5 Ocak 2013 – Basın Açıklamasına Çağrı – İstanbul
Barış İnisiyatifleri, 9 Ocak’ta yapacakları yürüyüş için 5 Ocak’ta yazılı çağrı yaptılar.
9 Ocak 2013 – “Amasız, Fakatsız barış!” Basın Açıklaması – İstanbul
9 Ocak’ta İstanbul’da barış inisiyatifleri “Amasız, fakatsız barış” için yürüdüler. Yürüyüşte “Savaşın sesini Sustur! Barışın sesini yükselt!” sloganları atıldı. Basın açıklamasını inisiyatifler adına Meltem Oral okudu.
10 Ocak 2013 – Anmaya Çağrı – İstanbul
Hrant’ın arkadaşları, Hrant Dink’in öldürülüşünün altıncı yılında Agos’un önüne kitlesel basın açıklamasına çağrı yaptılar.
14 Ocak 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Beşinci Kitap – İstanbul
Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin beşinci kitap/filmi Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro 2005) /(Mark Romanek 2010) bize Pınar Demircan ve Şengül Çiftçi tanıttı ve tartışmaya açtı. İlk klonlama çalışmaları o yıllarda başladığı için bir anlamda tıp devriminin 1952’de başladığı söylenir. 1996 da ilk kopyalama, koyun Dolly ile girdi dünyamıza. 1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya Louise Brown geldi ki o da büyüdü ve 2008 yılında anne oldu. 1952’den başlayarak kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi birçok hayvan klonlandı. Gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Biyoetik, biyoiktidar çağının geldiğini vurguladı.
Ishiguro’nun romanı ve ondan uyarlanan film, işte bu dünyayı anlatıyor. Barışçıl bir dille bu dünyanın şiddetini, acımasızlığını gözümüze sokuyor ve bizleri düşüncelerimizle, dillendirdiklerimizle baş başa getiriyor;”Bir şeyler öğrenmeye çalışanlardan mıyız, bir şeye inanmak isteyenlerden mi?”
Bir distopia kuruluyor. Yakın ya da uzak gelecekle ilgili olan hikâyenin, bugün henüz mümkün olmayan teknoloji ile anlatılması, bir bilim kurgu değil. Tam tersine hikâye geçmiş yıllarda 1974, 1985, 1994 de yaşanmış ve bizde ‘acaba gerçek olabilir mi?’ sorusunu sorduruyor.
1970′li yıllarda İngiltere’de, kimsesiz çocukların yetiştirilmesi için zenginler tarafından finanse edilen okulda, özel olduğuna inandırılan, dış dünyadan kopuk yaşayan çocukların dünyasına giriyoruz. Seçilmiş olma şerefi hissettirilen çocuklara sıklıkla misyonları hatırlatılıyor. En önemli misyonları bedenlerine iyi bakmak. Çünkü onlar, başka insanlara hayat vermek için klonlanarak dünyaya getirilmiş çocuklar, bağışçılar.
“Bizler ayaktakımından kopyalandık. Eroinmanlar, fahişeler, tırlaklar, seks düşkünlerinden, mahkûmlardan, belki sapık olmadıkları sürece tabii.”
Asla yaşlanamayacak, asla normal bir insan gibi yaşayamayacak, zamanı geldiğinde organlarını bağışlayarak başkalarına hayat verecek ve misyonlarını tamamlayarak ölecek klonlar onlar. Yedek organ deposu muamelesi yapılan yedek insanlar.
Gözetmen Lucy “….Doğru düzgün bir hayat yaşayacaksanız bilmeniz gerekir. Hiçbiriniz Amerika’ya gitmeyeceksiniz, hiçbiriniz film yıldızı olmayacaksınız. Geçen gün bazılarınızın planladığı gibi, hiçbiriniz süper marketlerde çalışmayacaksınız. Hayatlarınız sizin için önceden kararlaştırıldı. Yetişkin olacaksınız ve sizler yaşlanmadan, hatta orta yaşa gelmeden, hayati organlarınızı bağışlamaya başlayacaksınız. Her biriniz bu nedenle yaratıldınız….” diye gerçeği haykırıyor çocukların yüzlerine bir gün. Ve hemen okuldan ‘Öğrencileri daha da bilinçlendirmek yalnış ‘ diye verilen bir kararla uzaklaştırılıyor.
