdahale ettiğine kimseyi ikna edememiştir.
İzmir bu işgalin merkezi, Türkiye bu savaşın ortağı olmayıncaya kadar mücadelemize devam edeceğiz.”
Basın açıklamasının ardından aktivistler “İşgalci NATO, işbirlikçi Türkiye”, “Öz-öz-özgürlük Libya halkına özgürlük” sloganları attı.
28 Mart – Hrant Dink’i öldürenlerin yargılanması devam ediyor…- İstanbul
Hrant Dink cinayeti davasının 17. duruşması 28 Mart’ta gerçekleşti. Dava öncesi Hrant’ın arkadaşları her zamanki gibi saat 10.00’da Beşiktaş’ta toplanıp davanın arkasında olduklarını vurguladılar.
Burada Hrant Dink’in arkadaşları adına basın açıklamasını okuyan Ayça Damgacı “Türkiye’de çok büyük suçlar işlendi. Hrant’ın öldürülmesi bunlardan biriydi. Bunların faillerini ilelebet koruyup kollamaya kimsenin gücü yetmeyecek. Bizim ise, arkadaşımızın ölüm emrini verenler karşımıza getirilene kadar direnecek gücümüz bol bol var.” dedi.
Dava bir sonraki duruşmaya ertelendi. Hrant Dink cinayeti davasının 18. duruşması 30 Mayıs’ta görülecek. Mahkeme bu duruşmada da Hrant Dink için ‘öldür’ emri verenlerin yargılamaya karar verdi.
3 Nisan – M ayınsız bir Türkiye, Mayınsız Bir Dünya Basın Açıklaması – İstanbul
Mayınsız Bir Türkiye Girişimi, 4 Nisan Uluslararası Mayın Bilinci Geliştirme Günü nedeniyle Taksim Gezi Parkı’nda basın açıklaması yaptı. Taksim Gezi Parkı’nda Mayınsız Bir Türkiye Girişimi, Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Sakatlar Derneği, Sosyal Demokrasi Vakfı, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe! Girişimi aktivistleri, “mayınsız bir dünya için” sloganıyla basın açıklaması yaptı. Doğu ve Güneydoğu’da çocukların oyun sırasında mayına basarak hayatını kaybettiğine dikkat çeken aktivistler, betona “sek sek” oyunu çizdiler.
Yapılan basın açıklamasında Türkiye’nin 2004 yılında mayın yasaklanma anlaşmasına taraf devlet olduğuna dikkat çekilerek, “Türkiye bu anlaşma ile her hafta soğu masum ve korunmasız sivillerden ve özellikle çocuklardan oluşan yüzlerce kişiyi öldüren, ekonomik kalkınmayı ve yeniden yapılanmayı engelleyen antipersonel mayınların neden olduğu acılara ve kayıplara son vermeye kararlı olarak anlaşmanın tüm yükümlülüklerini yerine getirme taahütünde bulunmuştu. Biz de sivil toplum örgütleri olarak Türkiye’yi bu anlaşmaya uymaya çağırıyoruz” dendi.
8-9 Nisan – Barışı Kurmak Konferansı – Barış Girişimi – İstanbul
8-9 Nisan tarihlerinde Barış Girişimi tarafından “BARIŞI KURMAK” başlıklı konferans gerçekleştirildi. Konferansta Oya Baydar, Leyla Zana, İshak Alaton ve bir dizi politikacı, akademisyen ve yazar ile Güney Afrika, Barselona gibi ülkelerden temsilciler konuşmacıydılar. Barışın kurulması için neler gerektiğinin tartışıldığı konferansın sonucunda tüm kurumlara barış için çalışmak için çağrı yapıldı.
12 Nisan – Askeri Harcamaları Durdur – İstanbul
Uluslararası Barış Bürosu ve Uluslararası Politik Etütler Enstitüsü ‘nün “Askeri Harcamalara Karşı Eylem ve Direniş Günü” olarak ilan ettiği 12 Nisan gününde İstanbul’da Küresel BAK ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Antikapitalist öğrenci kulübü ortak bir panel örgütledi.
“Geleceğini harcama – Askeri harcamaları durdur!” başlıklı panelde Bilgi üniversitesi öğretim üyeleri Nurhan Yentürk ve Murat Belge ile öğrenci kulübünden Nisan Ak ve Küresel BAK’ tan Şengül Çifçi konuşmacıydılar.
Şengül Çifçi, 12 Nisan’da Askeri Harcamalara neden karşı çıkmak gerektiğini ve neler yapabileceğimizi tartışmak için bir araya geldiğimizi anlattı. Küresel BAK olarak askeri harcamaların dünyada azaltılması gerektiğini, sosyal harcamalara ayrılan payın artırılması gerektiğini söyledi.
Nisan Ak ise militarizmin ne olduğunu askerlik görevi üzerinden açıklamaya çalıştı. Vicdani reddin önemini vurguladı. Nurhan Yentürk, Kamu Harcamaları İzleme Komisyonunun geçen hafta milletvekillerine gönderilen raporundan örneklerle Türkiye’deki askeri harcamaların oranını anlattı. 1998-2004 arası yükselen askeri harcamaların bir düşüş içinde olduğunu ancak hala NATO ortalamasının üstünde olduğunu anlattı. Yentürk, Kamu Harcamaları İzleme Komisyonunun çalışmaları sonucunda askeri harcamalardaki yüzde 7lik azalmanın tüm yoksulluk sınırı altında yaşayan insanlara asgari bir yardım karşılayabileceğini ortaya çıkardıklarını anlattı.
Murat Belge, Japonya, Almanya ve Türkiye arasında modernleşme sırasında oluşan militarizasyon sürecini anlattı. Askerileşme oranının sivillerin üzerindeki hegemonya ile ölçülebileceğini anlattı.
22 Nisan – Barış için yurttaşlık bildirgesi – Türkiye Barış Meclisi – İstanbul
Türkiye Barış Meclisi 22 Nisan’da hazırladıkları “Barış İçin Eşit Yurttaşlık Bildirgesini” Kadıköy, Cafer Ağa salonunda düzenlediği bir konser ile açıkladı. “Barış İçin Eşit Yurttaşlık Bildirgesini” Türkçe, sanatçı Yeşim Buber, Kürtçe, Kürt Enstitüsü Başkan Sami Tan okudu.
Bildirgenin okunmasında sonra Gencay Gürsoy ve Nuray Mert kısa birer konuşma yaptılar. Ardından Sema, Bandista, Ayfer Düztaş şarkılarıyla Barış meclisine destek verdiler.
24 Nisan – “Bu acı hepimizin” etkinlikleri
İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi, ‘Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’u “24 Nisan 1915’te tutuklanan ve büyük çoğunluğundan bir daha haber alınamayan Ermeni aydınları, İbrahim Paşa Sarayı (bugünkü İslam Eserleri Müzesi) önünde düzenlenen etkinlikle anıldı.
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe girişimi, 24 Nisan 1915 Ermeni Kıyımı’nda kaybedilenler anısına 24 Nisan’da eş zamanlı olarak İstanbul, Ankara, Bodrum ve Diyarbakır’da anma törenleri düzenledi.
Etkinliklere, yurtlarından sürülerek ölüme gönderilen 1,5 milyon Ermeni’nin ardından gözyaşı, ağıt, hüzün ve tarihsel gerçeklikle yüzleşme duygusu egemen oldu.
15/17 Nisan – Savaşa Hayır/NATO’ya Hayır Ağı Yıllık Toplantısı – Dublin
Bu kısa rapor Dublin’de bulunan ağımızın geçen hafta sonu yaptığı yıllık toplantının özetidir. Daha detaylı bir rapor ve analizler Paskalya tatilinden sonra hazırlanacaktır. Ancak yine de sizi 40 katılımcının bulunduğu başarılı toplantımızdan ve 100′den fazla kişinin geldiği halka açık etkinliğimizden geciktirmeden haberdar etmek istedik. Bu toplantılarda geçtiğimiz 14 ayın ve Lizbon’daki eylemlerin pozitif ve eleştirel bir analizi yapıldı, ağımızın gelecekteki çalışmaları konusunda verimli tartışmalar yapıldı.
Ayrıca İrlandalı arkadaşlarımıza ve meslektaşlarımıza mükemmel ve sahiplikleri ve toplantıların örgütlenmesi için teşekkür etmek istiyoruz. Toplantının sonuçları olarak aşağıdaki noktaları vurgulamak istiyoruz
Afganistan’da on yıl önce savaşın başladığı gün olan 7 Ekim tarihi için Uluslararası eylem günleri çağrısı yapıyoruz.
Bonn’da 5 Aralık’ta yapılacak olan Afganistan Konferansı ile ilgili eylemlere katılacağız. ICC, Alman barış hareketiyle birlikte Uluslararası bir konferans hazırlayacak.
Ağımız Libya’daki savaşa karşı net bir açıklama yapma kararı aldı. Bu açıklama Birkaç gün içinde hazırlanacak.
Geçtiğimiz çalkantılı aylarda yaşananları ve Ortadoğu’daki ayaklanmaları yoğun bir şekilde tartışacağız.
ICC, Bradley Manning’in davası hakkında Obama’ya yönelik bir mektup yayınlayacak. Bu mektup İrlandalı arkadaşlarımız ve meslektaşlarımız tarafından Obama’nın Mayıs sonunda yapacağı İrlanda ziyaretinde kendisine iletilecek.
Bir sonraki yıllık toplantıyı 2012 sonbaharında ya da kışında (eğer mümkün olursa) Brüksel ya da Fransa’da yapmaya karar verdik.
NATO’nun Küresel Güney’deki aktiviteleri kadar Kuzey Fransa ve Arktika’daki aktivitelerini de tartışmaya devam edeceğiz. Ayrıca bu aktivitelerin önümüzdeki dönemdeki çalışmamızda daha büyük bir rol oynaması gerektiğine karar verdik.
Kadınların “NATO’ya Hayır” ağı BM’nin 1325 Sayılı kararının askeri amaçlar için suistimal edilmesini kınayan bir açıklama hazırladı ve açıklama yıllık toplantıda kabul edildi. Metin önümüzdeki günlerde gönderilecek.
Herkese harika bir Paskalya tatili diliyoruz. Toplantıda daha ayrıntılı bilgileri, raporları ve kabul edilen metinleri ise Paskalya tatilinden sonra göndereceğiz.
13 Mayıs – Militarizm ve Vicdani Ret Paneli – İstanbul
13 Mayıs Cuma gunu saat 12.00 de Küresel BAK, Barış İçin Vicdani Ret Hareketi ve Antikapitalist Öğrenciler birlikte Bilgi Universitesi Dolapdere kampusunde Ferda Keskin, Ercan Aktaş ve Özdeş Özbay’ın konuşmacı olduğu bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıya 30′a yakın kişi dinleyici olarak katıldı.
Ferda Keskin, Vicdani Ret hakkının tanınmasının militarizmin geriletilmesi için çok önemli olduğunu ancak militarizmin gundelik yaşamamızın bir parçası haline geldiğini, okullarda, hastanelerde ve çoğu kamu kurumlarındaki disiplinin militarist olduğunu dolayısıyla sivil hayatımızdaki militarist öğeleri de temizlememiz gerektiğinden bahsetti.
Ercan Aktaş, 10 yıl cezaevinde kalışını, cezaevindeki son yıllarında vicdani ret haeketiyle nasıl tanıştığını ve dışarı çıktıktan snra 2005 yılında vicdani reddini açıklayışının ardından yaşadığı sıkıntıları anllattı. Kendisi gibi Vicdani Reddi olan İnan Suver’in 10 yıldır sureli cezaevine girip çıkmasının ardından şu anda askeri cezaevinde açlık grevinde olduğunun altını çizdi.
Özdeş Özbay ise Turkiye Vicdani Ret hareketinin tarihine dair bilgiler verdikten sonra yapılan yeni anayasa çalışmalarında Tesev’in ve Tusiad’ın vicdani ret önergelerinin önemini vurguladı.
14 Mayıs – G8=Küresel Yıkım Forumu – İstanbul
G8 = Küresel Yıkım Forumu, “Savaşın, işgalin, ırkçılığın, darbelerin, açlığın, yoksulluğun, iklim felaketinin, nükleer santrallerin ve sömürünün sorumlusu G8’e karşı mücadele” ana temasıyla 14 Mayıs tarihinde İstanbul’da toplandı. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Küresel Eylem Grubu, Mazlumder, Barış İçin Sanat, Barış için Vicdani Ret, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Durde, Anti Kapitalist Çalışanlar, Anti Kapitalist Öğrenciler, EDP, DSİP, Yeşiller, Sol Arayış, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi ve bireysel aktivistlerin katılımıyla gerçekleştirilen forumumuzda kamuoyuna duyurulmak üzere bir sonuç bildirgesi oluşturuldu. FORUM’da ortaya çıkan fikirlerin ülkemizdeki barış ve adalet çabalarına katkı sunacağı inancındayız.
21 Mayıs – “G8 = Küresel Yıkım” Yürüyüşü – İstanbul
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Küresel Eylem Grubu, Mazlumder, Barış İçin Sanat, Barış için Vicdani Red, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Durde,Anti Kapitalist Çalışanlar, Anti Kapitalist Öğrenciler, EDP, DSİP, Yeşiller, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi ve Sol Arayış, G8 zirvesini protesto ettiler. Kurumlar, 21 Mayıs Cumartesi günü İstanbul’da bir basın açıklaması ve yürüyüş ile 26 – 27 Mayıs ’de Fransa’nın Deauville kentinde yapılacak olan G8 zirvesini protesto ettiler.
Kurumlar adına basın açıklamasını okuyan Ebru Gökçe “Sesimizi Avrupalı ve dünyanın başka ülkelerindeki G8 karşıtlarının talepleri ve mücadeleleriyle birleştirmek için bugün biz de sokaktayız. Savaşın, işgalin, ırkçılığın, darbelerin, açlığın, yoksulluğun, iklim felaketinin, nükleer santrallerin ve sömürünün sorumlusu G8’e karşı olan bizler, 14 Mayıs Cumartesi günü toplandık ve ‘G8 = Küresel Yıkım Forumu’ gerçekleştirdik. Bu basın açıklamamız aynı zamanda geçen hafta yaptığımız forumun sonuç metnidir”, dedi.
Gökçe sözlerine şöyle devam etti, “G8 politikaları bütün dünyayı felakete sürüklerken, ülkemizi de derin bir ekonomik ve toplumsal yıkımın eşiğine getiriyor. Bu nedenle, G8’e karşı mücadele aynı zamanda, barış içinde eşit, özgür, demokratik bir Türkiye için mücadele etmektir”, diyerek talepleri sıraladı.
İstiklal Caddesi, Tramvay durağında yapılan basın açıklamasından sonra Galatasaray meydanına kadar yüründü. “Milyonlar aç, milyonlar işsiz, yaşasın küresel direnişimiz”, “İntifada Kazanacak”, “Irkçılığa Durde”, “Şirketleri değil, gezegeni kurtar” sloganları atıldı. Galatasaray meydanında Cumartesi annelerinin eylemine katılındı.
23–24 Mayıs – Uluslar arası mobilizasyonda (G20, Durban, Rio+20) Sosyal Hareketler ve Bireylerin rolü konferansı – Paris
23–24 Mayıs’ta Paris’te Avrupa sosyal hareketler temsilcileri ile Dünya Sosyal Forum uluslar arası konseyi birlikte “sosyal hareketlerin günümüzdeki durumu” üzerine uluslar arası bir konferans düzenlediler. Konferansa Latin Amerika’dan, Hindistan’a, Kenya’dan Bangladeş’e, Suriye’den Norveç’e yaklaşık 50 ülkeden sivil toplum kurumları, sendika, çevre örgütleri ve sosyal forumlardan 300 kişi katıldı.
Konferansta Kahire’den Madrid’e kadar uzanan direniş eylemleri üzerinde duruldu. 10 yıldır devam eden sosyal hareketlerin geçmişi ve bugünü üzerine ülkeler, kıtalar bazında raporlar verildikten sonra geleceği üzerine tartışmalar yapıldı.
10 yıllık deneyimin uluslar arası hareketi geliştirdiği, büyüttüğü pek çok ülkede yeni sosyal hareketlerin gelişmesine katkıda bulunduğu konuşuldu. Bu başarılı hareketin devam etmesinin önemi vurgulandı. Bazı sosyal forumların başarılı, bazılarının vasat olmasının nedenlerini araştırmak gerektiği ama genelde hareketin başarılı bir şekilde devam ettiği anlatıldı.
G8 ve G20 karşıtı uluslar arası mobillizasyon bölümünde, Fransa’da yapılacak G8 zirvesi öncesi La Havre kentinde yapılan toplantı ve gösteri değerlendirildi. Genova’dan beri devam eden bu gösteriler sayesinde G8 gibi uluslar arası toplantılarda halkın yararına kararlar alınması için baskı oluşturulduğu anlatıldı. Kasım ayında Fransa’nın Cannes kentinde yapılacak G20 zirvesi için çalışmaları yürütecek bir komite kuruldu. Konferansın sonunda Avrupa ve Dünya Sosyal Forumlarına katılanlar adına bir bildirge yayınlandı. Ekteki bildirgede dünyadaki herkesin eşit, adil, barış içinde bir dünyada yaşamayı hak ettiğinin altı çizildi. Bunun için sosyal hareketleri inşa etme çağrısı yapıldı.
30 Mayıs – Hrant Dink Davası – İstanbul
Aralarında Küresel BAK aktivistlerinin de bulunduğu Hrant’ın arkadaşları, Hrant Dink cinayeti davasının 18. duruşması için 30 Mayıs’ta Beşiktaş İskelesi’nin önünde bir araya geldiler.
Hrant’ın Arkdaşları’ndan Mehmet Esen yaptığı basın açıklamasında, mahkemenin hükmü yaklaştıkça gerçekleten uzaklaşılsa da, aynı kararlılıkla Hrant’ın yanında olacaklarını söyledi.
Grup daha sonra “Hrant İçin Adalet İçin” pankartı ve sloganlarla Beşiktaş Adliyesi’ne yürüdüler. Yürüyüş sırasında “Muammer Güler Yargılansın”, “Faşizme İnat, Kardeşimsin Hrant”, “Faşistler Vuruyor, AKP Koruyor”, “Cemil Çiçek Yargılansın”, “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganları atıldı.