Çünkü çocukların varoluş nedeni, sağlıklı insanlardan kopyalanarak, klonu oldukları insanların ihtiyacı olduğunda, organlarını bağışlamaktır. Verilen tüm eğitimlerin arasında içlerindeki yaratıcı gücü çıkarmaları konusunda da baskı uygulanıyor. Bu da bir başka korkunç deney; onların bir insan olduğunu kanıtlama deneyi. Gerçekten de başarılı çalışmalar ortaya koyuyor çocuklar. Kendileri gerçek olmasa da sanatları gerçek. “Şu sanat eserlerine bir bakın! Bu çocukların birer insan olmadığını kim iddia edebilir?”
Kitap ve film, bireyin soyut ve kalıtsal bir formüle, tüm ruhani ve fiziksel duyarlıklardan, ince zevklerden yalıtılarak bir-biyo-feed back’e ve üst üste eklenmiş bir dijital bilgi haline getirilişini anlatıyor bize.
Masumiyeti, aşkı, ihaneti, kötülüğü normal insanlar gibi yaşayan bu çocukların konumuna bizler isyan ederken onların isyan etmesini beklemek beyhude bir çabaya dönüşüyor kitap ve film boyunca. “Neden kaçmıyorsunuz? Nedir bu kabullenmişlik? Varolanı değiştirmeye çabalamaktan kaçmak ve olduğu gibi kabullenmek. Haydi kaçın! En azından deneyin!” diyoruz.
Oysa sistemin ürettiği, korku kültürüyle büyüttüğü bireylerde ne merak gelişiyor ne sorgulama ne de karşı koyma. Sistemin biçtiği değeri kabullenme, kendine değer vermemekle eşdeğer. Yedek parça olarak üretilen, hayatı bağışlayıcı olacağı günü beklemekle geçen donör, modern zamanlar kölesi; başkalarının hayatına ve hayallerine hayat veren kişi. Bütün hayatlar değerlidir ama bazılarının hayatı daha değerlidir. Masum bir bilimsel başarı olaması gereken organ nakli işte bu daha değerlilik anlayışı nedeniyle organ mafyasını oluşturdu. Tıbbı etikten koparıldığında organ bağışının geldiği noktayı anlatan film de “Kimse kendine takılan organın kimden alındığını soruyor mu?” sorusuyla bizi baş başa bırakıyor.
Film bizi çocukların/gençlerin isyan beklentisini son kareye kadar güçlü tutuyorsa da bize ” Ey seyirci, sen hayatın için ne yapıyorsun? Senin de bir misyonun yok mu? Misyonunu ne zaman tamamlayacaksın?” sorularını sorduruyor. Filmde bağışçılığa karar veren Kathy “Bizim hayatlarımız da kurtardığımız hayatlardan pek farklı değil. Belki de hiçbirimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ya da yeterince zamanının kalıp kalmadığını bilmiyor.” diyor.
“Birbirine gerçekten âşık bir kız ve bir erkek varsa, yani bu iki kişi gerçekten âşıksa ve bu konuda başkalarını ikna edebiliyorlarsa, o zaman Hailsham’ı yönetenler bu işi halledebiliyorlarmış.”Bir aşk hikâyesi vaadi sunan kitap/film, sanatın, aşkın ve edebiyatın gücünün mistifike edilen şiddeti önlemeye ne yazık ki yetmeyeceği ancak seyirci kalmakla da yetinmediği üzerine düşündürüyor okurunu.”Aşk ve sanat zamanı durdurabilir mi?”, “Aşk ve sanat insanı kurtuluşa götürür mü?” mitini alt üst ediyor.
‘Beni Asla Bırakma’, yeryüzündeki yerimiz, yalnızlığımız, yalnızlığımızdan duyduğumuz korkumuz, bir Allah ve ilk sebep arayışımız, bulamayışımız, çaresizliğimiz içinde bir araya gelişimiz, birlik oluşumuz ve birbirimize elimizden geldiğince sıkı sıkıya sarılışımız ve en sonunda da, ne kadar sıkı sarılsak da sevdiğimiz her şeyi yitirip yine tek başımıza kalmak zorunda olacağımız gerçeği hakkında bir kitap/film.
Sağlıklı bedenlerden üstün ırk yaratılması temeline dayanan nazizmden ve onun Napola okullarından hiçbir farkı yok kitabın ve filmin anlattığı okulun, insanın birer makineye indirgendiği, anlamları sadece yararlılıklarıyla sınırlı, faşist beden formunun sürekli teşvik edildiği, cinsiyet rolleri üzerinde sıkı kontrollerin yapıldığı, üstün soyun yüceltilip ötekinin asimile edildiği tek kamplı dünyamızı bir okul metaforu üzerinden anlatılıyor. Yıkıcı şiddet kısırdöngüsünün yerini ayinsel, yaratıcı ve koruyucu şiddete bırakıyor. Bu son derece gerçek ve ürkütücü.