Adliyenin önünde konuşan İstanbul bağımsız milletvekili adayı Sırrı Süreyya Önder, “Takibine başladığımız bu davadaki kararlılığımız öfkeye dönüşüyor. Bu davanın sorunluları hala devleti temsilcileri ve bunlardan adalet beklemek ne kadar gerçekçi? Bu olayın arkasında duran da tetiği çeken de, ona malzeme veren de herkes yargılanacak” dedi.
9 Haziran – “Vicdani Retçi İnan Süver’e Özgürlük!” Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK olarak 9 Haziran’da vicdani retçi İnan Süver’e destek için yazılı basın açıklaması yapıldı. Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Yıldız Önen adına yapılan basın açıklamasında Vicdani Retçi İnan Süver’e uygulanan şiddet kınandı ve bir an önce srbest bırakılması çağrısı yapıldı.
24 Haziran – “ABD VE NATO, AFGANİSTAN’DAN DEFOL!” Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
24 Haziran’da Küresel BAK olarak “ABD, Nato, Afganistan’dan defol!” başlıklı bir basın açıklaması yaptık. Kerem Kabadayı adına yapılan basın açıklamasında Amerika ve Nato’nun Afganistan işgalinden dolayı hesap vermesi gerektiğinin altı çizildi. Tüm yabancı askeri güçlerin Afganistan’dan çekilmesi istandi.
30 Haziran – “Hatip Dicle Meclise” Basın Açıklaması, Yürüyüş – İstanbul
Barış örgütleri, Hatip Dicle ve KCK tutuklusu 5 Blok milletvekilinin meclise girmesinin önündeki engellerin kaldırılması talebiyle Taksim’de eylem yaptı. İstiklal Caddesi boyunca “Dicle meclise”, “Öz-öz-özgürlük Kürt halkına özgürlük” sloganlarıyla yürüyen barış aktivistleriTarlabaşı’nda bulunan BDP İstanbul İl Örgütü’ne dayanışma ziyaretini gerçekleştirdi. Taksim’de buluşan barış aktivistleri YSK darbesini, darbeye destek veren AKP-CHP-MHP kirli ittifakını ıslıklar ve sloganlarla protesto etti.
Aktivistler “Öz-öz-özgürlük, Kürt halkına özgürlük”, “Direne direne kazanacağız”, “Hatip Dicle meclise, edibese”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Bıjibıratiyagelan”, “Hiç kimse asker doğmaz” ve “Hepimiz Kürdüz, hepimiz BDP’liyiz” sloganlarıyla İstiklal Caddesi boyunca yürüdü. Hatip Dicle’yi aday gösteren BDP’ye “Daha önce düşüneceklerdi” diyen başbakana “Sana ne Tayyip” sloganıyla yanıt verildi.
Galatasaray Meydanı’ndan Tarlabaşı’na geçen barış yanlıları alkışlar ve “Dicle meclise” sloganlarıyla BDP İstanbul İl Örgütü’ne yürüdü. Burada konuşan BDP İstanbul İl Başkanı Pınar Tarlak, baskıların direnişle boşa çıkartılacağını, Kürt halkının ve tüm ezilenlerin kazanacağını söyledi.
Ayla Yıldırım’ın Türkçe, Yıldız Önen’in Kürtçe okuduğu barış örgütlerinin ortak çağrısında barış için milletvekillerinin meclise gitme yollarının açılması gerektiği vurgulandı.
21 Temmuz – Barışalım Yeter Yürüyüşü – İstanbul
Sanatçı, aydın ve çeşitli sivil toplum kuruluşları, Aynur ve Dicle’ye destek vermek için Taksim’de “Barışalım Yeter” yürüyüşü yaptı. “Türküleri değil, silahları susturalım, Hatip Dicle Meclis’e” diyen yaklaşık bin kişi Tünel’den Taksim Meydanı’na yürüdü. Aynur Doğan’ın Kürtçe şarkı söylediği için “yuhalanarak” konserini yarıda kesmesine karşı ve milletvekilliği düşürülen Hatip Dicle’nin Meclis’e girmesi için aydın, sanatçı birçok kişi “Barışalım Yeter” dedi.
Saat 19:00′da Tünel’de buluşan grup, Kardeş Türküler’in davulları eşliğinde “Ölüm değil, çözüm”, Hiç kimse asker doğmaz”, “Hatip Dicle meclise”, “Aynur Doğan sahneye”, “Halklar özgürlük istiyor”, “Sustur savaşların sesini sustur”, “Yükselt barışın sesini yükselt” sloganları eşliğinde yürüdü.
29 Temmuz – Hrant Dink Davası – İstanbul
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili davanın 19. duruşması 29 Temmuz Cuma günü Beşiktaş’taki İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapıldı. Hrant’ın arkadaşları her duruşma öncesinde olduğu gibi İskele Meydanı’nda toplanarak davanın seyrine yönelik eleştirilerini ve adalet taleplerini dile getirdiler. Dava 19 Eylül Pazartesi günü devam edecek.
2-3 Ağustos – KCK Davası – Diyarbakır
KCK davasının 24. Ve 25. Duruşmaları 2-3 Ağustos tarihlerinde Diyarbakır’da yapıldı. Her iki duruşmaya da tutukluklardan sadece 6 kişi getirildi. Duruşmalarda savunma avukatlarıyla mahkeme heyeti arasındaki kriz devam etti. Mahkeme avukatları, davaya katılmadıkları için haklarında suç duyurusunda bulunmakla tehdit etti. Diyarbakır Baro Başkanı Aktar ise, ikinci gününe katıldığı duruşmada mesleklerine saygı gösterilmediği için duruşmalara katılmadıklarını ifade etti. Savunma avukatları anadilde savunma yapılmasına izin verilmemesini ve tutukluların toplu halde değil de 6’şar kişi halinde duruşmalara getirilmesini protesto etmek için duruşmalara katılmıyorlar.
Bunun üzerine Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi, KCK davasında, “yargılamayı engelledikleri” iddiasıyla sanık avukatları ve mahkemenin talebine rağmen avukat görevlendirmeyen Diyarbakır Baro Başkanlığı yönetimi hakkında suç duyurusunda bulundu. Mahkeme heyeti, tutuklu sanıkların tutukluluk halinin devamına karar verirken bir sonraki duruşmayı 10 Ağustos’a erteledi.
18 Ağustos – Türkiye Barış Meclisi Basın Açıklaması – İstanbul
Türkiye Barış Meclisi 18 Ağustos’ta bir basın açıklaması yaparak içinde bulunulan politik durumu değerlendirdi. Barış Meclisi, birçok aydının katılımıyla İstanbul’da basın toplantısı gerçekleştirerek savaşı kınadı ve tüm barışseverleri seslerine yükseltmeye çağırdı. Barış aktivistleri, Kürt sorununda siyasi çözüm yollarını tıkayan Başbakan ve AKP hükümetini protesto ederek, demokratik çözüm için muhatabıyla masaya oturması çağrısını yaptı.
Hakan Tahmaz, Erol Katırcıoğlu, Deniz Türkali, Ferda Keskin, Aydın Çubukçu, Nuray Mert, Murat Çelikkan, Feryal Öney birer konuşma yaparak Kandil’e operasyonla doruğuna çıkan savaş sürecini değerlendirdi. Aydınların ortak vurgusu, ‘barışın sesinin yükseltelim’ oldu.
13 Eylül – Hrant’ın Arkadaşlarından Başbakan’a Mektup – İstanbul
13 Eylül günü Harnt’ın Arkadaşları Başbakan’a mektup yazarak Hrant Dink davasının bir an önce sonuçlansırılmasını istedi. Katillerin arkasındaki güçlere hiç dokunulmadığının belirtildiği mektupta sorulan sorulara cevap beklendiği söylendi.
19 Eylül – Hrant Dink Davası – İstanbul
Hrant’ın Arkadaşları, davanın 20. duruşması öncesinde yine Beşiktaş Adliyesi’ne yürüdü. Yazdıkları mektup 55 köşe yazarı tarafından basılmasına rağmen Başbakan’dan sorularına cevap gelmemesi üzerine bir kez daha “Daha derine inilmesine engel olan büyük kasabanın sırrı ne?” diye soran Hrant’ın Arkadaşları, “Cevaplarımızı almadan susmayacağız” dediler. Rakel Dink, Orhan Dink, Fethiye Çetin ve Dink ailesi avukatları, savcının mütalaasını vermek istemesi üzerine duruşma salonunu terk ettiler. Rakel Dink “Mücadelemiz devam edecek” dedi.
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in katledilmesine ilişkin davanın 20. duruşması öncesi Dolmabahçe’de toplanan Hrant’ın Arkadaşları, sloganlarla adliyeye yürüyerek, Başbakan’a yazdıkları mektubu okudu.
17-19 Eylül – Nükleer Karşıtı Uluslar arası Kampanya (ICAN) Konferansı – Cenevre
Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinden yaklaşık 100 kişinin katıldığı konferans ICAN ofisinin olduğu Cenevre’de yapıldı.
Katılımcılar: İsveç, Türkiye, Amerika, Uluslararası Nükleer Savaşı Engelleme Doktorları (IIPNW) temsilcileri. Avrupa Barış Enstitüsü (IPE) temsilcisi, Dünya Kiliseler Birliği Konseyi Cenevre temsilcisi, Kızıl Haç Cenevre temsilcisi, Japon Barış Gemisi temsilcisi, Mısır dış ilişkiler komisyon üyesi, Amerika’dan United Peace and Justice temsilcisi, Küresel BAK temsilcileri, nükleer silahlanmaya karşı uluslararası avukatlar temsilcisi, Filistin Birleşmiş milletler temsilcisi.
Konular: Nükleer silahlanma nasıl engellenir? Bu konuda nasıl bir kampanya yapılabilir? Kampanyanın politik tartışmaları neler olmalıdır? Özellikle Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde ICAN nasıl kurulabilir? ICAN temsilcilerinin deneyimleri.
Sonuçlar: ICAN projesinin oldukça iyi bir kampanya olduğu bu kampanyanın büyütülmesi ve yaygınlaştırılması için bir dizi kampanya yapılması gerektiği ve bunların ICAN merkez ofis tarafından kontrol edilmesi gerektiği konuşuldu.
Günlük raporlar:
17 Eylül Cumartesi
Açılış konuşmasını ICAN Cenevre Baş Kampanyacısı Arielle Denis yaptı. ICAN Cenevre oluşumunun çok yeni olduğunu (sadece altı aylık) ama kısa sürede önemli işler yaptığını anlattı. Programı tanıttı.
Ardından ICAN başkan vekilli Rebecca Johnson genel olarak ICAN projesini tanıttıktan sonra, nükleer silahların imha edilmesi için gereken koşulları anlattı.
Birleşmiş milletlerin nükleer silahlanmaya ilişkin görüşleri dile getirildi.
Öğleden sonra Çeşitli ICAN temsilcileri (Almanya, Norveç, İngiltere, İskoçya, İtalya, Hollanda, Yeni Zelanda, Avusturya, Zimbabwe, Nijerya, Güney Afrika, Tunus, İsrail) ve İsveç, Türkiye, Amerika, Uluslararası Nükleer Savaşı Engelleme Doktorları (IIPNW) temsilcileri bölgelerinden deneyimler ile kampanyayı anlattılar. Avrupa ICAN’leri bayağı yol almışken Afrika ve Asya ICAN’leri daha işin başında olduklarını anlattılar.
Akşamüstü yapılan dört çalışma grubundan “nükleer silahlanma karşıtı çalışma ağları ve sivil toplum örgütlerinin birlikte çalışması” başlıklı olana katıldık. Burada asıl olarak “Nükleer silahsızlanma kampanyası yapmayan gruplara nasıl ulaşacağız?” başlığı tartışıldı.
Kızılhaç temsilcisi son birkaç yılda kendi örgütünün uluslar arası olarak nükleer silahlanma konusuna ilgi gösterdiklerini ve tüm ülkelerde ICAN üyelerinin Kızılhaç üyeleriyle çalışmaları gerektiğini anlattı. Aynı şekilde Dünya Kiliseler Birliği Konseyi temsilcisi kilisedeki rahipler için aynısını söyledi.
Atölyede ICAN için gidilebilecek kurumlar listesi çıkarıldı: gaziler, çocuk sağlığı merkezleri, acil durum örgütleri, kiliseler, inanç örgütleri, öğretmen örgütleri, okullar, kamu eğitimi çok önemli, barış örgütleri (Ancak bazıları çatışmalara karşı çıksalar da nükleer silahlanmaya karşı çıkmayabilirler. Örneğin Amerika’da; Irak savaşına karşı çıkanların bir kısmı nükleer silahlanmaya karşı çıkmadılar)….
Atölyenin sonucunda her bir ICAN bürosunun yukarıdaki listeyi kendine özgü oluşturması gerektiği konuşuldu. Pek çok kurum, kampanya ve sivil toplum kuruluşu ile birlikte kampanya yaparak güven sağlamanın önemi vurgulandı.
18 Eylül Pazar
Sabah seansında, ICAN dışındaki nükleer silahların imha edilmesi ve yasaklanması için çalışan çeşitli kuruluşlar deneyimlerini paylaştılar. Bir İnsanlık Hareket Projesi olarak Silahsızlanma (UNIDIR), Uluslar arası Kızıl Haç (ICRC), Uluslararası Nükleer Savaşı Engelleme Doktorları (IPPNW), Dünya Kiliseler Birliği Konseyi, Uluslar arası Sendikalar Konfederasyonu, Japon Barış Gemisi üyeleri kendi nükleer ve silahlanma karşıtı kampanyalarını anlattı.
Öğlen seansında yapılan dört çalışma grubundan “insan hakları, nükleer silahlar masrafları ve alternatif bütçe kullanımı” başlıklı olana girdik. Bu çalışma grubunda, silahsızlanmanın faydalarını anlatarak nükleer silahlara karşı çıkabileceğimizi tartıştık. Atölyede, “Bizim hedefimiz barış olmalı. Amacımız silahsızlanma değil barış, güvenlik, insan hakları. Bunlar için silahsızlanma istiyoruz” dendi.
İstatistikler çok önemli. “Bir yıllık Amerika askeri bütçesi ile 24 yıl yardıma ihtiyaç duyan ülkeleri besleyebiliriz” dediğinizde insanları silahsızlanmaya ikna etmek kolay olabilir. Askeri harcamalar artıkça ulusal krizler derinleşiyor. Küresel ekonomi krizde, işsizlik artıyor. Bunlara rağmen askeri harcamalar bundan etkilenmiyor. Bunu sürekli olarak vurgulayıp silahlanma bütçelerini eleştirmeliyiz.
Akşamüstü seansında -2012 ICAN kampanya önerileri tartışıldı. ICAN’ın yalnız yapabileceği, ortaklaştırabileceği kampanya önerileri konuşuldu.
Desteklenecek kampanyalar önerildi. En sonunda aşağıdaki gibi bir kampanya önerileri ve takvimi çıkarıldı.
I.Konferanslar/etkinlikler:
1. Nükleeri imha günü: Bu sene yapılan nükleer imha gününün uluslar arası bir gün olarak her sene aynı gün yapılması karara bağlandı. Gün daha sonra belirlenecek.
2. Humanitarian Consequences Conference: hükümetlerin ve sivil toplum örgütlerinin nükleer sonrası yaşanacak felaketler konusunda buluşması. Konferans hükümetler ile konuşup örgütlenecek.
3. ICAN konferansı 2012: Hiroşima’da gelecek Ağustos’un üçüncü haftasında yapılacak IPPNW konferansından önce bir ICAN konferansı yapılacak.
4. Askeri harcamalar günü: Nisan’da askeri harcamalar günü hazırlandı. Bu senede aynısını yapmakta fayda var dendi.
5. Avrupa Nükleer yakıt zinciri konferansı: nükleer silahlar, uranyum vb şeyleri de kapsayan nükleer yakıt zinciri üzerine Fransa’da 2012’de bir konferans yapmaya karar verildi. Afrika’daki uranyum sonuçlarını da içeren bir konferans olmalı. ICAN Fransa, IPPNW Almanya birlikte bu konferansı inşa edecek.
6. “In my Lifetime” filmini yaygınlaştırmak. Nükleer karşıtı kampanyalarda bu film gösterileri yapılacak.
7. Fukuşiyama Konferansı: Ocak 2012’de Japonya’da Fukuşiyama sonuçları tartışılacak. ICAN bu konferansa destek verecek.
8. Küresel Konser: Meşhur sanatçılar U2 gibi ile bir konser düzenlemek proje olarak kabul edildi.
II. Destek Kampanyaları
Nükleer silahları imha kampanyası: Küresel çalışma grubu olarak hangi şirketler nükleer ile ilgileniyor, işlerini yapıyor ve kim finanse ediyor çalışılıp, bunlara karşı kampanya örgütlenecek.
Daha fazla bomba istemiyoruz kampanyası: Nükleer bomba kartlarını barış için değiştirip ve yarışma açılacak olan bu kampanyaya ICAN destek verecek.
CTBTO bilgilerinin kamuoyuna açık hale getirilmesi: Radyoaktif değerlerinin (CTBTO bilgilerinin) halka açıklanması için kampanya yapmak.
Criminality of nuclear weapon’s use: Yasal olarak nükleer kullanmanın suç olduğunu iddia edip, kampanya yapmak gerekir. Kampanya www.nucleerweaponisawarcrime.doc adresinde var. ICAN bunu destekleyecek.
İmza kampanyası: “Milyon yüz/milyon iddia” imza kampanyaları örgütlenebilir. İnternet imza kampanyaları olarak örgütlenme fikri geliştirildi.
Ördek ve korunma: nükleer savaşlardan sağ kalmak mümkün değil konusunu kamuoyuna anlatmak için yapılan kampanya desteklenecek.
Avrupa referandumu: Avrupa birliği nükleer silahlar için referandum yapacak ise biz de nükleer imhası için referandum yapabiliriz.
III. Araca dayalı kampanyalar
Sık sorulan sorulara cevap el kitapları: Herkesin kullanıp kampanya yapabilecekleri el broşürleri, bildiriler hazırlamak, wiki teknoloji kullanmak.
Nuclea rweapon’s exhibition (nükleer silahlar sergisi): Yerel yönetimler, millettekileri ile anlaşarak nükleerin insanlık üzerindeki sonuçlarını sergileyebiliriz.
Afrika Uranyum madenciliği: Uranyum madencilik hakkında bilgilendirme yapmak. Materyaller hazırlayıp Avrupa’daki sivil toplum kurumlarına, bireylerine bilgi vermek, farkına varmalarına neden olmak.
Nükleer çöplerin ortadan kaldırılmasını izleme inisiyatifi: Dünyadaki nükleer çöplerin nasıl ortadan kaldırılacağını izleyen bir küresel inisiyatif.
ICAN uygulaması: Iphone, Ipads gibi bir ICAN uygulaması yapmak…
Sosyal medya kampanyası: İnternet üzerinden ICAN hakkında bilgilendirmeyi yaygınlaştırmak….
IV. Genel / İletişim
İlişki kurulacak kurumlar: insan hakları çalışma grubunda nükleer bombanın insanlar üzerindeki etkilerini kamuoyuna anlatmanın önemini vurguladık. Parlamenterleri, sivil toplum örgütlerini bilgilendirmek önemli. Kızılhaç’ı, kiliseleri, dünyayı koruma konusunda harekete geçirebiliriz. Sendikalar her sene Cenevre’de toplanıyorlar. Bu sene nükleer zincirin tüm adımları hakkında uranyum-bomba bilgilendirecek bir konferans yapma planlanıyor.
ICAN merkezlerini yaygınlaştırmak: Özellikle nükleer silah bulunan ülkelerde buna hemen başlanması gerektiği konuşuldu.
Medya: Medya gençleri militirize ediyor. Yanlış bilgiler veriyor, gerçekleri anlatmıyorlar. Bir çalışma grubu ile bunu gidermeye çalışma kararı alındı.
Mesajlar/sloganlar: Ne yaptığımızı tam olarak anlatacak mesaj ve sloganlar hazırlanacak.
PNND üye kampanyasına destek: 2012’de 2012 üye kampanyasına destek verilecek.
19 Eylül Pazartesi
Daha küçük 50 kişilik bir grupla daha çok Ortadoğu ICAN çalışmaları üzerine konuşuldu.
Toplantı İsviçre Kanton görevlisinin yaptığı hoş geldiniz konuşması ile başladı. Cenevre kantonunun sivil toplum örgütlerine verdiği desteği anlatan görevli çalışmalarda başarılar diledi.
Daha sonra Türkiye, Mısır, İsrail ve Nijerya’dan ICAN, IPPNW temsilcileri ICAN kampanyası için Ortadoğu ve Afrika perspektiflerini anlattılar.
Afrika açısından Pelindaba sözleşmesi (TOP) Afrika’yı nükleersiz bir kıta yapabilecek. Şimdi bunu imzalayan ülkeleri, diplomatları, liderleri nükleer silahlar sözleşmesine (NWC) ikna etmeliyiz dendi.
“Afrika’da yerel, ülke, kıta seviyesinde kampanya yapabiliriz. Afrika’da özel bir ICAN kampanyası yapmalıyız. Afrika’da koordinasyon kurmalıyız. Teke tek insan kazanmalıyız. Her sene Afrika’da toplanıp neler yapabileceğimize bakmalıyız” dendi.
Ortadoğu açısından bu kadar savaş ve işgalin, çatışmanın olduğu bir bölgede nükleer silahlanmaya karşı mücadele çok zor. Ama yavaş yavaş inşa etmek gerekiyor.
2012 Nükleersiz bir Orta Doğu konferansı oluşturma planı var. Pek çok STK bu konuda çalışmaya başladı.
Planlar:
/2012 Barış Gemisinde koordinasyon toplantısı yapılacak.
Delegeler Orta Doğu gezileri yapacak. Yanlarına Hiroşima ve Nagaziki mağdurlarını almaları önerildi.
Barış Gemisinde İsrail-İran forumu yapılması planlandı.
Barış Gemisinde gençlik toplantısı yapılması planlandı.
Hiroşima ve Nagazaki mağdurlarının İsrail gezisi planlandı.
Neler yapılmalı:
1. ICAN Orta Doğu merkezi kurulabilir. Bunun merkezinde Filistin, İsrail aktivistleri olmalı. Bölge dışında Amerika, Rusya, AB üyeleri de olmalı.
2. ICAN genel merkez ve tüm şubeleri Orta Doğu merkezine destek sağlamalı.
3. ICAN politik partileri, yerel yöneticileri kazanmaya çalışmalı.
4. Nato ve İsrail nükleer silahlarının imhası savunmalı.
5. Tüm ülkelerde sağlık hizmetlerinin geliştirilmesini savunmalı.
6. Ayrıntılı çalışma planı hazırlanmalı.
7. ICAN olarak düzenli bir şekilde plan kontrol edilmeli.
22 Eylül – Mezopotamya Sosyal Forumu Küresel BAK toplantıları – Diyarbakır
21-25 Eylül tarihlerinde Diyarbakır’da yapılan Mezopotamya Sosyal Forumu (MSF) Küresel BAK olarak iki toplantıya katılımcı olarak katıldık. 21 Eylül Perşembe günü yapılan toplantıların başlıkları “Türkiye’de barış ve yeni güvenlik algılamaları” ve “Ortadoğu’da halkların başkaldırısı” idi.
Türkiye’de barış ve yeni güvenlik algılamaları paneli sabah programında Munzur toplantı salonunda gerçekleşti. Panele Küresel BAK’tan Kerem Kabadayı, Barış İçin Vicdani Ret Platformu Üyesi Ercan Aktaş, İHD MYK Üyesi ve Diyarbakır Şube Yöneticisi Rahşan Bataray ve Alman İnsan Hakları Delegasyonu Üyesi Michael Backmund katıldı. Toplantının moderatörluğunu Küresel BAK’tan Yıldız Önen yaptı. Panele yaklaşık 100 kişi katıldı.
Panelin açılış konuşmasında Yıldız Önen “Güvenlik kelimesinin artık dünyada sürekli olarak kullanılan ama içinin boşaltıldığı bir kavram olduğunu anlattı. Savaş ve silahlanmanın bu derece artığı bir dünyada bu kavramın içinin boş olduğunu söyledi.
İlk konuşmacı Kerem Kabadayı, güvenlik algısı denilince ilk olarak bireyin egemen güçler karşısında yasal haklarını kullanamamasının akla geldiğini söyledi. Güvenlik adı altında yürütülen mili güvenlik politikalarının baskıcı uygulamaları meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığını dile getiren Kabadayı, “Türkiye’de de yıllarca paranoya ve yabancı düşmanlığı üzerine güvenlik politikası geliştirildi. Balyoz Davası’nda görüldüğü gibi yabancı düşmanlığı üzerinden güvenlik konsepti oluşturulmuş. AKP Hükümeti döneminde farklı biçimlerde bu güvenlik algısı devam ettiriliyor” dedi. AKP’nin Ortadoğu’da barışı ve güvenliği tesis etmek için yola koyulduğunu iddia ettiğini ifade eden Kabadayı, “Ancak Erdoğan’ın bu sözlerinin Arap halkları nezdinde bir geçerliliği yok. Çünkü dönüp Erdoğan’a şunu soruyorlar. ‘Neden kendi ülkendeki savaşı o zaman durdurmuyorsun’. Dolayısı ile kendi iç sorununu çözmeyen bir ülkenin barışının sağlanmasına dönük sözlerinin bir anlamı yoktur” diye konuştu.
“Yargının siyasallaşması” adı altında sunum yapan, İHD MYK Üyesi ve Diyarbakır Şube Yöneticisi Rahşan Bataray da, Türkiye tarihinde adaletsizlik sorununun özel yargılama sisteminden kaynaklandığını söyledi. Bataray, egemen ideolojiye karşı farklı düşünenlerin sürekli özel bir yargılama sistemine maruz kaldığını belirtti. İstiklal Mahkemeleri, sıkıyönetim mahkemeleri, devlet güvenlik mahkemeleri ve bugün yürürlükte olan özel yetkili ağır ceza mahkemelerin toplumsal muhalefeti susturmaya dönük işlediğini kaydeden Bataray, “DGM’lerin yerine kurulan özel yetkili ağır ceza mahkemelerin daha fazla insan hakları ihlallerini yaratan kararlara imza atıyor. Bugünkü ağır ceza mahkemeleri adeta Kürt siyasi hareketini tasfiye etme üzerine çalışıyor” dedi.
Kürtlerin adalet duygusunun tahribata uğradığına dikkat çeken Bataray, “Yaşadığı katliamın, işkencenin ve yargısız infazın hesabını soran Kürtler yargılanırken, katliamcılar ve işkencecilerden hesap sorulmaması adalet duygusunu zedeliyor. Toplumsal barışın sağlanması için yargının bir an evvel demokratikleştirilmesi gerekir” şeklinde konuştu.
Barış İçin Vicdani Ret Platformu Üyesi Ercan Aktaş da yaptığı sunumda, İstanbul ve Diyarbakır’dan barışı haykırmanın oldukça farklı olduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan’ın ‘sözün bittiği yerdeyiz’ söylemine karşı barışta daha da ısrar etmek gerektiğini belirtti. Ana akım medyada dehşet düzeyde bir savaş arzusunun olduğunu aktaran Aktaş, bu arzunun kaynağının da savaştan elde edilen ranttan kaynaklandığını ifade etti. Mustafa Kemal’in ulusal kurtuluş savaşı adı altında yürüttüğü savaşın geride halklar mezarlığı bıraktığını söyleyen Aktaş, “Sivil ama en büyük apoletli Erdoğan’ın da Libya, Tunus ve Mısır’da barışı sağlama adına yaptığı çıkışlar ile ikinci Mustafa Kemal olmak istiyor” dedi. Aktaş, ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü savaşın sona ermesinde vicdani retçilerin büyük rolü olduğunu belirterek, “Türkiye’de de savaşın sona ermesinde İzmir ve İstanbul’da savaş karşıtlığı üzerine güçlü seslerin çıkması gerekiyor” diye konuştu.
Panelde son olarak söz alan Alman İnsan Hakları Delegasyonu Üyesi Michael Backmund, 22 Ekim 1998’de askerlerin düzenlediği operasyonda sağ yakalandıktan sonra infaz edilene PKK’li Andre Wolf’un, ‘Militan bir hareket ancak savaş makinesini durdurur” sözlerini hatırlatarak konuşmasına başladı. “Wolf bu sözleri Kürdistan dağlarına Tür ordusunun yaptığı operasyonun hemen öncesinde yazmıştı” diyen Backmund, “Wolf ve 24 PKK gerillası Türk ordusu tarafından katledildi. Wolf çatışmada sağ yakalandıktan sonra 2 PKK’li birlikte infaz edildi. Türk ordusu son 30 yıl içerisinde binlerce insanı katletti. Her gün çıkan toplu mezarlar bunun bir kanıtıdır. Çatak’taki toplu katliamı araştırmak için giden heyetimizin önünü silahlar ile kesen Türk ordusunun insan hakkından anladığı silahtır” dedi. Mısır, Tunus, Libya ve Filistin’de gerçek olmayan barış şovu yapan Başbakan Erdoğan’ın Kandil’e operasyon hazırlığında olduğuna dikkat çeken Backmund, “Siyasi ikiyüzlülük yapan Erdoğan dışta barışı savunurken Kürdistan’da belediye başkanlarını, insan hakları üyelerini ve Kürt siyasetçileri tutukluyor” şeklinde konuştu.
Ortadoğu’da halkların başkaldırısı paneli akşam programında Tigris toplantı salonunda yapıldı. Toplantıya Küresel BAK’tan Kerem Kabadayı, Filistin Halk partisi temsilcisi Salim Rasheed, Lübnan Demokratik Gençlik Federasyonu temsilcisi Read Ataya, Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan konuşmacı olarak katıldı. Toplantıda 80 kişi dinleyici olarak katıldı.
Ayşe Gökkan, özellikle Ortadoğu’da yaşayan kadın ve çocukların durumuna dikkat çekti. Gökkan, Ortadoğu’da erkek egemenliği altında yaşayan kadınların özgür olması gerektiğini belirterek, Ortadoğu’da yaşanan savaşlı durumun kadının mücadelesine dönük bir çürütmenin de olduğunu sözlerine ekledi. Gökkan,”1919 da Mısır da feminist kadınların birliği ve 1924’te Türkiye’deki kadınların birliği bu egemen anlayışa karşı kardeş oldu. Sonuç olarak bu çürütme anlayışına karşın, öldürmeyin konuşun; konuşmak için imkanlar vardır” dedi.
Küresell BAK aktivisti Kerem Kabadayı,”Arap devrimleri küresel antikapitalist hareketle beraber, soğuk savaşın bitişinin ardından giderek meşruiyetini kaybeden totaliter rejimleri birer birer yıkıyor. Ana aktörleri işçi hareketi ve gençler olan devrimlerin derinleşmesi emperyalizmin planlarını tehdit etmekte. Bu yüzden başarısız olmalarını bekleyen çok” şeklinde konuştu. Bu devrim atmosferinin Türkiye toplumunun katkısının devlet veya hükümetin şaibeli politik tavrının olmadığını ifade eden Kabadayı, Kürt halk hareketinin özerklik vizyonunun olduğuna dikkat çekti.
Salim Rarsheed, “Filistin’de devrimci bir parti şarttır. Tüm halkı aynı çatı altında toplaması açısından şarttır. Filistin’de devrim ateşini gençler yakmıştır. Bana göre gençlerin devrimi için mübalağa olacaktır. Gençlerin devriminin gidecek bir kucağı olmasaydı bu ateş sönecekti, fakat yerini bulmuştur” dedi. Rasheed, Arap devletlerinin bakış açılarının salt ekonomi olduğunu söyleyerek, bu bakış açısının darbe yediğini bunun da kapitalizm olduğunu kaydetti. Rasheed, konuşmasına şöyle devam etti: “Arap devrimi devrim değildi. Bu devrim büyük bir oluşum oluşturdu. Hamas ve El Fetih bugüne kadar kendi çıkarları için bu oluşuma destek veriyorlardı. Bu bakış açısı Filistin’i 20 yıl geriletti.”
Raed Ataya ise, “Mısır ve Tunus’taki devrimci hareketler Lübnan’daki devrimci hareketlere yansıdı dedi. Onbinlerce Beyrutlu başkaldırıya kalktılar. Halkın hareketlerine saygı göstermek gerekiyor. Rejimi kırmak için birlik içindeyiz.Tunus’ta yapılan şeyler bizim için iyiydi.Bütün gençleri yanımıza almak istedik. Komünistlerle birlik olmak istedik’’ dedi.
4 Ekim – Barış Nöbeti – İstanbul
“Çözüm demokraside, çözüm diyalogda, çözüm müzakerede!” diye haykıran barış inisiyatifleri 4 Ekim’de Taksim Gezi parkında bir araya geldiler. Son operasyonları kınayan barış inisiyatifleri nöbetinde Kardeş Türküler şarkılarıyla, Sezai Sarıoğlu şiirleriyle destek verdi. Ardından barış inisiyatifleri adına basıl açıklamasını Feryal Öney okudu. İnisiyatif aktivistleri “Gel sen de katıl, Savaşlara hayır” diye slogan attılar.
8 Ekim – Miting – Ankara
Küresel BAK, Barış İnisiyatifleri ile birlikte 8 Ekim’de Ankara’daydı
8 Ekim Cumartesi günü, TTB, TMMOB, KESK ve DİSK’in Ankara’da düzenlediği “İnsanca yaşam için demokratik ve özgür bir Türkiye” mitingine, Barış İnisiyatifleri ile birlikte ‘Barışalım Yeter’ pankartı arkasında katıldık. Yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı mitingde, emeğin talepleriyle birlikte, özellikle Doğu illerinden gelen sendikaların katılımının yoğun olmasıyla birlikte barış sloganları hakim oldu.
On binlerce emekçi ve demokrasi ve barış yanlısı, bir yandan savaşa karşı barışı savunup, bir yandan toplu sözleşme hakkı istedi. İşçiler, kıdem tazminatının gaspına, taşeronlaştırmaya, işsizliğe, güvencesizliğe, 2821 ve 2822 sayılı yasalara, kadın katliamlarına, paralı sağlık ve eğitime karşı çıktı.
Barış İnisiyatileri “Savaşa hayır”, “Kürt halkına özgürlük”, “Savaşma konuş: Muhatap Öcalan”, “Öz-öz-özgürlük, Öcalan’a özgürlük”, “Hepimiz Kürdüz hepimiz BDP’liyiz”, “Irkçılığa dur de”, “Şimdi barış zamanı”, “İş, iklim, adalet, barış, özgürlük” sloganlarıyla yürüdü.
15-16 Ekim – Hakikat, Adalet ve Hafıza Çalışmaları – İstanbul
Hakikat Komisyonları: Dünya Deneyimleri ve Türkiye Konferansı
Hakikat Komisyonları, ağır insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği savaş, soykırım ve diktatörlük dönemlerinden sonra demokrasiye geçiş süreçlerinde hayata geçirilen mekanizmalardan birisi. Temel hedefleri toplumun hakikatleri öğrenmesi, yapısal reformların hayata geçmesi, adaletin tesisi, mağduriyetlerin onarımı ve toplumsal mutabakatın sağlanması olan hakikat komisyonları şimdiye kadar dünyanın farklı yerlerinde belirli süreler için faaliyet yürüttü.
15-16 Ekim tarihlerinde hayata geçirdiğimiz “Hakikat Komisyonları: Dünya Deneyimleri ve Türkiye” toplantısıyla dünyanın farklı yerlerindeki hakikat komisyonu deneyimlerini paylaşmayı ve Türkiye’deki hakikat arayışı üzerine bir tartışma yürütmeyi hedefledik. ABD, Güney Afrika, Peru ve Sırbistan’dan gelen ve Türkiyeli uzmanların sunumlar gerçekleştirdiği toplantıya sivil toplum temsilcileri, milletvekilleri, aktivistler, akademisyenler, gazeteciler ve sanatçılar katıldı.