19 Ocak 2013 – Hrant Dink Anması – İstanbul
Şişli Camii önüne gelen binlerce kişi “Buradayız Ahparik”, “Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeni’yiz” pankartı ve sloganları ile Hrant Dink’in katledildiği gazetesinin önüne kadar yürüdü. Yürüyüşe Dink ailesinin yanı sıra zorunlu askerlik görevini yerine getirirken vurularak öldürülen Sevag Balıkçı’nın ailesi de katıldı.
Yürüyüşün ardından Agos’un önünde anma başladı. Yüzlerce kişi, Hrant Dink’in vurulduğu yere karanfiller bıraktı.
Hrant Dink’in anmasında bu yıl konuşmayı, ilahiyatçı yazar Hidayet Şefkatli Tuksal yaptı. Tuksal konuşmasında hakikatin ve dostluğun hatırı için buradayız dedi ve şöyle devam etti: “Bizler, bu ülkenin resmi tarih öğretisiyle taammüden cahil bırakılmış kitleler olarak, üzeri ağır inkâr taşlarıyla kapatılmış olan o sağır ve dilsiz, o kanlı kuyunun varlığını senin sayende öğrendik.”
21 Ocak 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Altıncı Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin altıncı kitap/filmi Koku’yu (Patrick Süskind 1979/ Tom Tykwer 2007)bize Görkem Yeltan ve Bekir Sinan Akboğa tanıttı ve tartışmaya açtı. Kitap 1738 – 1767 yıllarının Fransa’sında geçmektedir. Bu yıllar sanayi devriminin toplumda neden olduğu dönüşüm yılları, Fransız Devrimi öncesinin acımasız, vahşi, sert, zor yıllardır. Fransız ekonomisi uzun yıllar süren savaşlar nedeniyle küçülmüştür. Ticaret ve tarım büyük sıkıntıdadır. Kıtlık, açlık ülkenin her yerini kasıp kavurmaktadır. Göçlerle artan nüfusun ihtiyacını şehirler karşılayamaz duruma gelmiştir. İşsizlik toplumsal sorunların artmasına neden olmaktadır. Halkın içinde bulunduğu ekonomik sorunlar, uzayan savaşlar, teknolojinin gelişmesiyle savaş masraflarının artması devleti iflasın eşiğine gelmiştir. Bu dönüşüm yıllarında, aristokratlar, din adamlarının dışında, Fransa’daki sınıfsal yapının üçüncü halkası, zanaatkârlar, tüccarlar, bankacılar gibi iktisadi guruplardan oluşan yaklaşık 250.000 kişilik burjuvazi ve sayıları 600.000 i bulan işçi sınıfı günden güne büyümektedir.
Bu üçüncü sınıf günden güne kötüleyen ekonomik durumdan en çok etkilenen halk kesimini oluştururken talepleri de günden güne artmaktadır. Var olan aristokrat ve din adamları kesimi ile bu üçüncü sınıf arasında amansız bir çatışma yaşanmaktadır. Mülkiyet el değiştirmektedir ve bu değişim kanlıdır. Adalet yaralanmıştır. İnsanların “Özel bir ölüm lüksü isteyecek” kadar zavallılaştıkları, aşağılandıkları zamanlardır.
İşte roman/film kahramanı ‘kurbağa’ Grenouille bu acımasız ortamın en zayıf, en vahşi ortamında, Paris’in balık pazarında doğar. Kendinden önce ölüme terkedilen beşkardeşi gibi o da, çöplerle birlikte Seine Nehri’nin derin sularına gömülmek üzere tezgâhın altına bırakılmışken, ağlayarak hayata tutunur, hatta hatta annesini ipe götürerek. Nasıl doğduğunda, balık pazarının keskin kokusunu duyma yetisiyle ağlamaya başlayarak hayata tutunduysa, yine aynı şekilde hayatını yine bu yetisiyle, ama hep birilerinin ölümü pahasına sürdürür. ‘Deli burnuyla görür’ özdeyişini haklı çıkartarak “Doğumla ölüm arasındaki yolu, hayat üzerinden dolaşmadan geçebilecekken, yaşamaya sırf inat, sırf kötülük olsun diye karar vermişti”. “Ölenin yerine bol bol yenisi geliyordu. Paris her yıl on binin üstünde bulunmuş çocuk, piç, yetim üretiyordu.”
“Dünyaya dışkısından başka bir şey vermeyen” bir adam olarak büyür, “Tek başına yaşayan kene, iğrenç gulyabani, hiçbir zaman sevgi duymamış, hiçbir zaman sevgi uyandırmamış gayri insani Grenouille”. Tüm insani duyumlardan ve duygulardan yoksun, salt kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı ve istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten kesinlikle çekinmeyen bir katil olur çıkar. Aşk sevgi, başkalarını düşünmek gibi duygulardan hiçbirine sahip değildir. Herkesin ve her şeyin kokusunu almakta, tüm kokuları üretmekte gerçek bir dâhi olmuştur. Ancak kendi kokusunun bulunmadığını, onun bulunduğu yerlerde insanların kokusunu alamadıklarını anladığı gün, dünyasını yitirir. Kendisi için tek çıkar yol, başkalarına onun için sanki insan mış izlenimini verebilecek kokular sürünmektir. Parfüm endüstrisinin temellerinin atıldığı bu yıllarda güzelliğin kokusunu yaratma fikriyle, kendine kurbanlar arar. “Onun kurbanları aşk uyandıran insanların kokusuydu.” Genç ve kızıl saçlı, kırmızı başlıklı bakire kızların peşine düşer.
Atölye gerek yazarı gerekse yönetmeni, dilleri nedeniyle cinsiyetçi ve ayrımcı gördü. “Kentsoylular kitap okuyordu, kadınlar bile…” Ayrımcılık çingeneler, İtalyanlar, yahudiler ve “bakire kanı ile beslenip üç kez evlenen markiler” için de yapılıyordu. Hayvanlara yapılanlar ve bunların anlatımındaki dil de şiddet yüklüydü.
Toplum içinde bireyselliğini hiçbir zaman edinememiş biri olan bu yalnız, kendi benliğinin dışında her şeyi yaratabilmiş dâhinin bir seri katil oluşunu izleriz. Ancak kendisi de vahşi bir ölümden kurtulamaz. Cinayet silsilesi sonunda elde ettiği koku sayesinde, Granouille’yi melek gibi gören insanlar ondan bir parça almak isterler ve onu paramparça edip öldürürler.”Bu çürümüş, kokuşmuş zamanın ortaya çıkartabileceği bir cinsti.”
Yazar ve yönetmen, sanatın, bütün dal ve hünerlerini, sesi, müziği, resimi, dansı, kostümü kullanarak, bizi, kendi yaşamı pahasına başkalarının yaşamını söndürmekten hiç çekinmeyen, üzülmeyen bu katili sevdirmeye, anlamaya dolayısıyla da normalleştirmeye çalışırcasına estetize etmişlerdi. Özellikle filmde kahramanın, daha ilk göründüğü sahneden itibaren, ikonlaştırıldığını izliyoruz.
Neredeyse, arka planda anlatılan, insanların yetişme koşullarından kaynaklı kötücüllüğünü, öykünün geçtiği dönem ve mekanı, dönüştürülen sistemin yarattığı şiddeti, dönemin sınıfsal uçurumlarının yarattığı sefalet, hastalık ve açlık unsurlarını unutarak, kötü bir tohum olarak doğan Grenouille’yi haklı görmeye yönlendiriliyoruz, hiç de barışçıl olmayan bir dille.
Yazarın ve yönetmenin dilinde betimlenen karakterin doğumundan itibaren üzerine sinen lanet, kokusuz doğması ama her türlü kokuya son derece duyarlı hale gelmesi, onu bir tür ‘seçilmiş insan’ konumuna taşıyor. ‘Tanrı vergisi’ yetenekle doğmuş bu varlık, kendi varoluşunu yalnızca kendisine kanıtlamak için güzel ve bakire kızları öldürerek özsularını alıyor ve bunu, üzerindeki laneti yok etmek için doğal bir refleksle yapıyor.
Filmde, dönem atmosferinde bir süper kahramana dönüşüyor, toplumdan soyutlanmış ve doğaüstü yetenekleri olan. Karakterin arayışının sonu da iyi ve kötü kavramlarını hiçleştiren bir platforma oturtuluyor.
O zaman Atölye’den şöyle bir yorum çıkıyor; ” Bu denli acımasız bir kahramanın yolculuğu yazılıyor, milyonlarca kişi tarafından okunabiliyor, milyonlarca dolar harcanarak filmi çekiliyor, milyonlarca kişi tarafından izlenebiliyor ve beğenilip, başarılı bulunabiliyorsa, bizim barışı yerleştirme umudumuz sekteye vurulup, beyhude bir çabaya dönüşmüyor mu?”.
Barışa yönelik tüm tehditlere, bunlar’estetik’ de olsa, karşı biz yine de umudumuzu yeşertmeyi, savaşın kazananının, barışın kaybedeninin olmadığına olan inancımızla sürdürüyoruz.