İlk gün
İlk gün yaklaşık 80 kişinin katıldığı toplantıya, Anadolu Kültür ve Hakikat, Adalet ve Hafıza Çalışmaları direktörü Meltem Aslan’nın şimdiye kadar yaptığımız çalışmalardan bahsetmesiyle başladık. Anadolu Kültür başkanı Osman Kavala’nın kısa konuşmasından sonra açılış konuşmalarına geçildi.
İsmail Beşikçi açılış konuşmasını Kürtler hakkında yaptığı çalışmalarıyla tanınan İsmail Beşikçi gerçekleştirdi. Beşikçi Kürtlerin yaşadıklarının Ortadoğu’nun en büyük hakikati olduğundan bahsettiği konuşmasında sadece Türkiye gibi bölge ülkelerinin değil Fransa ve İngiltere gibi ülkelerinde hakikatlerle yüzleşmek zorunda olduğuna dikkat çekti. 2005 yılında Şemdinli’de sahibinin PKK’ya yakın olduğu gerekçesiyle içlerinde bir askerin de bulunduğu bir grup tarafından bombalanmaya çalışmasının hakikati gösteren son örnek olduğundan bahsetti.
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) kurucusu ve Açık Toplum Vakfı başkanı Aryeh Neier ise hakikat komisyonlarının tarihsel ve siyasal dayanaklarını değerlendirdiği bir konuşma yaptı. Neier, hakikatleri bilmenin (knowledge) ötesinde hakikatlerin tanınmasını (acknowledgement) sağlayan hakikat komisyonlarının toplumsal mutabakata sağladığı katkıları özetledi.
Açılış konuşmalarından sonra iki gün boyunca yapılacak dört oturumdan ilkine geçildi. İlk oturumda Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nda (HUK) görev yapmış tarihçi Madeleine Fullard, HUK deneyimini eleştirel bir gözle ele alan bir sunum gerçekleştirdi. Fullard, HUK’un Apartheid rejiminin sistematik boyutunu yeterince deşifre etmediğini ve fiziksel şiddete odaklanarak toplumdaki ırkçılıkla tam anlamıyla ilgilenmediğini vurguladı. Ardından İHD eski başkanı Hüsnü Öndül Türkiye’nin 30 yıllık insan hakları bilançosunu sunan bir sunuş gerçekleştirdi. Son on yıldaki görece iyileşmeye dikkat çeken Öndül, bunun istatistiklere de yansıdığından bahsetti.
İkinci oturum ise Peru Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nda (CVR) uzman olarak çalışmış ve binlerce sayfalık komisyon raporunun kamuoyuna yönelik versiyonu yazmış Felix Reategui Carillo’nun sunuşuyla başladı. CVR’nin doğduğu koşulları ve CVR deneyimini anlatan Reategui hayata geçen onarım programlarından da bahsetti. Susurluk Meclis Araştırma Komisyonu’nun üyeliğini yapmış Fikri Sağlar ise Susurluk kazasından sonra mecliste kurulan araştırma komisyonun faaliyetlerinden çarpıcı örnekler verdi. Siyaset kurumunun mevcut durumunun hakikat ve adalete erişim konusunda yarattığı handikapları vurgulayan Sağlar’ın konuşmasından sonra Göç-Der eski başkanı Şefika Gürbüz konuştu. Gürbüz konuşmasında devlet tarafından zorla yerinden göç ettirilen insanlara yönelik çıkarılan 5233 no’lu yasa hakkında katılımcıları bilgilendirdi. Gürbüz, yasanın AİHM’in aldığı kararlardan sonra bir çözüm olarak çıkarıldığını ama temel mantığının mağdurların beklentilerine çok uzak olduğunu belirtti.
İkinci gün
Yaklaşık 60 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen ikinci günün ilk oturumunda Sırbistan’dan Nataša Kandić eski Yugoslavya’daki sivil toplum örgütlerinin başladığı bölgesel bir hakikat komisyonu girişimi olan RECOM’dan bahsetti. On sivil toplum örgütünün girişimi olan RECOM için halen çalışmalar devam ediyor. Diyarbakır’dan gelen Tahir Elçi ise geçmişle yüzleşme sürecinde en önemli unsurlardan biri olan yargılamalar hakkında konuştu. Ergenekon davasının arkasındaki siyasi desteğin, OHAL dönemi suçlarıyla ilgili davalarda yeterince gösterilmediğinden bahseden Elçi halen devam eden “Temizöz ve diğerleri” ve “JİTEM” davalarına da değindi.
İkinci oturumda ise hakikatlerin ifşası toplumsal cinsiyet perspektifinden irdelendi. New York Üniversitesi’nden Vasuki Nesiah yaptığı sunumda hakikat komisyonlarının ve diğer mekanizmaların cinsel temelli suçlara 2000’li yıllara kadar değinmediğini gösterdi. 2000’li yıllarda kurulan üçüncü kuşak hakikat komisyonlarında ise toplumsal cinsiyetin kısmen de olsa gözetildiğini bu sunumda belirtildi. Avukat ve insan hakları savunucusu Eren Keskin ise devletin işlediği cinsel temelli suçların bir dökümünü çarpıcı örneklerle yaptı. Keskin, şimdiye kadar baktığı davaların hiçbirinde bir asker veya polisin hüküm giymediğini gelen bir soru üzerine belirtti.
Sivil toplum girişimi
Toplantının kapanış oturumunda ise Türkiye’de bir hakikat komisyonu için çalışmalar yürüten içinde Hakikat, Adalet, Hafıza’nın da olduğu sivil toplum girişimi hazırladığı bir metni tartışmaya sundu. Bu metinde Türkiye’de bir hakikat komisyonunun neden kurulması gerektiği özetleniyor.
Toplantı katılımcıları genel olarak toplantının önemli bir adım olduğundan ve bundan sonra da sivil toplumun bu konularda çalışması gerektiğinden bahsetti. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının temsilci gönderdiği toplantıya TBMM’den katılım gerçekleşti. Mecliste grubu bulunan tüm partileri davet ettiğimiz toplantıya CHP milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Şafak Pavey ve BDP milletvekili Nazmi Gür katıldılar.
25 Ekim – Barış inisiyatifleri 26 Kasım Yürüyüş hazırlık toplantısı – İstanbul
Yaklaşık 30 kişinin katılımıyla geniş bir toplantı yaptık. KüreselBAK, Küresel Eylem Grubu, MazlumDer, Barış için Sanat, Yeşiller, EDP, Döh, DSİP, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe, Antikapitalist Öğrenciler, Sol Arayış ve Barış için vicdani retten arkadaşlar vardı.
Eyleme 1 ay kaldı. Hızla harekete geçmek için az zamanımız var ancak şimdiye kadar biraz yol aldık ve kısa zamanda yapabileceğimiz çok iş var.
Eylemin vurgusunu “barış, adalet ve kardeşlik” temalarıyla yapmaya karar verdik. Geniş kesimleri bir araya getirebiliriz. Onurlu bir barışın sağlanması için demokratik anayasa talebini çağrı metninde vurgulayacağız.
Eylemde barış bayrakları taşıyalım ayrıca kendimizin hazırlayacağı dövizlerin dışında kullanabileceğimiz görsel önerileri geldi. Geçen hafta görseller için atölye yapma kararı almıştık. Atölye haftaya salı (1 Kasım) 19.00′da Mazlum-Der İstanbul şubesinde yapılacak. (Adres : Kalenderhane Mah. C.Y. Tosyal Cad. No:124-B VEFA, Telefon : (0212) 526 2440).
Basın toplantısını 16 Kasım Çarşamba günü yapmaya karar verdik. Böylece destekleyen kurumların kendi basın toplantılarıyla eyleme çağrı yapmaları için zamanları olur.
16 Kasım’a kadar başka grup ve kurumları aramıza katmaya çalışacağız. Çağrılarımızı Barış İnisiyatifleri imzasını kullanarak yapmamız katılıma açık olduğumuzun görülmesi açısından önemli. Basın toplantısında ve ertesinde destekleyen kurumların da imzasıyla çağrı yapalım dedik. Birçok kurumun barış talebi için yan yana geldiğinin görülmesi iyi bir etki yaratır.
27 Ekim – Kardeşlik, Adalet, Barış Yürüyüşü Çağrısı – İstanbul
27 Ekim’de Barış inisiyatiflerinin 26 Kasım’da yapacağı “Kardeşlik, Adalet, Barış yürüyüşü” çağrısı yapıldı. Savaş çığırtkanlıklığının yükseldiği günlerde barış için çabalamanın önemi vurgulandı.
1 Kasım -“Kar Değil, İnsanlar” yürüyüşü – Nice, Fransa
Binlerce anti-kapitalist aktivist bu gün Fransa’nın Nice kentinde buluştu. 30 bin aktivist, Cannes’te 3-4 Kasım’da yapılacak G20 zirvesini, Nice’de 1 Kasım’da yapılan yürüyüşle protesto ettiler. Yürüyüşte, aktivistler dünya liderlerine “ekonomilere değil, insanlara öncelik vermeleri” çağrısını yaptılar.
Yürüyüş, Amerika’daki “Wall Street’i işgal et” hareketi ile Avrupa’daki Avrupa Birliği karşıtı hareketi bir araya getirdi. Fransa, İtalya, İngiltere, Yunanistan gibi Avrupa ülkeleri dışından Meksika, Kanada, Amerika, Kore, hatta Ortadoğu’dan bile aktivistler yürüyüşe katıldılar.
Yürüyüşe CGT, FSU gibi büyük sendikalar, öğrenci örgütleri, Greenpeace gibi çevre örgütleri, Fransa Komünist partisi, Yeni antikapitalis Parti, Sosyalist Parti gibi siyasi partiler, insan hakları örgütlerinden oluşan yaklaşık 200 örgüt ve bğımsız aktivistler katıldı.
Yürüyüş boyunca polis inanılmaz büyüklükte güvenlik önlemi almıştı. Neredeyse her sokak barikatlar ile kapatılmıştı. Yürüyüşçüler ise en güzel şekilde onlara karşılık verdiler. Polis barikatlarının önüne barış işaretleri ve çiçek desenleri çizildi. Yürüyüşe katılan ritim grupları barikatlar önünde dans ettiler, şarkılar söylediler. Barikatları aşıp yürüyüşü görebilen insanlar yürüyüşçüleri destek için alkışladılar. Balkonlardan yüzlerce kişi alkışlayarak yürüyüşü desteklediler.
“Kar değil, İnsan” ana sloganıyla yapılan yürüyüşte Robin Hood şapkası giyen aktivistler G20’nin politikasını değiştirmesini talep ettiler. Çalışanlardan, yoksullardan değil zenginlerden vergi alınmasını istediler.
Protestocular “Dünyada en çok para sahibi bir avuç insanın tüm kararları vermesi kabul edilemez. Hükümetler dünyaya sahip olduklarını düşünüyorlar. Biz insanların dünyasına inanıyoruz” dediler.
Yürüyüş sırasında savaş karşıtlığı da işlendi. Libya başta olmak üzere tüm askeri operasyonlara karşı dövizler taşındı. Çeşitli dillerde “BARIŞ” bayrağı taşındı. Askeri harcamaların sağlık ve eğitim için harcanması istendi.
Yürüyüşten sonra verilen konserde Fransa, İtalya, Brezilya, Meksika, Yunanistan ve Tunus başta olmak üzere pek çok ülkeden aktivistler G20 liderlerine çağrılar yaptılar.
2-4 Kasım’da G20 toplantılarına paralel olarak Nice’de “G20 alternatif Forumu” düzenlenecek.
2-4 Kasım – G20 Karşı Zirve – Nice
Küreselleşme karşıtı hareketler, sendikalar, kadın ve çevre örgütleri, siyasi partiler ve savaş karşıtı hareketlerden oluşan G20 Karşı Zirve Koordinasyonunun düzenlediği “Kar değil insan” sloganlı G20 karşı zirvesi 2-4 Kasım’da Nice’te yapıldı. G20 Karşı Zirvesinin merkezi Abattoirs (eski mezbaha) alanıydı. Abattoirs dışında 13 ayrı toplantı yeri vardı. Yaklaşık 40 toplantı yapıldı. Toplantılara Fransa, İtalya, İspanya, Yunanistan, Portekiz, İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya, Tunus, Mısır, İsrail, Türkiye, Amerika, Kanada, Güney Kore, Meksika, Brezilya ve Venezüella’dan yüzlerce aktivist katıldı.
Karşı Zirvede dünyanın her yanından gelen küreselleşme karşıtı hareketler “eşit ve adil bir dünya için yerel ve küresel önerileri” tartıştılar. Toplantılarda; savaş, işgal, geri kalmış ülkelere dayatılan borçlanmalar, yoksullaştırma politikaları, sosyal güvenlik haklarına saldırı, yiyecek kıtlığı ve yaşam güvencesinin ortadan kaldırılması gibi konu başlıkları tartışıldı.
İspanya ve Yunanistan’daki Indignants (bıkkınlar, protestocular) hareketi, Amerika ve İngiltere’deki Occupy streets (sokakları işgal et) hareketi, Mısır ve Tunus devrim hareketleri tartışmalara katılarak deneyimlerini paylaştılar, diğer örgütlenmelerle ortaklaşa neler yapabileceklerini tartıştılar, uluslararası koordinasyonlarını güçlendirmeye çalıştılar.
Perşembe akşamı Abottoirs’de yapılan kapanış etkinliğinde yerel ve uluslararası temsilciler G20 karşı zirvesi hakkında fikirlerini paylaştılar. Genel kanı Karşı Zirvenin Nice gibi bir şehirde oldukça başarılı geçtiği idi. Fransa’dan ve dünyanın değişik yerlerinden gelen katılımcılar tanışma, deneyim paylaşma ve geleceğe dönük ortak projeler oluşturma şansı elde ettiler. Meksika ve Brezilya’da yapılacak karşı-zirveler için çalışmalar başlatıldı. Avrupa’nın günah keçisi ilan edilen Yunanistan halkına dayanışma mesajı çıktı. Bunlar karşı zirvenin başarısı olarak kabul edildi.
Ortaklaşılan ikinci konu polisin korkunç tavrı idi. Binlerce polis ile şehir resmen işgal edilmiş bir görüntü içindeydi. Sınırlarda “şüpheli” bulunan herkes gözaltına alınıyordu. Barışçıl yürüyüşte bile polis, protestocuları tahrik etti. Hangi devlet olursa olsun, küreselleşme karşıtı hareketlere uygulanan şiddet aynı. Tüm hareketler olarak polis şiddeti bir kez daha kınandı.
Toplantıların ardından 4 Kasım’da Tramway Garibaldi’de bir gösteri ile G20 Karşı Zirvesi bitirildi.
Biz genel olarak Karşı Zirvedeki küreselleşme ve savaş karşıtı hareketlerin uluslararası koordinasyon toplantılarına katıldık. Tam gün süren bu toplantılarda dünyadaki küreselleşme ve savaş karşıtı hareketlerin durumları, başarıları, eksiklikleri, hedefleri konuşuldu. Önümüzdeki süreçte neler yapılabileceği tartışıldı. Aşağıda katıldığımız toplantıların raporları var.
Ekonomi Konferansı – 2 Kasım Çarşamba
Çarşamba sabahı ilk toplantı ekonomi konferansıydı. Başlığı “Kriz, Borç, Vergilendirme ve vergi cennetlerine karşı mücadele” olan toplantıda vergi ve borç ile ilgilenen uluslararası örgütlerin başarısızlığı konuşuldu. Monako, İsviçre gibi ülkelerin vergi cenneti olarak yaşamalarının ardında büyük dolandırıcıların para aklama ve saklama yeri olmaları yattığı vurgulandı. Yoksullar kazandığı ve harcadığı her kuruş için vergi verirken, bu tür yerlerin haksız kazanç yarattığı söylendi. Bunun engellenmesi için bütün şirketlerin ve devletlerin maddi süreçlerinin şeffaf olmasının şart koşulması gerektiği söylendi. Diğer toplantıya katılmak için bu toplantıyı erken bıraktık.
Sosyal Hareketlerin Uluslararası Koordinasyon Toplantısı – 2 Kasım Çarşamba
Koordinasyon toplantısı 2 Kasım Çarşamba günü Pastör Kültür Merkezinde yapıldı. Toplantıya Fransa, İtalya, İspanya, Tunus, Mısır, İsrail, Türkiye, Yunanistan, Portekiz, İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya, Amerika, Kanada ve Venezuella’dan aktivistler katıldı.
Toplantının amacı çeşitli ülke deneyimlerini paylaşarak, bundan sonra neler yapabileceğini konuşmak, ülkelerdeki hareketleri bir araya getirmeye çalışmak olarak belirlendi. Bu doğrultuda katılımcıların deneyimlerini paylaşarak, öneriler sunması, uluslararası dayanışmayı oluşturmaya çalışması istendi.
Hareketler ne durumda, hedefler, planlar, başarılar, önemli noktalar, bilgilendirme…
Portekiz: Çeşitli sosyal hareketler çalışıyor, feministler, çevreciler, barış aktivistleri vb. Portekiz’in en önemli gündemi borç sorunu. Borçlar yüzünden çalışanlar aleyhine pek çok politik karar alınıyor, özelleştirmeler yapılıyor, sosyal kesintiler artırılıyor. Sendikalar güçlü ama sosyal hareketler güçsüz, politik olarak sosyal hareketler arasında ayrışma yüksek. İnsanlar birlikte çalışmaya alışık değiller. Sendikalar, feministler, çevreciler hepsi ayrı çalışma yöntemine sahipler.
Geçen seneye göre yine de bir gelişme var. Genel greve kamu alanından katılım düşüktü. Mısır’daki olaylardan sonra facebook’tan çağrılar yapıldı. Yoksulluk, borç, vergiler, sosyal kesintiler vb konular etrafında birlik sağlandı ve sokağa çıkıldı. IMF, Dünya bankası ve AB birlikte müdahale etti, bu arada seçimler oldu. 15 Ekim’de kitlesel gösteriler yapıldı, alternatif mücadele yolları aranıyor.