26 Ocak 2013 – Nükleersiz Bir Dünya ve Ortadoğu inşa etmek Konferansı – İstanbul
ICAN Türkiye (Nükleer Silahların Tamamen Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya) hareketi tarafından düzenlenen “Nükleersiz Bir Dünya ve Nükleer Silahlardan ve Kitle İmha Silahlarından Arındırılmış Bir Ortadoğu İnşa Etmek” adlı uluslararası konferans Taksim’de gerçekleştirildi.
Konferansa, Avrupa’da nükleer silahsızlanma alanında ve NATO konusunda faaliyet gösteren sivil toplum temsilcileri, Ortadoğu’dan Bahreyn, Mısır, İsrail ve İran’dan aktivistler katıldı. “Nato’nun nükleer politikası ve Ortadoğu” başlıklı panele Türkiye’den gazeteci Mete Çubukçu, araştırmacı- yazar Selin Bölme, avukat- aktivist Arif Ali Cangı, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’ndan Şenol Karakaş konuşmacı olarak katıldı.
Nükleer silahlar büyük tehdit
Konferansın ilk gündemi olan “Nükleer Silahların İnsani ve Çevresel Boyutu”nda, Türkiye’den ve diğer ülkelerden konuşmacılar nükleer silahların sadece kullanılmasının değil aynı zamanda varolmasının dahi ne kadar maliyetli olduğuna değindiler. ICAN Avrupa, Afrika ve Ortadoğu Koordinatörü Arielle Denis konuşmasında, Norveç hükümetinin de çağrısıyla 4-5 Mart 2013 tarihlerinde nükleer silahların insani ve çevresel maliyetini konuşmak üzere uluslararası bir konferans toplanacağını duyurdu. Devletler düzeyinde toplanacak bu konferansın hemen öncesinde, 2-3 Mart 2013 tarihlerinde ise ICAN tarafından organize edilen sivil toplum zirvesi gerçekleşecek. Zirveye tüm dünyadan aktivistlerin katılması bekleniyor.
Gündemin İran’dan gelen konuşmacısı Leila Moein ise ülkesinde İran-Irak savaşı sırasında kimyasal silaha maru kalmış çok sayıda kurban olduğunu, nükleer silahların da aynı şekilde insanlık için çok büyük bir tehdit oluşturduğunu ve yasaklanması gerektiğini söyledi.
Greenpeace Akdeniz Ofisi Kampanyalar Sorumlusu Hilal Atıcı ise, nükleer silahların güvenlik sağladığı ilan edilmesine rağmen, nükleer silah sahibi olan ülkelerle mutluluk endeksi karşılaştırıldığında, nükleer silah sahibi ülkelerde yaşayan insanların aslında kendilerini hiç de mutlu hissetmedikleri, dolayısıyla nükleer silahlar ile güvenlik duygusu arasında doğrudan bir bağ kurulamayacağını söyledi.
İsrail Silahsızlanma Hareketi adına toplantıya katılan Sharon Dolev ise İsrail’de nükleer silahlar hakkında konuşmanın mümkün olmadığını ancak kendilerinin bu konuyu gündeme getirmek için çeşitli çalışmalar yaptıklarını anlattı.
NATO, Nükleer silahlar ve Ortadoğu
Konferansın ikinci gündemi olan “NATO’nun Nükleer Politikası ve Ortadoğu’nun Komşularının Bölgedeki Rolü” başlıklı panele ise araştırmacı-yazar Selin Bölme, gazeteci Mete Çubukçu, aktivist ve Yeşiller ve Sol Gelecek partisi eş sözcüsü Arif Ali Cangı, Hollanda’dan gelen aktivist Susi Snyder, Küresel BAK yürütme kurulu üyesi ve Devrimci Sosyalist İşçi Partisi eş sözcüsü Şenol Karakaş konuşmacı olarak katıldı.
“İncirlik Üssü” kitabı yazarı Selin Bölme, Türkiye’de Nato’nun tarihsel sürecini ve nükleer silahların Türkiye’de depo edilme amaçlarını şu sözlerle ifade etti: “Türkiye’de nükleer silah hikâyesi İncirlik üssü ile başlamıştır. Özellikle 1950′den başlayarak ABD nükleer silahlarını Avrupa’ya taşımış ve Türkiye’de 70′li yıllarda sevk edilen nükleer silah sayısı 7300 en büyük rakamına ulaşmıştır. Soğuk savaşı bitmesine rağmen, nükleer silahlar azaltılacağı yerden 1980 sonrası Türkiye, nükleer silah deposu haline gelmiştir. 1982’de Washington- Ankara arasında “10 hava sahası modernizasyonu” mutabakatı imzalanarak nükleerler silahlar hava üsselerine kaydırılmıştır.”
NATO, nükleer silahları artırıyor
Bölme, Türkiye’de şu an 6 nükleer silah deposu olduğunu ve bu depoların soğuk savaş bitmesine rağmen aktif olarak yenilenmesini şu sözlerle ifade etti: “Soğuk savaş bitmesi ile NATO’nun politikaları, enerjinin merkezi Ortadoğu’ya kaydı. Nükleer silahların yayılmasını önleme anlaşmasını imza atan bir ülke olmasına rağmen Türkiye de, nükleer silahlar daha da artırılmaktadır. NATO bu silah fazlalığına olmasına karşı, bu silahlarla nerede ve nasıl kullanacağına dair hiçbir açıklama yapmamıştır.”
İncirlik’ten kimsenin haberi yok
Avukat/Aktivist ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi eş sözcüsü Arif Ali Cangı NATO ve İncirlik üssü hakkında şunları kaydetti: “İncirlik, NATO’nun en büyük Ortadoğu’daki üssüdür. Fakat burada neler depolandığından ya da neler olduğunda kimsenin haberi yok. Ben itiraf ediyorum ki; Milli Savunma Bakanın’ın bile yok. “Nükleer silahlar neden Türkiye’nin bütçesinden ödenmiyor?” sorusu bile Türkiye’de çok sayıda nükleer silah olduğunu bize gösteriyor. Türkiye’ye getirilen nükleer silahlar ile ilgili kararlar malesef Türkiye’deki anayasası maddelerine bakılarak değil; imzalamış olduğumuz uluslararası anlaşmalara göre alınmaktadır. “
NATO, kapitalizmin en büyük silahlı gücü
Küresel BAK Yürütme Kurulu üyesi ve Devrimci Sosyalist İşçi Partisi eş sözcüsü Şenol Karataş, NATO’nun kapitalizm en büyük silahlı gücü olduğunu ve artık kurulma nedenlerinin ortadan kaldığı bir dünyada bu örgütün var olmasını hiç bir mantıklı açıklamasının olmadığı belirtti. İncirlik üssü hakkındaki bilgileri bile ABD’deki bir sivil toplum örgüttünden öğrendiklerini ve Türkiye’de sadece İncirlik’te 60-90 arasında nükleer silah olduğu sözlerine ekledi.
NATO’nun yaramaz çocuğu İsrail
Gazeteci-yazar Mete Çubukçu ise, Ortadoğu’daki son gelişmeleri ve bölgedeki ülkelerin her türlü silah çoğaltımına gitmesinin nedenlerini şu sözlerle ifade etti: “Öncelikle Patriot meselesi ile başlamak lazım. Adana ve Kahraman Maraş’a patriot yerleştirilmesinin nedeni; Suriye’ye tehdit vermek ve Türkiye’nin bölgede yalnız olmadığını hissetmemektir. NATO’nun nükleer silahları bölge entegre etme dışında, bu bölgede bu silahlar sahip iki ülke var. Bunlar; İran ve İsrail. İran’ı büyük bir tehdit olarak algılayan NATO ve ABD malesef İsrail’in bir tehdit unsuru olarak görmüyor. İsrail, NATO’nun yaramaz çocuğu gibi davranıyor.
Ortadoğu’daki silahlanma hakkında verilere değinen Çubukçu şunları ekledi: “Nükleer silahların dışında Ortadoğu’daki birçok ülke 2020’ye 20 milyar dolarlık konvensiyol silahlar satın almışlardır. Ortadoğu, silah üreten şirketler için tam bir alıcı bölgedir. Bu üzerinde durulması gereken ciddi bir konudur.”
Nükleersiz Bir Ortadoğu
Toplantının son gündemi olan “Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Ortadoğu Mümkün mü? Bizim Rolümüz ne?” başlıklı gündemde Mısır’dan Ahmed Sa’da, Bahreyn’den Nasser Burdestani, İsrail’den Sharon Dolev, Türkiye’den ICAN Türkiye Koordinatörü Arife Köse ve Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Ümit Şahin konuştu.
Mısır’dan IPPNW ve ICAN Mısır Adına katılan Ahmed Sa’da, Mısır’da yaşanan devrim sürecinin büyük bir değişim dalgası yarattığını ve bunun kendilerine büyük olanaklar sağladığını anlattı. Devrim dalgasıyla birlikte insanların farklı ve yeni fikirlere daha açık hale geldiğinden söz etti.
Bahreyn ICAN adına katılan Nasser Burdestani ise Bahreyn ve körfez bölgesinde nükleer silahların yasaklanması için yaptıkları çalışmalardan söz etti.