Tunus: Seçimlerden sonra anayasa meclisini toplamaya çalışıyorlar. Aynı zamanda işkenceye karşı mücadele ediliyor. Henüz amaçlanan pek az şey başarıldı. Seçimde sağcılar güçlendiler. Körfez ülkeleri ve Amerika ile ilişkileri iyi olan siyasal yapılar güçlendiler. Hala değiştirilecek çok şey var. Kapitalizm ile mücadeleye daha başlanamadı. Borç sorunu nedeniyle IMF ve Dünya bankası Tunus’u mali olarak ele geçirmeye çalışıyor.
Devrimi yapan hareketler politik olarak var olan sistemi değiştirmeye çalışıyorlar. İçerde ve dışarda devrime tehditler var. Devrimi sürdürmek için var olan sistemde reformlar gerekiyor. Eski rejimin kalıntılarını temizlemeye ve eski suçluları cezalandırmaya çalışıyorlar.
Gruplar arasında sorunlar yaşanıyor. Sendikalar ve sol arasında büyük bir koalisyon kurulmaya çalışılıyor. Vergi cennetleri Tunus gibi ülkeler açısından para aklama yeri. Tunus halkının yıllarca biriktirdiği paralar oralarda, örneğin Paris’te toplanıyor. Tunuslular bu paraları geri almaya çalışıyorlar. Başkan ve oğlunun çaldığı paraları almaya çalışıyorlar. Paralar yurtdışında. İkinci problem yurtdışı borçları, ödenemeyecek büyüklükte borçlar birikmiş. Eski rejimin bu borçlarını ödemek istemiyorlar.
Önemli bir problem de, içerde eski rejimle çalışmış çok kişi var. Şimdi iktidarda sağcı bir hükümet var. Bunlara karşı mücadele zaman alacak.
Devrimde pek çok kurum baştan itibaren yer aldılar. Bu kurumlar devrimi ileriye taşıyabilecek olanlar. Ama henüz pek bir şey belli değil, devrim henüz çok başlarda. Eski sistemi ve sistem için çalışanları değiştirmek gerekiyor. Eski suçluların yargılanması çok önemli.
Ana talepleri karşılamak gerekir. Özgürlük isteyenlerin ve yargılama bekleyenlerin talepleri karşılanmalı.
Tunus’ta devrim oldu. Ana slogan, “karları değil insanları kurtarın” idi. Ana konu borç meselesi, borç işini hallederek kendilerini yönetmek istiyorlar.
Tunuslular, Amerikalıların “Sokakları işgal et” videolarını görünce çok mutlu oldular. Orada Arapça sloganların Amerikalı aksanıyla atılması çok hoşlarına gitti.
İspanya: Tunus devrimi, “sıradan insanların barışçıl yollarla iktidarı nasıl alabileceğini göstermesi” açısından çok önemli. İspanya hareketleri bunu örnek almaya çalışıyor.
İspanya’da ulusal bir koordinasyon kuruldu. Özellikle farklı düşüncedeki pek çok muhalif insan bir araya getirilmeye çalışılıyor, sendikacılarla sosyal hareketler bir araya getirildi. Harekette insanlar arasında iyi ilişkiler var, güven var. Hreket hızla hem konu açısından hem iller açısından yayılıyor.
Hareketin hedefleri ile ilgili 3 konuda anlaşma sağlanmış.
Politik şeffaflık
Bankalar sorununu öne çıkarmak
Solun birleşmesini sağlamak
Kamusal alanda işsizlik sorunu ile ilgili gündem oluşturulmaya, evsizlerin sorunları çözülmeye çalışılıyor.
Son olarak her yerdeki sorunlar İspanya’da da var. En önemli sorunlar; ekonomik kriz ve borçlar. Bu konularda insanları sokağa çıkarmak için çalışıyorlar.
Yunanistan: Yunanistan son bir yılı genel grevler ve işgallerle geçirdi. Hareket tüm Yunanistan’a yayıldı. Polisler ile sürekli çatışma var. Çatışmalar hükümeti tedirgin ediyor. Hükümet referandum ilan etti. Pek çok kişinin karşı çıkmasına rağmen hükümet referandumda ısrar ediyor. Halk artık sistemden bıkmış, herhangi bir hükümeti istemiyor. Hükümet milli kurtuluş hükümeti kurarak istikrarı sağlamaya çalışacak.
Yunanistan, şimdiye kadar çatışmasız ülkelerden biriydi. Son bir yılda üç kişi öldürüldü, biri gösteriye bile katılmamıştı. Birisi de gaz yüzünden öldü. Artık Yunanistan bir savaş ülkesi oldu. Her gün çatışma var. Para lazım deyip göstericilere saldırılıyor. Milliyetçi duygular kabartılıyor.
Mısır: Napolyon Mısır’ı işgal ettiğinde “dünyadaki en önemli ülke mısır” demişti. Stratejik olarak haklıydı. Amerika ve diğer ülkelerin bu günlerde Mısır’a bu kadar önem vermesinin sebebi bu.
Devrim denilen kitle hareketleri başladığında hareketin en önemli zaafı önderliğinin olmamasıydı. Kendiliğinden başlayan hareket tv’lerde seyredilen büyük eylemlere dönüştü. Örgütleyenler genelde sanal alemde konuşup, örgütlendiler. Ancak kısa bir süre sonra sadece eskiyi yıkmak yeterli gelmiyor. Yeni bir sistemi inşa etmek gerekiyor, bu ise işin daha zor olan kısmı.
Mısır’da 5 politik blok var.
- Mübarekçiler, hala çok güçlü ve iktidardalar, 8 yeni parti kurdular.
- Liberal muhafazakârlar, Hristiyan sosyal demokratlara benziyorlar. Sistemde önemli değişiklik istemiyorlar.
- İslamcılar: Suudiler destekliyor (yani Amerika destekliyor). Batı medyası İslamcıların politikasından hoşlanılmıyor gibi gösterse de bu doğru değil. Batı hem Mübarekçileri, hem İslamcıları destekliyor.
- Milliyetçiler: liberaller ve İslamcılar ile aynı taraftalar.
- Solcular: Mısır devrim hareketinin ruhu solculardır. Her ne kadar kendileri solcu olduklarını söylemeseler de yaptıkları solculuktur.
Yapılacak olan Seçim Mısır’da yapılan en sahte seçimlerden biri olacak. Yeni parlamento genel olarak İslamcılar, Mübarekciler ve liberallerden oluşacak. Askerler politikada güçlü bir şekilde yer almak istiyorlar ve bunu başarabilirler. Mısırlı solcular, değişim isteyenler aşağıdan hareketi güçlendirip, sistemi değiştirebilecek güce dönüşmesini sağlamaya çalışıyorlar.
ABD: Son birkaç haftada 200 bin kişinin katıldığı 100 den fazla eylem yapıldı. Polis gaz bombası kullanıyor ve insanları gözaltına alıyor. Stratejik olarak Amerika’daki büyük bankalar hedef alınıyor. Bankaları hedef alma nedeni herkesi birleştiren bir konu olması. Öğrenciler, işçiler, bankalardan kredi kullananlar bir araya gelmiş oldu.
Yeni dönemde bankalar dışında devlet ve mali kurumlar da hedef alınacak. Amerika’daki pek çok sosyal hareket bu işte bir araya geldi. Özellikle öğrenci hareketi birleşti. Harç artışlarına karşı tek yumruk olundu. Nerdeyse öğrenciler işçilere önderlik yapar hale geldi, siyasete yeni bir yön verildi.
Seçim sisteminin değişmesi temel taleplerimizden biri. Demokrasi için bu değişim şart. Irkçılığı da unutmamak gerekir. Irkçılık önemli bir sorun. Amerikan toplumunun bir parçası olmasına rağmen siyahlar hep eziliyordu. Bu harekette herkes eşit, beyazlar, kadınlar, siyahlar eşit.
İngiltere: Londra’yı işgal et eyleminden aktivistler konuşma yaptılar. Hareketin çok başında olunduğu belirtildi. Henüz Londra’da sadece iki yerde oturuluyor. 9 Kasım’da öğrenci eylem günü, 30 Kasım’da kamu işçileri grevi var. İngiltere’de bir şeyler değişecek çünkü insanlar çok heyecanlı, sokağa çıkmaya istekli.
İtalya: Yunanistan’da olduğu gibi İtalya’da da kriz hissedilmeye başlandı. Berlusconi hayatı daha da zorlaştırıyor. Halk korkmaya başladı. Politik düzey çok düşük. Halk ciddi alternatif göremiyor. Haziran’dan beri protestolar artıyor. Yerel grevler ve mücadeleler var, ancak hareket hala parçalı. 15 Ekim’de büyük bir küreselleşme karşıtı koalisyonu kuruldu ve 300.000’den fazla katılım sağlandı. Ancak gösterideki şiddet koalisyonu dağıttı.
Türkiye: Savaş karşıtı hareket hala güçlü, Kürt sorununda barışçıl çözüm için çeşitli etkinlikler yapılmaya devam ediliyor. 26 Kasım’da büyük bir yürüyüş örgütlenmeye çalışılıyor. Demokrasi mücadelesine devam ediliyor. Binlerce haksız tutuklanma var. Adalet sistemi yetersiz ve tarafgir. Uluslararası 15 Ekim Kapitalizme Karşı Sokağa Çık günü etkinlikleri zayıf oldu, aynı gösteriler 11 Kasım’da tekrar düzenlenecek, bu defa daha güçlü eylemler yapmak için hazırlıklar devam ediyor.
İkinci bölümde “hareketi ne birleştiriyor, ortak hedefler ve buradan nereye gidebiliriz, ortak eylemler, deklarasyonlar, asambleler; toplantıdan sonra nasıl iletişim kuracağız” konuları konuşuldu.
Tüm konuşmacılar benzer konulara değindiler. Neo liberalizmin sonuçları her yerde görülüyor. Tüm hükümetler ekonomik krizin sonuçlarını halklara ödetmeye çalışıyor. G20, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşlar ekonomik krizi bize ödetmeye çalışıyorlar. Onları engellemek gerekiyor.
Halklar her yerde güçlü, güçsüz, küçük büyük karşı çıkmaya çalışıyorlar. Tunus, Mısır devrimleri, Yunanistan, İspanya direnişleri, Amerika eylemleri neo liberal politikalara ve hükümetlere karşı çıkılabileceğini gösterdi.
Hareketi her yerde güçlendirmek çok önemli. Her yerde yeni bir eylemci kuşak gelişti. Bunların eski kuşaklardan deneyileri almaya ve hareketi ilerletmeye ihtiyaçları var.
Hareketin koordinasyonu için bir internet çalışma grubu kuruldu.
Sosyal Hareketlerin Uluslararası Meclisi – 3 Kasım Perşembe
Toplantının ilk bölümünde Fransa, İngiltere, Meksika ve Brezilya’dan sunumlar yapıldı. Konuşmaların ortak noktası eski ve yeni hareketleri bir araya getirmek üzerine idi. ‘ G20 karşı zirvesini” gerçekleştiren Fransız aktivistleri zirveyi nasıl örgütlediklerini anlattılar. Daha önce yapılan zirvelerden deneyimlerin çok işlerine yaradığını belirttiler. Daha önceki karşı zirveyi yapan İngiltereli aktivistler yaptıkları başarılı kampanyayı anlattılar. Birkaç yıldır bu gösterilerin çok başarılı geçmesinin önemini vurguladılar.
2012’de Meksika G20 dönem başkanı oluyor. Brezilya ve Meksika sosyal hareketleri 2012’de G20 karşıtı gösteriler için çalışmalara başladılar. 2012 Dünya Sosyal Forumunu bu karşı zirvenin örgütlenmesi için bir alan olarak kullanacaklar. Şimdiden pek çok çevre, örgüt, sendika, hareket ile ortaklaşa bir koordinasyon kuruldu. Bir de uluslararası bir koordinasyon kurulacak. G20 küresel ise Karşı Zirve de küresel olmalı diye düşünüyorlar. Karşı zirvede barış, eğitim sorunları, işsizlik, yoksulluk, borçların silinmesi vb. konuların tartışılması düşünülüyor.
Toplantının ikinci bölümünde çeşitli görüş ve öneriler dile getirildi. Sonuç bildirgesi hazırlayan çeşitli çalışma grupları ve sosyal hareketler, sonuç bildirgelerini sundular.
Ortadoğulu aktivistler: Ekonomi ve savaş çok ilişkili. Bu ilişki Libya’da görüldü. Diktatörlüğü yeneceğiz diye tüm dünya büyükleri bir araya geldiler, petrol için Ortadoğu devrimlerini durdurmaya çalışıyorlar. Petrol ve gelir için NATO ülkeleri her şeyi yaparlar. Akdeniz ve Ortadoğu ülkeleri olarak sürekli NATO’nun müdahalesi ile karşı karşıyayız. Sadece ekonomi konuşmak yeterli değil, savaş ve ekonomiyi birlikte konuşmak gerekiyor.
Ortadoğu’da işsizlik, yoksulluk çok yüksek. Devrimlerin devam etmesi ve dayanışmak için Avrupa ve Amerika sosyal hareketleri sokaklara çıkmalı. Facebook ve internet yeterli değil. Suriye ve diğer ülkelerde insanlar ölmeye devam ediyor. Ekonomi Tunus sistemini zorluyor. Avrupa ülkeleri bu işi zorlaştırıyor. Tunus’a ardı ardına devlet başkanları gelip anlaşmalar yapıyorlar, ama ekonomi düzelmiyor. Mart 2012’de Tunus’ta büyük bir yürüyüş olacak. Buna uluslararası dayanışma örgütlenebilir.
Londra’yı işgal et komitesinin bildirgesi
“Dünya sistemimiz çalışmıyor. Adaletsiz, antidemokratik ve istikrarsız bir dünyada yaşıyoruz. Ekonomik sistemimiz sadece kar amaçlı. Bu sistemde adaletsizlik büyüyor. Biz demokratik, istikrarlı yeni bir sistem istiyoruz. Su, eğitim, konut ihtiyaçlarımızı karşılayan bir sistem istiyoruz. Demokratik, Adil, İstikrarlı bir dünya sistemi için Uluslararası bir komite oluşturuldu ve buna katılmanızı istiyoruz. ”
Avrupa Sosyal Hareketler toplantısının sonuç bildirgesi
“G20, Yunanistan halkı üzerinde tehditlerle baskı oluşturarak haklarını almaya çalışıyor. G20, IMF, AB ve Yunan hükümeti krizi halkların aleyhine çözmeye çalışıyorlar. Demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Yunan halkı geleceklerine karar verme haklarına sahip olmalıdır.”
G20 dünyayı yönetmek istiyor, bu durumdan en çok etkilenen Yunanistan olacak, Yunanistanlılar ile dayanışmak için bu bildirge imzaya açıldı.
İtalya, Borçları ödemiyoruz hareketi önerisi
Kapitalist sistem, “pazar yeniden düzenlenerek” değiştirilemez. Kapitalist Pazar yeniden düzenlenerek barış ve adalet sağlanamaz. Sosyal hareketler, kapitalizmi yaratan devletlerden, hükümetlerden değişmelerini istiyor. Sistemin sahipleri aalet, barış sağlayamaz. Sosyalistler çözümü bulmalı, sistemi değiştirmeli.
İtalya’daki koalisyon sendikalar, marjinal solcular, sosyal hareketlerin aktivistlerinden oluşuyor. Programı “ biz borçları ödemeyeceğiz”.
Fransa sosyal forum önerisi
Sosyal forumlar başladığında farklı bir dönemdi. Şimdi nerede olunduğuna, neler başarıldığına bakmak gerekiyor. Yeni durumlar ve fikirler var. Herkes aynı süreçleri, aynı sorunları yaşıyor. Kapitalizm herkesi etkiliyor. Sendikalar, Çevre, Barış ve diğer hareketler herkes, asıl sorununun kapitalizm olduğunu anladı. Şimdi “beraber kapitalizme alternatifi” tartışma zamanı. Ortak amaç, insanların lehine kapitalizmi zayıflatmak. Bu amaç sendikaları, çevre örgütlerini, insan hakları örgütlerini, feministleri, küreselleşme karşıtı hareketleri bir araya getirebilir.
İtalyan Sosyal Forumu önerisi
Yeni bir dönemdeyiz. Eğer birbirimizi dinlersek, birbirimize güven duyarsak ortaklaşabiliriz. Bunun için birbirimizi tanımalıyız. DSF ayrı bir dönemin sonucuydu. Şimdi yeni bir dönem, yeni bir aktivist kuşağı var. Ancak DSF, hala bizlerin bir araya gelebileceği ortak bir alandır. Gelecek DSF Tunus veya Mısır’da olacak. Bunu kullanarak ortaklaşabiliriz. DSF-İtalya komitesi olarak bir seminer yapacağız, burada ASF olarak neler yapabiliriz diye konuşacağız.
Sonuç:
Başarılı bir Karşı Zirve olduğunda herkes hem fikir. Herkesin var olan sistemi değiştirmek istediği belli. Tartışmalar, nasıl ve ne kadar değiştirmek gerektiği konusunda devam ediyor.
Sosyal, politik, çevre ve ekonomi konularını ayırmamak gerektiği vurgulandı. Aralarında sağlam bir ilişki var. Nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz dendiğinde, petrolsüz cevabını unutmamak gerekir. Sorunlar ve çözümler bağlantılı.
Nasıl yapılacağı bilinmese de yapılabileceği kesin. Farklılıklarla birlikte beraber mücadele etmeye devam edilmeli.
Bunları tartışmaya devam edilmeli.
Ortaklaşılan konu ve eylemler
- Uluslararası 11 Kasım Kapitalizme karşı sokağa çık eylemleri
- Yunanistan dayanışma deklarasyonu kabul edildi ve imzaya açıldı.
- Londralıların bildirgesi kabul edildi.
- Latin Amerikalıların Uluslararası G20 komitesi önerisi kabul edildi.
- İtalya’daki Sosyal Forum toplantısına katılım kabul edildi
- Magrip sosyal forumu, Mart 2012.
- Su forumu, Marsilya, Mart 2012.