İsrail Silahsızlanma Hareketi adına konuşan Sharon Dolev ise nükleer silahlardan ve kitle imha silahlarından arındırılmış ortadoğu projesinin tarihini anlattı. Projenin aslında 70’li yıllarda İran ve Mısır’ın girişimiyle başladığını, ancak geçen yıl yeni bir ivme kazandığını söyledi. Dolev, “Geçen sene Aralık ayında bir konferans toplanacaktı ancak İsrail’in henüz hazır olmadığı gerekçesiyle yapılamadı. Bu konferans mutlaka toplanmalı ve başarılı bir şekilde sonuçlanmalı, diğer ülkeler de bunun gerçekleşmesi için elinden geleni yapmalıdır” dedi.
Ümit Şahin ise nükleer silahlanma ve nükleer enerji arasındaki bağlantıyı anlattı.
ICAN Türkiye Koordinatörü Arife Köse ise “Bir gün Ortadoğu’daki bu ülkelerden bu diktatörlerin gitmesi nasıl bir zamanlar bi rüya gibi görünüp şimdi gerçek olduysa, nükleer silahlardan ve kitle imha silahlarından arındırılmış Ortadoğu’da rüya gibi görünse de aslında gerçek olmaya çok yakın. Bizim yapmamız gereken ise bu konuyu sadece devletlerarasında bir konu olmaktan çıkarıp kamuoyunun görüşünün ve baskısının yansımasını sağlamaktır. Bu süreç, nükleer silahların tüm dünyada yasaklanmasında çok önemli bir adım olacaktır” dedi.
4 Şubat 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Yedinci Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin yedinci kitap/filmi TOZA SOR’u (John Fante/Robert Towne)bize Esra AKBALIK, Özlem TATLICAN ve Kamer EĞİLMEZ tanıttı ve tartışmaya açtı.
Kitap, 1930’ların Amerika’sında, farklı coğrafyalardan ve ülke içinden yaşanan göçlerle bir kimlik yaratmaya çalışan bir ülkedeki var olma mücadelesini anlatmaktadır. Meksikalılar, Filipinliler, Yahudiler, İtalyanlar… Hem mağduru hem de kimi zaman uygulayıcısı olunan ırkçılık,(s:42 ‘Yağlı bir Meksikalı olduğunu ve hep öyle kalacağını cümle aleme duyurmak zorunda mısın Camila? /s:44 Ah Camila Kolarado’da küçük bir çocukken onlar beni yağlı İtalyan diye çağırıp benim seni yaraladığım gibi beni yaralamışlardı. Eski bir yara titreşti yaptığımdan utanıyorum.) dışlanma ve önyargının en sert haliyle yaşandığı bu yıllarda, Arturo Bandini de, hep dışlandığı ve hor görüldüğü çocukluğunu geride bırakıp zengin ve Amerikalı bir yazar olma hayalleriyle Los Angeles’tadır.
Kolombiya Birahanesi’nde garson olarak çalışan Meksikalı Camilla Lopez ile girdiği karşılıksız aşk, karşılıklı sevgi-nefret ilişkisi ekseninde umudu, tutunmayı ve kaybolmayı işler. Bu anlamıyla başkarakterler bencillik yaşam karşısındaki gelgitleriyle bugünkü Amerikan toplumunu oldukça iyi yansıtmaktadırlar.
Romanın geçtiği yıllardaki Los Angeles da, en gerçekçi haliyle, romanın başkarakterlerinden biridir. Alta Loma Oteli’nin lobisinden, köşedeki manava, striptiz kulübünden sokaklara kadar; Amerikan Rüyası’nın yığınları nasıl yağmaladığını ve bu hayatların Mojave Çölü’nün tozuna nasıl karıştığını anlatır.
Dönemin ırkçı, milliyetçi ve ayrımcı gerçeği, olduğu gibi gösterilir romanda. Bazen Bandini’nin bazen sokaktaki polisten, bazen de otel sahibesinden ‘s:47 Bu otele Meksikalıları ve Yahudileri kabul etmiyoruz’ yansıtılarak. Tüm bu sert ve acımasız atmosferde, ‘bol endişe ve bol portakal içindeki’ Bandini’yi parlatan şey ise en basit haliyle vicdan-iyilik ve hayallerdir. Kendi gerçekliğinin farkında ve en uç hayallerden en acımasız eleştirilere kadar dürüsttür kendine Bandini. İyisi ve kötüsüyle kendinin farkındadır ve yazarak hayatta kalmayı tercih etmiştir. Bu sebeple de Fante’nin dilinin milliyetçi, ırkçı değil gerçekçi ve döneme dair olduğunu düşünüyoruz.