14 Kasım – Hrant Dink Davası – İstanbul
Hrant’ın Arkadaşları kendi mütaalarını verdi, Mahkeme sessiz kaldı
Hrant Dink’in katillerinin davası 14 Kasım’da yapıldı. Her duruşma öncesinde olduğu gibi, Hrant Dink’in arkadaşları adalet için Beşiktaş İskelesi’nde toplandı ve “Öldür diyenler yargılansın”, ” Katil devlet hesap verecek”, “Faşizme inat kardeşimsin Hrant” sloganları ve ‘Bu dava böyle bitmez” dövizleri eşliğinde Beşiktaş Adliyesi’ne doğru yürüdü.
Geçen duruşmada savcının, cinayetin Ergenekon örgütünün Trabzon’daki bir hücresinin işi olduğunu; fakat hücre ve örgütün bağlantılarının ortaya çıkarılamadığını mütalaada belirtmesi üzerine, Hrant Dink’in arkadaşları, kendi sembolik mütaalarını açıkladılar.
“Hrant’ın Arkadaşları” adına basın açıklamasını okuyan Ümit Kıvanç, devletin 4,5 yıllık mahkeme sürecini, hakikat ortaya çıkmasın diye canla başla uğraşarak geçirdiğini söyledi. Trabzon Emniyet görevlileri, Trabzon Jandarması ve İstanbul Emniyeti de dahil olmak üzere, sorumlularla ilgili derinlemesine bir soruşturmanın hala yapılmadığı belirtti:
“Ayrıntılı soruşturulma için özel bir savcı ekibinin görevlendirilmesi gerekirken buna gerek görülmedi. Bölük pörçük ve üstünkörü yürütülen davalar birleştirilmediği gibi, yargıçlar ve savcılar, avukat taleplerini reddetme konusunda yarışa girişti. Yargıçlar ve savcılar, resmi görevliler hakkında bütün soruşturma taleplerini reddeden yerel yöneticiler, yargıçlar ve savcılşarla aynı safta yer almışlardır. Hepsinin birden adalete karşı çalışması, hayatın doğla akışına uygun değildir, örgütsel irtibata işaret etmektedir.”
İçerde dava devam ederken dışarıda Hrant’ın arkadaşları adalet nöbeti tuttular. Davada, Dink ailesinin avukatları şahısların tespiti ve suç örgütünün diğer faillerinin teşhisi için önemli olan kayıtların Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan (TİB) mahkemenin taleplerine rağmen alınamamasının adaleti engellemek olduğunu belirtti ve kayıtların alınması isteğini tekrarladı. Resmi olarak TİB’in telefon kayıtlarını silmesine 64 gün kaldı. TİB, talep edilen kayıtları silerse cinayete ilişkin en önemli delillere artık ulaşılamayacak. Bu sebeple avukatlar, mahkemenin TİB’e tedbir göndermesini ve kayıtların korunma altına alınmasını talep etti. Ancak mahkeme heyeti, TİB ve ilgili telefon operatörlerindeki bilgi ve kayıtların silinmemesi için tedbir kararı verilmesi taleplerinin, TİB Başkanlığı’ndan cevap geldikten sonra sonuçlanmasına karar verdi. Avukatların talebi böylece reddedildi. Dava 5 Aralık tarihine ertelendi.
15 Kasım – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem İlk Kitap – İstanbul
15 Kasım akşamı Edebiyatta Savaş ve Barışı aradığımız üçüncü döneminin ilk kitabı olarak Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar kitabını tartıştık. Nilüfer U.Dalay 1980 öncesi ve 1980 sonrası Türkiye’nin kültürel iklimi konusunda bir sunum yaptı. Daha sonra yazarın hayatı, yazım özellikleri hakkında genel bir bilgi verdi. Daha sonra Atölye ktılımcıları larak yazar ve kitabı ile ilgili görüşlerimizi paylaştık.
Kenan Evren’in bir konuşmasında 12 Eylül askeri/siyasi/ ekonomik müdahalesini tıbbi bir müdahale olarak tanımlanmış ve “Hangi hasta ameliyat masasına yatmak ister ki? Ama ameliyattan sonra sağlığına kavuşur. İşte biz de hastayı ameliyat masasına yatırdık. Şimdilik iyilik safhasına gidiyor” demişti. Bu amaçla, psikiyatr Ayhan Songar ve Turan İtil toplum için modern ıslah yöntemler bulmak, terörizm hastalığını doğru teşhisi edip doğru tedavisini yapabilmek için 1985 yılında cezaevlerinde bulunan tutuklular üzerinde bir araştırma yapmış sonuçlarını da ‘Türkiye’de teröristlerin rehabilitasyonu’ Semineri ile açıklamışlardı.
Koydukları teşhis ve uygulanan tedavi ile 1980’ler kurumsal, siyasi ve insani sonuçları bakımından yakın tarihin en ağır dönemlerinden biri oldu.
* 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
*650 bin kişi gözaltına alındı.
* Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
*7 bin kişi idam istemiyle yargılandı. 517 kişiye idam cezası verildi. 259 kişinin idam dosyası Yargıtay tarafından onandı. 49 kişi idam edildi.
*71 bin kişi 141, 142 ve 163′den yargılandı.
*98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi’ olmak suçundan yargılandı.
*388 bin kişiye pasaport verilmedi. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
*300 kişi ‘kuşkulu bir şekilde’ öldü. 171 kişinin ‘işkenceden öldüğü’ belgelerle kanıtlandı. 14 kişi cezaevindeki uygulamaları protesto etmek için yaptıkları ‘açlık grevi’ sonucu yaşamını yitirdi.
*30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 1402 sayılı yasa nedeni ile 3 bin 854 öğretmenin ve 120 öğretim görevlisinin işine son verildi. 1402 sayılı yasa nedeniyle 9 bin 400 kişi kamu görevinden atıldı ya da sürüldü. 47 yargıç görevden atıldı.7 bin 233 devlet görevlisi bölgeleri dışına sürüldü.
*937 film ’sakıncalı’ bulunduğu için yasaklandı.
*23 bin 667 derneğin faaliyeti durduruldu.
* İstanbul’da gazeteler toplam 300 gün yayımlanmadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 31 gazeteci cezaevine konuldu. Gazeteciler hakkında toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi, toplam 3 bin 715 yıl hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci öldürüldü. 49 ton gazete, dergi ve kitap, sakıncalı olduğu için imha edildi.
1980 sonrası, askeri/siyasi/ekonomik darbenin ardından, devlet şiddetiyle ve haksız bir savaşla kurulabilmiş bir piyasanın içine doğan yeni bir kültürel iklime tanıklık eder. Ancak 1980’lerin kültürel iklimini tanımlayacak ilk kavram ‘sözün bastırılması’ ise ikinci kavram ‘söz patlaması’ olmalıdır.
Çünkü 1980’in ilk yarısı ile ikinci yarısı farklı sözlere tanık olmuştur. Bir yanda merkezi iktidarca bastırılan, yasaklanan, söz hakkı verilmeyen hayat alanları varken diğer yanda 80’lere kadar benzeri görülmemiş bir iştahla yaşanan, merkezsiz, dağınık, kendiliğinden gibi görünecek bir söz patlaması yaşanmıştır.
Bir yandan söz hakkı elinden alınmış,’Susturulmuş Türkiye’ vardı diğer yanda söze yeni kanallar, yeni çerçeveler sunan ‘Konuşan Türkiye’.
Yeni oluştan bu kültürel iklimde; kültür daha önce görülmedik boyutlarda piyasaya tabi olmuştur. Reklamcılık kısa sürede sınırsız sayıda imgeyi dolaşıma sokmuştur. Çok satan haber dergilerinin yayın hayatına girmesiyle yeni bir kamuoyu, yeni bir haber dili oluşmuştur.
1980 Sonrası; Yerellik patlamıştır. Bir yer duygusu gelişmiştir ama aynı zamanda küresel basınçlar da artmıştı. Kültürel özerkliğin en fazla talep edildiği bu yıllar, kültür denen alanın özerkliğini ve otoritesini ilk kez bu kadar kesin biçimde yitirdiği yıllar olmuştur.
İç dünyaların, cinsel tercihlerin, özel hayatın, özel zevklerin öne çıktığı ama aynı zamanda da bu alanların yağmalandığı, en kaba toplumsal yasalara tabii olduğu, piyasa koşullarına tabii kılındığı yıllar olmuştur.
Özel hayat ayrı bir varlık alanı olarak kamusal alanda adlandırılırken ‘Özel Hayat Endüstrisi’ kurulmuştur. Kültür ve edebiyatın piyasanın bildik basınçlarına maruz kaldığı yıllardır.‘Bastırılmışın geri dönüşü’nün yaşandığı yıllardır. İslami yükseliş, Türkiye’nin kendi Kürtlerini keşfedişi, taşranın kültürel yükselişi ya da ‘aşağı kültür’ denen alandaki patlamaların yaşandığı yıllardır. Kadınların kendilerine ait bir dil geliştirmeyi en çok denedikleri yıllardır ama aynı zamanda, kadınlık denen bölgenin de en çok bu dönemde söz siyasetinin kuşatması altına girdiği, keşfedilip adlandırılmaya çalışıldığı, yeni bir alan olarak kodlandığı görülmüştür.
‘Mahrem’ kabul edilen adı konmamış alan ilk kez 80’lerde kamuoyunun önüne gelmiştir. Cinsellik söze dökülmüş, cinsel eğilimler sınıflandırılmış, kuşaklar ayrıştırılmıştır. Geçmişe duyulan ilgi artmıştır. O günün ihtiyaç ve fantezilerini uyaran bu imge tüketim metası olmuş, yaygın olarak tüketilebilecek bir ‘populist kültür’, ‘popülist tarih’, ‘pop tarih’ kurulmuştur. Dil nedensizleştirilmiştir. Keyfi bir dil yaşatılmış, dille gerçeklik arasındaki bağ kopartılmıştır. Bu hayali dil gerçekmiş gibi sunulmuştur.
“80’lerde festivallerin, hapishanelerden yükselen sesleri, çığlığı bastırmaya yaradığı”nı söylemek tümüyle doğru olmasa da çok yanlış olmaz.
1980’den sonra Türk romanında toplumsal ve yazınsal nedenlere bağlı olarak gerek içerik açısından gerekse roman anlayışı açısından önemli değişikliklere tanık olunmuştur.
1950’Lerden bu yana verilen yapıtların hemen tümü toplumcu, ilerici ve roman yazımında belli bir dünya görüşüyle yazan yazarlarındı. Yazarların bu sol ideoloji içinde toplumsal çözümleri vardı. Ancak 1980 li yıllarda gerek dünyadaki dönüşümler (Sovyet sisteminin başarısızlığa, sosyalist ülkelerdeki çözülme) gerekse ülkedeki askeri müdahalenin getirdiği baskı dönemi, devletin amaçladığı kapitalist modele ve serbest pazar ekonomisine karşı solun önereceği ideolojik bir çözüm olmaması, roman yazarlarını da büyük bir boşluğa düşürmüştür.
Koşullar yeni bir anlatıyı gerektirmeye başlar. Kimi yazarlara, onları çevreleyen dünyayı gerçekçi bir yaklaşımla yazmak ilginç gelmemeye başlar. Yazarlar, toplumcu gerçekçilik akımının okurun ‘beklentiler yelpazesine’ yanıt veren tavrına yeni bir anlayışla, yenilikçi, gelecek dönemde yeni beklentiler yaratacak şeyler yazma arzusu duymaya başlarlar. Toplumcu değişimlerle yazınsal gelişmeler, 1980’li yıllarda yeni arayışlar içerisinde olan avant garde yazarlar, 1980 sonrası Türk romanında kökten değiştirmelerine neden olur. Buyazarlara genel olarak postmodern denilse de ortak özellikleri gerçeklikten kaçışları olmuştu.
Ancak bu anlatı türü Türk romancılarının bulduğu bir biçim değildir. Örnekleri 1960 sonrası Batı ve Amerikan edebiyatında görülmeye başlanmıştır. 20.Yüzyılın başında, gerçekçi klasik romanı yaratan koşullar Batı’da ortadan kalkmıştır. 20.Yüzyıl belirsizliğin, güvensizliğin, karmaşanın, karışıklığın yüzyılı olacaktır. Eski değerler kaybolmuş, gerçeklik parçalanmış, yazarın ve toplumun paylaştığı doğru anlayışı, ahlak normları silinmiştir. Yazarlar simgeler, imgeler, ritim gibi öğelerle mitoslara gönderme yapan anlamlı bir estetik anlayışı kurmaya çalışmışlardır. Yapısal dil kuramı bu dönüşümde önemli bir rol üstlenmiştir. Dil ile anlam ve gerçeklik arasındaki ilişki tersyüz edilmiştir.
1980 Sonrası Türk romanında, yazarlarımızın toplumsal ve yazınsal nedenlere bağlı olarak postmodern türde eserler vermiş olmalarına karşın, Batı Romanında yaşandığı gibi bir gerçeklik krizi yaşamadıkları söylenebilir. Bu üsluptaki eserler, özellikle çevirilerin artması (Marquez, Borges, İtalo Calvino vb.)ile çoğalmıştır.
12 Eylül müdahalesinden sonra, her alanda olduğu gibi edebiyatta da bir zaman ve bellek yitirimine eşlik eden bir unutkanlık, reddiye, siyasi olana sırt çevirme, sol duyarlılığı küçümseme refleksi geliştir. Metinlerde ideoloji ve politika okuması yapılmasının modası geçmiştir.
‘Özgürleşen’, ‘bireyselleşen’ ortamda, siyasi ortamda olduğu gibi teorinin, estetik tartışmanın, edebiyat tarihi ve sosyolojinin önemi kalmaz. Edebiyat dünyasına çoksatarlık ve biraz da postmodernliğin etkisiyle, haz duygusu egemen olur.
Bu yıllara damgasını vuran sözcük ‘birey’di. İnsanlar birey olmanın iyiliğine ikna olup özel hayatla cinsel hayatı aynılaştırırlar. Kültürel iklimde esen birey, cinsellik, özgürleşme ve özel hayat fırtınaları, 12 Eylül Edebiyatı’nın merkezi temasını oluşturur.
Romanın konusu toplumsal içerikten uzaklaşır, psikolojik, fantastik, mistik, gerçek üstü süjelerle oluşturulmaya başlanır. Postmodern etki ile groteks, alay, ironi, paradiden oluşan bir üslupla, ben merkezci bir bireycilik ve çoğulculuk savunularak, evrensel idealler, insancıl değerler göz ardı edilmeye başlanır. Marksizm, tarih, ideoloji, aydınlanma ve evrenselcilik gibi büyük anlatılar terkedilir. Yerine yerellik, farklılık, bölünmüşlük, mistifikasyon koyulur.
Toplumu saran özel hayatı alenileştirme ve röntgencilik merakı edebi alana yansır. Okuyucunun ilgi gösterdiği popüler türlerin giderek yaygınlaşması, polisiyelerin ve fanteziye dayalı tarihi metinlerin çoksatarlılığı, yani tüketilenlerin üretilenler üzerindeki egemenliği, öykü ve romanların biçimini, içeriğini ve türünü etkiler.
Romanlarında postmodern öğeler taşıyan Oğuz Atay yenilikçi bir yazardır ve döneminin ilerisindedir. Bu nedenler romanları toplumcu ve gerçekçi beklentiler içerisinde olan, karmaşık biçem denemeleri içeren, bu karmaşık biçime kuşkuyla bakan 1970’lerin okurlarınca pek anlaşılmaz. Oğuz Atay 1980’lerin haberci olmuştur.
Tehlikeli Oyunlar postmodernizmin Türk edebiyatındaki ilk örneği kabul edilir.
Eleştirmen Berna Moran Oğuz Atay’ı “Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak nitelendirilmiştir. Moran’a göre Tutunamayanlar‘daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.
Oğuz Atay, romanlarında, modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır. Toplumsal durum ve konumu veri kabul eder. Bireyin yazarı olarak toplumsal devinimlere bel bağlamaz
Bütün kahramanları gibi, ‘Tehlikeli Oyunlar’ daki Hikmet Benol da kendine önemli misyonlar yüklemiş, ancak bir süre sonra ‘hiçliğin’in farkına varmıştır. Kendini toplayıp dönüşünü muhteşem kılmak amacıyla bir gecekondu mahallesine yerleşir. Bir oyun yazacaktır. Ona göre; ülkemiz bir ‘oyun yeridir’ zaten. Ancak, oynamak istediği oyunları zaten oynamıştır o, geçmişi tekrar etmek mümkün değildir. Bir türlü yazamaz, erteler, hayallerini anlatır durur. Kaçınılmaz son intihardır.
Kendisi gibi bir kenara çekilmiş emekli albay Hüsamettin Bey’le olan dostluğu ve iletişimsizliği de, 70’li yılların popüler sol politikası olan aydın/ordu ilişkisinin bir parodisi olarak okunabilir.
Tehlikeli Oyunlar, 12 Mart askeri darbesinin ardından kaleme alınmıştır ve kabuğuna çekilmiş küçük burjuva aydının çaresizliğini belirginleştirmektedir. Yazar bu tipolojinin kimlik sorununa gecekondu halkı ile bütünleşmenin bir çözüm getirmeyeceğinin farkındadır.
Tehlikeli Oyunlar kişinin kendiyle savaşmasını ve yenilmesini, kendini dönüştürmesini hayati bir sorun olarak algılamaya çağıran, çarpıcı bir romandır. Romanın baş kişisi Hikmet Benol, toplumdaki yoğun kargaşanın temelinde yatan gerçekliği içtenlikle araştırırken, gerçeklerle içtenlikle ilgilenmenin toplumu yönetenlerce tehlikeli görüldüğünü sezer ve “oyun oynuyormuş gibi” ilgilenmenin ve yaşamanın yollarını araştırır. Ve hem “tehlikeli” hem de “oyun”la dolu bir yolda gidebileceği son noktaya kadar ilerler.
Tehlikeli oyunlar hem yaşanılan mekanın insanda nasıl şiddet eğilimi yaratacağını gösterir hem de iç dünyası yalnızlığın ve horgörülmenin şiddeti ile katman katman olan bir kişinin çevreye şiddet yayabileceğini.
Atölye’de Oğuz Atay’ın şiddet içeren bir yaklaşımı olduğunu ve bunu normalleştirdiğini konuşuldu. “Az şiddet şiddetlerin en kötüsüdür”, ”Şiddet için insan tek ve yalnız olmalıdır”, ”İnsan kendisine acındıkça alçalmalıydı”, “Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum”.
Atölye’de Oğuz Atay’ın Türk edebiyatında öncül ve önemli konumuna karşın ‘seçkinci’ bir tavrının olduğunu, taşralıyı, köylüyü, gecekonduluyu ötekileştiren, küçümseyen bir üslubu benimsediğini konuştuk. Oğuz Atay’da ‘Emekliler’, ’köylü kılıklılar’, ‘çingeneler’, ‘ihtiyarlar’, ‘dullar’ ,’Yezitler’ ayrıştırılıyordu.
“Geri kalmış insanın iç dünyası olamaz”,“İnsan cahil olursa aptalca övmesini de beceremez”, “Gece yatısına kalmak gerilik nedenidir”, “Kötü şartlar arsızlaştırır”, “Kapıcılar sevmedikleri kiracıların misafirlerine de kötü bakarlar”.
Kadınlarla ilgili tavrı ise Atölye’de şaşkınlık yaratacak kadar sorunluydu. “Serbest kadınların herkese açık oyunları vardır”, “Kadınlarla yola çıkılmaz”, “Erkek olduğu için daha kolay yürüyordu ne de olsa”,“Aptal bir kadının peşine düşmekten başka macera yok muydu?”.
Oğuz Atay, ülkeler ve halkları da ayrıştırılıyordu. “Almanlar mizahtan anlamıyorlar”, “Fransızlar idare ederlerdi, baştan sona kadar şarkılıyorlardı”, “Amerikan sermayesi at koşturuyor, filmlerde durup dururken şarkı söylüyorlardı”.
Üç dönemdir devam eden edebiyatta savaş ve barışın arandığı bu okumalar boyunca Atölye katılımcıları, ne kadar önemli, öncül, değerli kabul edilirse edilsinler, yazarları, yapıtlarını, dillerini ve düşüncelerini farklı bir gözle, savaşın, şiddetin gözüyle okumaya ve değerlendirmeye çalışıyorlar. Biliyoruz ki toplumda barışın kurulması önce tek tek bireylerin dilinde, düşüncesinde, duygusunda barışın yeşermesiyle olası. Bu nedenle, Oğuz Atay, hemen hemen tüm katılımcılarca daha önce okunmuş olsa da bu farklı okuma yöntemi ile başarılı kabul edilemedi.
16 Kasım – Kardeşlik, Adalet, Barış için Sokağa Basın Toplantısı – İstanbul
Kardeşlik, Adalet ve Barış için 26 Kasım’da sokağa…
Savaşa karşı barışın sesi 26 Kasım’da İstanbul’da yapılacak büyük yürüyüşle yükseltilecek. “Kardeşlik, Adalet, Barış Yürüyüşü”nü düzenleyen Barış İnisiyatifleri, bugün İstanbul’da bir basın toplantısı yaptı. Zeynep Tanbay, İlkay Akkaya, Kerem Kabadayı, Mazlum-Der ve Doğu Güneydoğu Dernekleri Platformu temsilcileri, eşit kardeşlik, mutlak adalet ve onurlu bir barış isteyen herkesi 26 Kasım’daki büyük yürüyüşe katılmaya çağırdı.
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu aktivisti Yıldız Önen, açılış konuşmasında, farklı görüşlerden birçok demokratik örgütün oluşturduğu Barış İnisiyatifleri’nin gerçekleştireceği yürüyüşün savaşın sesini susturmak için önemli bir adım olduğunu vurguladı.
Sanatçı aktivist Zeynep Tanbay, Barış İnisiyatifleri’nin açıklamasını okudu. Açıklamanın ardından Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı Cüneyt Sarıyaşar, Doğu-Güneydoğu Denekleri Platformu Başkanı Abdülhakim Daş, Barış için Sanat girişiminden İlkay Akkaya, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu sözcüsü Kerem Kabadayı birer konuşma yaparak, tüm barış yanlılarını 26 Kasım’da sokağa çıkmaya çağırdı.
Barış İnisiyatifleri’nin basın toplantısında konuşan Zeynep Tanbay, Cüneyt Sarıyaşar, Abdülhakim Daş, İlkay Akkaya ve Kerem Kabadayı, 26 Kasım’daki Kardeşlik-Adalet-Barış yürüyüşüne neden katılmak gerektiğini anlattılar.
Zeynep Tanbay (Sanatçı, aktivist):
“Savaşa, savaş tacirlerine, savaş kışkırtıcılarına karşı barışın sesini yükseltmeye, barış iklimini daim kılmaya çalışıyoruz. Bombardıman gürültülerini bastırmak, çatışmaları sona erdirmek, çocukların ölmesini, daha fazla kan akmasını engellemek için feryat ediyoruz.”
Cüneyt Sarıyaşar (Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı)
“Bu topraklarda bin yıldır birlikte yaşayan halkların kardeşliğine bu yüzyıl içerisinde en büyük darbeyi vuran ırkçı, Kemalist, ideolojik bir devletin ortaya koymuş olduğu acılar bir kez daha yüreklerden İstiklal Caddesi’ne aktarılacak. Biz bu işe koyulduğumuz zaman Van depremi olmamıştı. Van depremi bir gerçeği ortaya koydu: Bizim sesimizin ne kadar gür, sözümüzün ne kadar doğru olduğu gerçeği.”
Abdülhakim Daş (Doğu-Güneydoğu Dernekleri Platformu Başkanı):
“Barışın koşullarının, barış zemininin hazırlanması gerekir. Mevcut iktidarın ortaya çıkış felsefesiyle bugünkü geldiği noktanın birbirinden çok ayrı olmasının bu sürecin gelişmesinin önündeki engellerden biri olduğunu kamuoyuyla paylaşmak gerektiği kanısındayım. Barış, adalet ve kardeşlik yürüyüşüne güç vermek, sivil toplum örgütleri, medya ve siyasi partilerle birlikte bu sese güç vermek gerekir.”
İlkay Akkaya (Barış için Sanat):
“Devletin baskı örgütü olduğunu hepimiz biliyoruz. Korkunç bir baskı örgütü. Üstelik bugün karşımızda olan devlet, bölücü bir terör örgütü gibi davranıyor. Hepimizi bölmeye, parçalamaya, insanca yan yana duruşlarımızı zedelemeye, hatta öldürmeye çalışan bir üslupla saldırıyor yıllardır. Ama son dönemdeki sinsiliğini de kattığımız zaman… Beni bu kadar etkileyen bir dönemden geçmemiştik. O nedenle buradaki bir araya gelişi, her şeye rağmen bozulmayan bir araya gelişi coşkuyla kutlamak istiyorum. Barışa yürümek istiyorum.”
Kerem Kabadayı (Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu):
“Son bir yılda ortaya çıkan Barış İnisiyatifleri’nin ortak eyleminin bir devamı olan bu yürüyüşün çok önemli ve güçlü bir yürüyüş olacağını düşünüyorum. Türkiye’de bireyler, politik yapılar, yayın kuruluşları, örgütler ve her türden kuruluşlar artık sadece ikiye ayrılıyor: Barıştan yana olanlar ve savaştan yana olanlar. Barıştan yana olan herkesi 26 Kasım’daki yürüyüşte göreceğimize inanıyorum.”
21 Kasım – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem İkinci Kitap – İstanbul
21 Kasım akşamı III. döneminin ikinci kitabı olan Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sini Zehra Yaman, önce yazarın hayatını sonra da yazım tercihleri üzerinde sunum yaparak tartışmaya açtı. Tüm Atölye katılımcıları, Orhan Pamuk ve 1983 yılında yazılan Beyaz Kale’nin, bir hafta önce tartıştığımız 1980 sonrası kültürel iklim ve yazım tercihlerine çok iyi bir örnek olduğu konusunda görüş birliğine vardı.
Birey romanın odak noktasıydı. ‘Ben kimim?’ sorusu üzerinden Türk aydının sorunları, toplum ile zayıf olan bağları, yalnızlığı 17.yüzyılda geçen bir hikaye üzerinden anlatılıyordu. Toplumsal gerçeklikten tarihe kaçıldığı bir örnekti.
1980 Sonrası kültürel ürünlerin metalaştığı, piyasa koşullarına sunulduğu, çok satarlılığın önemli olduğu bir dönem ürünü olan kitap hemen iki yıl sonra batı dillerine çevrilmişti. Belki de bu amaçla, Batının doğuya bakış açısıyla, oryantalist dediğimiz, batının bildiği, bilmek istediği bir açıdan yazılmıştı.
Kitapta yüzünü batıya dönmüş, aydınlığı batıda gören, bir yanı batılı, bir yanı doğulu olan Türk aydınının düştüğü çaresizliği, çıkmazları gördük.
Venedikli esir ve Osmanlı aydını Hoca, iki karakter aslında sanki tek bir karaktermiş gibi anlatılıyordu. İç dünyaya yapılan yolculuk, insanın yeklenmesi, teklenmesi gibi doğu felsefesinin temel temalarından biri üzerine kurulmuştu. Aynı karakterin aynaya yansıyan iki farklı suretiyle karşı karşıyaydık. Çoksesliydi. Karakterlerin hakkını vermek için, her ikisinin de haklı ve haksız olduğu noktalar gösterilerek, olduğu gibi verilmişti.
‘Gavur’ ve cahilleri simgeleyen ‘aptallar’ iki karakterin ötekileştirildikleri, toplumu farklılaştırdıkları simgelerdi. ‘Çirkin bir gavur oyunu’, ‘Gavurun gavur olmaktan öte bir özeliği var mı?’
Yazar, her ne kadar Osmanlı’nın Doppio Kalesi’ni kuşatması üzerinden hikayesini anlatıyor olsa da, öyküsünü savaşı seçerek anlatmamıştı. Barışçıl değildi ama savaşçıl da değildi.
Ancak öz bilincin keşfine çıkan, karşısındakinin benliğini ele geçirmeye çalışan iki farklı dünyandan gelen insanın ilişkisi şiddet yüklüydü. ‘Yıkım başkasına dönüşerek geliyordu’.
Yazarın kadınları ele alış ve tanımlayış biçimini sorunlu bulduk; ‘Geveze kadınlar çeşme başında…’ ‘Evleneceksem dula mı gidecektim?’
Kitap 1980 sonrası toplumsal ve yazınsal nedenlere bağlı olarak gerek içerik gerekse roman anlayışı açısından önemli değişikliklere tanık olunduğu dönemin değerlendirilmesi açısından önemli ve yerinde seçilmiş olarak görüldü. Baskı döneminin hemen sonrasında üstelik savaşçıl olmayan bir üslupta yazılmış olması katılımcıların beğenisini kazandı. Bu okumanın, yazarın yeniden değerlendirilmesi açısından önemli bir fırsat olduğu düşüncesi genel kabul gördü.
26 Kasım – “Kardeşlik, Adalet, Barış” Yürüyüşü – İstanbul
Barış inisiyatifleri 26 Kasım’da Tünel’den Taksim meydanına “Kardeşlik, Barış, Adalet” çağrısıyla yürüdü. Kürtçe ve Türkçe “Kardeşlik, Adalet, Barış – Brati, Dad, Aşti” ana pankartı ve dövizleri, “Barış – Aşitî” bayrakları ile iki bin kişi İstiklal Caddesinde yürüdüler. Yürüyüş sırasında “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Kürtler Kürtçe Konuşur”, “Kürt, Türk, Ermeni, Yaşasın halkların kardeşliği”, ” Barışalım Yeter”, “Kürt halkına Özgürlük, “Bıji Bıratiya Gelan”, “Deng bide Aşitîye” sloganları atıldı.
Yürüyüş sırasında yapılan konuşmalarda KCK tutuklamaları protesto edildi, Van depremi sonrasında yeterince yardım yapılmaması, insanların hala sokaklarda, yetersiz çadır koşularında kalmaları protesto edildi. Yürüyüşe BGST ve Mezopotamya müzik grubu da müzik aletleriyle eşlik etti.
Taksim Meydanı’nda grup adına basın açıklamasını Kürtçe olarak Küresel-Bak üyesi Yıldız Önen, Türkçe olarak da Mazlum-Der üyesi Avukat Mehmet Ali Devecioğlu yaptı. Açıklamaların ardından Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı Mehmet Cüneyt Sarıyaşar, “Dağda ölene de, kentte ölene de, hepsine he beraber ruhlarına Fatiha diyoruz” diye çağrıda bulundu. Sırrı Süreyya Önder de, “Barış, savaştan çok daha fazla emek gerektirir” dedi. Sırrı Süreyya Önder, KCK tutuklamaları için, “Hukuk katledildi. Göstermelik hukuk kurallarını bile çiğnediler. Onun için söylenecek bir şey yok. Bir halkı savunmasız bırakma operasyonudur bu. Bunlar sadece İmralı’nın avukatı değil. Her birinin yüzlerce cezaevinde tutuklu müvekkili var” dedi.
28 Kasım – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Üçüncü Kitap – İstanbul
28 Kasım akşamı Atölye’nin üçüncü kitabı olan İhsan Oktay Anar’ın Efrasiyab Hikayeleri’ni bize Ülkü Burhan hazırladı. Ülkü Burhan önce yazarın hayatını,yazım tercihleri üzerinde sunumun yaptı ve sonra da kitabı tartışmaya açtı.
İhsan Oktay Anar ve 1998 yılında yazılan Efrasiyab Hikayeleri’nin 1980 sonrası kültürel iklim ve yazım tercihleri yansıtan bir örnek olduğunu konuştuk. Postmodern üslup gereği; gerçeklerden kaçış, tarihe sığınma, fantastik, gerçek üstü süjeler, simgeler, imgeler, dil de ritmler gibi mitoslara gönderme, alaycı, ironik.
Bütün bunların yanı sıra, bu komik, alaycı üslupta üst okumalarda sunulanların alt okumalarda yadsındığını, aksinin sunulduğunu gördük. Yazarın derinlemesine yapı düzleminde anlattıklarından şiddet yanlısı ve hatta şiddeti normalleştiren biri olduğuna, kadınlarla sorunlu ilişkiler kurduğuna ve ayırımcı bir üslubunun olduğunda görüş birliğine vardık.
‘Hesap kitap işlerini erkeğe, güzelliği ve onu üretmeyi kadına yakıştırır. Belki de güç tutkusunun insanı vardıracağı yegane yer, erkeklik ve onu kullanmanın en kaba yolu olan şiddetti. Gel gör ki şiddetin en yalın biçimi, güzel olan, belki de dişil bir şeyi parçalamak ya da kirletmekti. Bu elbette insanda güçlü olduğu duygusunu uyandırırdı. Şiddetin yöneldiği yer güzellikti’. Bu tema kitaba ağırlığını koyuyordu.
Cezzar Dede ve Ölüm’ün birbirlerine masal biçiminde anlattıkları hikayeler yoğun şiddet içeriyordu. Devletin Bölge Erkek Yatılı Okulundaki şiddeti, müdürün elindeki ‘Döv beni Döv’ cetveli, ‘atılan tokatlarla Sağır unvanını hak etmek’ ‘Annen seni görüyor’ paranoyası, ‘iki başlı kardeşlerin birbirlerine uyguladıkları şiddet’, ‘Kurt çocukla’ yaratılan şiddet bunlara tipik örneklerdi. Korku nesilden nesile sürdürülmeliydi. Yaşamın miras bırakılacak bir ‘değeriydi’ adeta. ‘Kendisinin çocukluğunda yaşadığı korkularının yeni nesle de sirayet etmesiyle, belki adaletin yerini bulduğunu düşünürdü’.
Bir röportajında yazarın ‘Kitaplarınızda hiç kadın yok, neden?’ sorusuna verdiği yanıtın bütün izlerini incelediğimiz kitapta da gördük, ‘Ne olacak zebra ve gergedan da yok. Kadın olmak zorunlu değil’. Hikayelerde kadınlar vardı ama ‘karı-kuma’ ilişkisinde, ’fahişe gibi’, ’nemrut mu nemrut’, ‘kız kurusu’, ‘çirkin ve acuze’, ‘güzellik ve ruh olarak çok aşağılarda, gözü fazlasıyla yükseklerde’, ‘dırdırcı’, ‘zilli’, ‘zilli maşa gibi’, ‘kocasını eve bağlamak için üzerine soslar döktüğü eşek dilini adama yıllarca yedirip kolesterolden öldürten’, ‘kocasızlıktan cinnet geçirebilecek’, ’iffetini korumaya adamış’, ‘iffetiyle kocamış’ idiler.
Erkekler de aslında ‘mendebur’, ‘hayırsız’, ‘açgözlü’ idiler. Erkekler arasındaki ilişki de şiddet yüklüydü. Birbirlerinin ‘fiyakasını bozuyor’, ’birbirlerini görmezden geliyorlar’, ‘racon kesiyorlar’, ‘kavgadan ve mücadeleden kaçmazlardı’. ‘Lanet rahmetli pederleri’ vardı. Kadın erkek ilişkisi ise ‘İkisi arasında bir ruh birliği değil de evlilik akdi gibi suni bir bağ bulunuyor’ düzlemindeydi.
Kasabalılık, kasaba hayatı, köylülük ise ötekileştiriliyor ve küçümseniyordu. ‘Örf ve adetlerin yönettiği, hiç de zengin olmayan, muhafazakar kasaba hayatının insana bahşettiği en büyük nimet, şüphesiz, derin bir iç dünyası ve yüce duygular gibi sıkıntılardan onu kurtarmasıydı’, ‘Dünya ve insanlar hakkında bütün hükümleri önceden verip bunları geleneklerinde yaşatan bir cemaat içinde ömür sürerlerdi’.
Çerçeve öykülerle doğu masallarını çağrıştırılan bir biçim seçilmişti. Ancak masallar tehlikeliydi. Masallar üzerinden bir korku dünyası yaratılıyordu. Zaten ‘ Dedeler elbette, cinli perili masallarla torunlarını korkuttukları sürece dikkate alınıp sözlerinin dinleneceğini bilirlerdi’, ‘Çocukları korku yoluyla yönetmenin zevki…’, ‘Böylece çocuklar hayalperestçe işlere kalkmaz, ileride sefil süfela olmazlardı’.
Kitabın din ile olan ilişkisi de çelişkiliydi. İniş çıkışlar yazarın din konusundaki görüşlerinin tasavvufa ulaşmış gibi görünse de ‘Allahım varsan affet’ ikircikliğindeydi. Ölümü anlamlandırmaya çalışıyor görünüyor de ölümü korku ve acıyla tanımlanıyordu. ‘Acı ile ölüm korkuları onları yönetiyor. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözleriyle görselerdi, Tanrıyı görmüş olurlardı’
Yazarın entelektüel vicdanının sorunlu olduğunu düşündük.
‘Korku, din, aşk… Biz buraya nasıl geldik? Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. Din bu arayıştır. İnsan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Bu da aşktır. Korkudan arayışa, arayıştan aşka geçtik. Arayış bitince, aranan şey artık bir kez bulunduğu için, korku da aşk da biter. O zaman meşk başlar. Zaten cennet de budur. Ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir. Cennet, sonsuz sevinç ve mutluluktur.
Ben dünyayı korku dünyasıyla değil güzellikle tanıyorum. Benim ona baktığım gibi dünya da bana bakıyor ve bana gülümsüyor, ben ona neden gülümsemeyeyim?’ türünde barış kokan cümleler ise yazarın girdiği dünyayı anlatırken kullandığı şiddet yüklü dilini hoş görmedik.
5 Aralık – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK, 5 Aralık’ta “Suriye’ye askeri müdahaleye hayır!” başlıklı bir yazılı basın açıklaması yaptı. Yürütme Kurulu üyesi Kerem Kabadayı adına yapılan basın açıklamasında Amerika ve diğer güçlerin Suriye’ye yönelik her türlü müdahalesine karşı çıkıldı. Açıklamada “Suriye’ye Emperyalist, alt emperyalist vb. ülkeler tarafından yapılacak her türlü dış müdahale meşru değildir, karşı çıkılmalıdır. Özellikle Türkiye’nin Suriye veya başka bir ülkeye müdahalesine kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Suriye’deki ve Ortadoğu’daki diktatörlükler yıkılmalı, yerlerine halkın demokratik yönetimleri kurulmalıdır, ama bu dönüşüm tümüyle o ülkelerdeki halkların kendi eserleri olmalıdır. Ortadoğu’daki ABD, Rusya, NATO vb. kaynaklı tüm üs ve tesisler başta İncirlik olmak üzere derhal kapatılmalıdır! Ortadoğu, silahsız, nükleersiz, barış içinde kardeşçe bir arada yaşadığımız bir bölge olmalıdır.” dendi.
5 Aralık – Hrant Dink Davası – İstanbul
Hrant Dink cinayeti davasının 22. duruşması bugün (5 Aralık) Beşiktaş Adliyesi’nde görüldü. “Hrant’ın Arkadaşları”, duruşma öncesinde, ellerinde “Bu dava öyle bitmez” dövizleriyle Beşiktaş İskelesi önünde toplandı. Mahkemeye kadar yapılan yürüyüşte “Hrant için, Adalet için”, “Öldür diyenler yargılansın”, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz”, “Katil Devlet Hesap Verecek” sloganları ile atıldı.
Mahkemenin önünde Hrant’ın Arkadaşları adına Banu Güven basın açıklamasını okudu. Açıklamada “Bu davayı bu şekilde bitirmeye kalktıklarında alınlarına sürülecek şeyi sadece kurban kanı sanıyorlar. Halbuki o, ne yapsalar kazıyıp atamayacakları bir utanç lekesi olacak” dendi.
Mahkemede Hrant Dink ailesinin avukatları saldırının önlenebilecek iken gerekli tedbirler alınmadığı için Hrant’ın katledildiğini söylediler.
Avukat Fethiye Çetin söz alarak, soruşturmanın sanıklarla sınırlı tutulduğunu belirterek “Cinayeti işleyen devletin ta kendisidir. MGK kararlarıyla azınlıklar ya da bu topraklarda yaşayan halklar, iç düşman kabul edilmiş, devleti korumak adına çeşitli devlet politikaları yürütülmüştür. Devlet ile Dink ailesi karşı karşıyayadır. Eğer bu soruşturma genişletilmezse, Rakel Dink’in dediği gibi bebekten katil yaratan zihniyet sorgulanmazsa, barışa darbe vurulmaya devam edilecektir” diye konuştu.
Dava 26 Aralık tarihine ertelendi…
9 Aralık – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK, 9 Aralık’ta “HÜKÜMET SAVAŞA DEĞİL, BARIŞA YATIRIM YAPMALI” başlıklı bir basın açıklaması yaptı. Yürütme Kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay’ınimzasıyla yayınlanan basın açıklamasında insansız silahlara yapılan yatırımlara karşı çıkıldı. Silahlarla barışın sağlanamayıcağının altının çizildiği basın açıklamasında Türkiye’nin her türlü üsten, silahtan arındırılması çağrısı yapıldı.
12 Aralık – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Dördüncü Kitap – İstanbul
Tahsin Yücel’in okur-yapıt-yazar üçgeninde okur ile geleneksel bir ilişki kurduğunu, okura düşünecek, yorumlayacak bir şey bırakmadan, okuru dışarıda tutarak, söylemek istediğini söylediğini konuştuk. Yazar okuru dışlıyor, ayırıyordu. Okurun, okuduğu metni kendi gerçekliğinde yeniden oluşturması, yapıtı kavraması ve alımlandırmasına olanak verilmiyordu. Yazar söylemek istediğini, okuru kenarda bırakarak, ayrımcılık yaparak iletiyordu ki, bunun kendisi bir şiddetti.
Yazar’ın söyledikleri, düşünce ve değerlendirmeleri o kadar doğrudan, eleştiri ve açıklık bırakmadan söyleniyordu ki yazar ile okurun arası açılıyor, iletişim kesiliyor ve görüşler kamplaşıyordu.
Yazar sorunlara oldukça yüzeysel eleştirilerle, dışarıdan bakıyor bu da yabancılaştırma etkisi yaratan groteks bir edebi tercihin gözetildiğini anlatıyordu. Mevcut toplum dinamiklerinden uzak, dışarıdan bakan tutum,yazarın Atölye’ce ‘elitist’ ve ‘oryantalist’ olarak değerlendirilmesine yol açtı. Toplumun görünen kısmına şöyle bir bakıp, tepeden bir bakış açısında görüşler sıralanıyordu.
Yargının özelleştirilmesi, yılkı insanları, ‘başka bir sonun mümkün görülmesi’, ‘eleştiri oldukça umut da vardır’ türünden barışçıl gözlem, hareket noktası ve değerlendirmelerine karşın yapıt ve yazarı bir bütün olarak yüzeysel ve şiddet yüklü bulundu.
Korkutucu olarak nitelenen, istenmeyen, olmasından korkulanı anlatan, konu edindikleri alandan ya da sorundan hareket ederek var olan toplumsal- siyasal düzendeki gelişmelerin, insanı ve toplumu hangi vahim noktalara doğru sürüklemekte olduğunu ve onları nasıl bir geleceğin beklediğini gösteren ‘istenmeyen ütopya’ ya da ‘distopya’ türündeki roman, işte bu hareket noktası nedeniyle de şiddet yüklüydü. Okur için korkutucu bir gelecek çiziliyordu.
Kendi kurulu düzenlerinin gelgitleri, sorunları içinde, kendilerini dış dünyaya kapattıkları sürece körleşmekte olan roman kişilerinde aslında yazarı, yazarın körleşmesini gördük.
Dil seçimleri de seçkinci ve dışlayıcıydı. ‘Tansık’, ‘çelişkin’, ‘altsüremlilik’, ‘eşsüremlilik’, ‘kenter’ bunlara örnekti.
2006 Yılında yazılmış olmasına karşın 2073 için öngörülen yaşami, mekikler ve gökdelenlerle sınırlı kalmıştı. Cumhuriyet’in 150 kuruluş yılında, kuruluşun 25. yılında görülen sosyolojik unsur, olgu ve ögeler geçerliliğini sürdürüyordu. ‘Kasabalılar’, ‘Karadenizli müteahhitler’, ’Kayseri üslubu’, ‘kötü ve art niyetli yabancılar’, ‘kodamanlar’, ’köhne Anadolu kasabaları’, ‘yeteneksiz ve kukla devlet adamları’, ‘başımıza çöreklenen herifler (yönetici kadro)’ gibi.
Karakterler karikatürize edilmiş, derinliği olmayan karakterlerdi. Kadınlar adeta yoktular. Siluetleri görülüyordu.
Ütopik, siyasal ve felsefi bir roman olarak Gökdelen, abartılı heyecanı ve ironisi ile durumu karikatürleştiren bir yaşam paradisi gibiydi, savaşcıl üslupla yazılmış bir parodi.
26 Aralık – Hrant Dink Davası – İstanbul
Hrant Dink davasının 23. duruşmasında Hrant’ın Arkadaşları, her zaman olduğu gibi sabah saat 10:00′da Beşiktaş’taki İskele Meydanı’nda buluşarak sloganlarla adliyeye yürüdü.
İskele Meydanı’nda buluşan Hrant’ın Arkadaşları, Fransa’daki yasayla ilgili tartışmalardan sonra “Nerede bir Ermeni varsa bulup konuşacağız” diyen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na seslenerek, Ermenileri dışarıda aramaması gerektiğini belirttiler ve “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz!” diye slogan attılar.
Buradan hareket ederek adliye önüne giden grup, “Katil devlet hesap verecek”, “Öldür diyenler yargılansın”, “Muammer Güler: yargılansın! Celalettin Cerrah: yargılansın! Cemil Çiçek: yargılansın!” sloganları attı.
Adliye önünde grup adına basın açıklamasını okuyan Gülten Kaya, “Bizimle alay etmeyi bırakın artık! Cevap verin; Katillerimiz nerede? Katillerimizi nereye sakladınız?” diye sordu.
Duruşmada Dink ailesinin avukatları, esas hakkındaki görüşlerinin ikinci kısmını okudular. Bu bölümde ‘Cinayetten sonraki süreç ve kamu görevlilerinin ihmali’ başlıklı bir giriş vardı. Ayrıca, soruşturma sürecini, dosyadaki delilleri, tanıkların ifadelerini ve Dink’in öldürülmesi sürecindeki somut detaylar anlatıldı. Bu bölümde ayrıca Trabzon Emniyeti ve askeri birimleri, İstanbul’daki sivil ve askeri güvenlik görevlileri ile istihbarat birimlerinin rolleri değerlendirildi ve duruşmaların birleştirilmesi talep edildi.
Duruşma 10 Ocak Salı gününe ertelendi.
26 Aralık – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Beşinci Kitap – İstanbul
26 Aralık akşamı Atölye’nin beşinci kitabı Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nı tartışmaya Esra Akbalık hazırladı. Latife Tekin’in masalsı anlatımının kökenini anlamamıza yarayan yaşam öyküsü ve edebiyat tercihi sunumundan sonra, kitabı tartışmaya başladık.
Latife Tekin kitabında, göç yolu ile İstanbul’a gelen sekiz ailenin, kentin dış mahallelerindeki bir çöplük tepesine, coğrafi koşullar, çevre koşulları, hava koşulları nedeniyle otuz yedi gün süren bir direnişten sonra kurdukları Savaştepe, sonraki adıyla Çiçektepe gecekondu mahallesini anlatmaktaydı.
Yazarın büyülü gerçekçilik akımına uyan bir edebi dili vardı. Göç gibi, gecekondulaşma gibi, çarpık sanayileşme gibi, çevreyle savaşım gibi içeriğinde şiddet barınan konular, kimilerimize göre barışçıl, kimilerimize göre aşırı estetize, kimilerimize göre masalsı olduğu için güzel ama bir o kadar da tehlikeli girdaplar içeren bir dille anlatılıyordu. Bu, hurafeleri, halk deyişlerini, batıl inançları, yerel söyleyişleri bolca kullanan bir dildi.
Yazarın böyle bir dil kullanma tercihinin 12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından, derin ve yoğun bir geri çekilmenin yaşandığı bir dönemde yazılmasına bağladık. Berci Kristin Çöp Masalları’ndan bir yıl önce yazılan Sevgili Arsız Ölüm’de de olduğu gibi yazar sanki içinde biriken öfkeyi, yaşanılanların dayanılması güç şiddetini, büyülü ve masalsı bir dilin arkasına gizlenerek kusmuştu.
Yoksulluk, yoksunluk, kırık döküklük, derme çatmalık, kaçak olma, yasadışı olma, acımasızlık, sömürülme, haksızlığa uğrama, aşağılanma gibi o günlerin ‘olağan’ gündelik şiddet içeren unsurları, bu dil tercihi ile bizde sanki yaşadığımız günün gerçekleri değilmiş de uzak bir geçmişte yaşanmış şimdi, bize biri tarafından anlatılan, hikaye edilen bir masalmış duygusu yaratıyordu.
İşte masal dilinin tehlikelerini vurgulayan arkadaşlarımız bu somut gerçeğin gizlendiği noktasından yazarın tercihini eleştirdi. Bütün kötülüklerin üstüne masal dilinin tülü çekilmişti. Ama diğer arkadaşlar da işte tam bu nedenle, güçlüklere dayanma gücü vermiş olabileceği için bu dili cesaret verici ve barışçıl buldu.
O döneme kadar kaleme alınan toplumsal gerçeklikle yazılmış kitaplardan farklı bir yoksulluk, farklı bir kırsal kesim anlatılıyordu. Yazar içinden geldiği(göçle Buldan’dan İstanbul’a gelen bir göçmen ailenin kızı olarak) çevresinin söz zenginliğine dayanan, hemen ağlayan ama hemen de gülebilen, kolay unutan, yeniden başlayabilen, duygusal geçişleri hızlı olan bir kesimi anlatıyordu bize. Halkın söyleyiş biçiminden hareketle yeni bir biçim, yeni bir yorum, 1980 sonrasının karanlık günlerinden bir çıkış yolu, dayanacağı bir güç arıyordu sanki.
Yazar vicdan ve özgürlükler ekseninde, anarşist bir bağlantısızlıkla yazıyordu. Sanki dil, din, mezhep, ülke ayrımlarını kaldırmıştı. ‘Dilim çığlık, ıslık dili olsaymış keşke’ diyordu. ‘Belediye Meclis üyeliğine yükselen Kürt Cemal’, ‘iş disiplini bozulan, buzdolabı üreticisi gibi gözüküp aslında kaçak silah üreten işveren Bay İzak’, çingeneler, ‘babasının Dedelik sopasını bir kenara bırakıp sahte blucin işine başlayan oğul kızılbaşlar’,’Anjel, Mari, Kristin gibi iç gıcıklayıcı adlar takınan ‘ o yerli’ orospular’ ayrımcı olarak gösterebileceğimiz deyişlerdi. Bunun gibi yazarın kişi ve olaylara eşit mesafeden, bir anlatıcı gibi dışarıdan bakıyor olması ise kimi arkadaşlarımız tarafından seçkinci bir yaklaşım olarak eleştirildi.
Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’lerinde şimdiye kadar eleştirdiğimiz erkeğin kadın üzerindeki cinsel şiddeti, kadınlar için kullanılan aşağılayıcı cinsel çağrışımlı sözcükler burada da vardı. Bu tercihler genel olarak eleştirilmekle birlikte, kimi arkadaşlarımızca genel halk kullanımları olarak değerlendirildi. ‘Tirintaz Fidan’ın gece dersleri’, ‘Fidan’ın donuna nazire olarak koyulan Donlu Yol ismi’, ‘Çeri Mahmut’un Deli Dursun ile oynaşan karısı Zülika’,
Kimi arkadaşlarımızın gecekondu mahallesinde yaşayan herkesin çıkarcı, her olayın kötü olduğu ya da iyi başlasa bile hep kötüye döndüğü için barışçıl kabul edilemeyeceğini ileri sürdüler. Ama buna başka arkadaşlar göç gibi, çöp dağlarının arasına ortasında, plansız, kuralsız, kaçak sanayii bölgesinde kurulan, çevreye zehrin aktığı bir mekanın (Fabrikadibi, Çöpaltı, Dereağzı mahalleleri) kendisinin şiddeti doğurduğunu ve beslediğini söyledi. Böylesi bir ortam, kötülüğün örgütlenmesine en kolay zemin hazırlayacak bir ortamdı. İnsanların varlıklarını sürdürmek için en ilkel gereksinimlerini karşılama mücadeleleri insanları aynılaştırıyor ve belki de kötücül yapıyordu.
Roman gecekondu mahallesinin yıllar içinde geçirdiği evrimi de bize çok kısa ama çok özlü biçimde anlatıyordu.135 Sahifede İstanbul’un çarpık kentleşme ve sanayileşme masalını okuduk. Savaştepe’den Çiçektepe’ye dönen oradan da Vakıf Çiçektepe ve Birlik Çiçektepe mahallelerine ayrılarak büyüyen bir İstanbul hikayesiydi anlatılan. Seksenli yıllarda bir Çöp Mahallesi olan bu yerlerin yerinde bugün hangi lüks mahallelerin ya da plazaların yükseldiğini ve Çöp Muhtarların, Çöp Bakkalların, Çöp Kahvesinin, Güllü Babaların nasıl muratlarına erip hangi kerevetlerde oturuyor olduklarını düşünmek de İstanbul Masalını dinleyen, yaşayan bizlere kaldı.
29 Aralık – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK, 29 Aralık’ta “Uludere’de insanlık suçu işlendi! Sorumlular istifa etmeli, yargılanmalı” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı. 28 Aralık gecesi yaşanan katliamı protesto eden Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Kerem Kabadayı, silahlanmanın, kör savaş tacirliğinin sonunun bu olacağını tahmin ettiğimizi söyledi. 9 Aralık’ta yaptığımız yazılı basın açıklamasında insansız hava uçaklarının tehlikelerinden bahsetmiştik dedi. Uludere’de öldürülenlerin sorumluları hemen bulunup yargılanmalı denen basın açıklaması 30 Aralık’ta yapılacak yürüyüşe çağrı yaptı.