Kitabı özetleyen paragraf ise s: 42 … Amerikalı olduğum için şükürler olsun.
Toza Sor, 2006 yılında Amerikalı senaryo yazarı ve yönetmen Robert Towne tarafından sinemaya uyarlanmış. Hollywood’un önemli senaryo doktorlarından ve pek çok filme imza atmış olan Towne’nin kitabı farklı bir yorum ve bakış açısıyla aktardığı söylenebilir. Film karakter, zaman ve mekânlara bağlı kalmış. Gerçi kitabın yarattığı harika bir o kadar da gerçek Los Angeles atmosferi görüntüye aktarılırken kitaptaki kadar büyülü geçememiş ama filmin de California’ya has egzotik bir havası var. Büyük Buhran olarak geçen “Great Depression” günlerinin yaşandığı Los Angeles’ta bin dokuz yüz otuzlu yıllarda geçen kitap gibi filmde aynı yıllarda geçiyor. (1933)
Kitapta ve filmde sıkça vurgulanan Amerikan kimliği ve Amerikalı olmak hevesi o dönem göçmenlerin ‘Amerikalı’ olabilmek için soyadlarını değiştirmeleri sık başvurulan bir yöntem. Rus kökenli olan yönetmenimiz de (Robert Bertram Schwartz) sonradan soyadını ‘Towne’ olarak değiştirmiştir. Belki de kendinden bir şeyler gördüğü için Towne kitabı çok beğenmiş ve Fante’nin romanında anlattığı dünyanın tamamen içine girebilmiş ve filmi çekmiştir. Ortaya çıkan film “Toza sor” birçok farklı eleştiri ve yorum almış.
Filmin iki müzisyeni var: Heitor Pereira 1960 doğumlu Brezilyalı bir gitarist müzisyen. Filmin diğer müzisyeni RAMİN DJAWADİ 1974 Almanya doğumlu ve İranlı bir aileden geliyor.
Sonuçta John Fante’nin yazdığı, Robert Towne’un uyarlamasını ve yönetmenliği yaptığı Toza Sor etkileyici, sahici ve yalındı. Arturo’nun Camilla’ya yenilip onun kendisinin gerçek aşkı olduğunu kabul etmesine dair aşağıdaki kısa tirad ı dönüp dönüp okuyacağımız kesin.
“Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran, beyaz gerdanında ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilla ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal…”
18 Şubat 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Sekizinci Kitap – İstanbul
Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin sekizinci kitap/filmi Venedik’te Ölüm’ü (Thomas Mann 1912/ Luchino Viconti 1971)bize Yalçın Akyıldız ve Burcu Aktaş tanıttı ve tartışmaya açtı. Takıntılı aşk, elde edeme duygusu, sanatçı duyarlılıkları ve bunalımları, örtülü cinsellikler, çökmekte olan aristokrasi ve burjuvazi alışkanlıkları, hastalık ve ölüm temaları yazarın hayatı boyunca etrafında dönüp durduğu temalar olduğundan Venedik’te Ölüm’de de bu temalarla karşılaştık. Alman yazarın zaman içinde değişiklik gösteren siyasi ve toplumsal görüşleri yazarlığını şekillendiriyor; kendinde olmayana sahip olma arzusu, sanatçının çektiği acılar, çökmekte olan bir toplum ve gelenekler, hastalık ve ölüm, kendi hayatından yansıyan otobiyografik özellikler, bir türlü dışa vuramadığı homoseksüelliği nedeniyle yaşadığı bunalımlar gibi özellikler de okuduğumuz eserde dikkatimizi çekti.
Thomas Mann (ve Luchino Visconti), 1.Dünya Savaşı arifesinde yazdığı bu romanda bize bir yazarın/bestecinin trajedisini anlatmaktadır. Anlatılan aslında savaş öncesi dönemde Almanya’da milli burjuva ahlakının çöküşüdür.
Bu trajedi, bireyin önce ruhsal sonra anatomik bütünlüğünü bozucu bir şiddete dönüşerek yazarın dengesini, huzurunu, sükûnetini bozan, içsel barışını alt üst eden bir savaş alanı yaratıyor. Kitap ve film boyunca okunan/ izlenen de bir aydının içsel savaşına yenilerek ölümle sonuçlanan trajik yaşamı oluyor.
Eser, turist gelmez, para kazanılmaz kaygısı/hırsıyla belediye ve güvenlik kuvvetlerince salgın bilgisinin saklandığı Venedik’de geçmektedir.
Venedik’te yaşlı bir adamın bir erkek çocuğuna aşkı ahlâkî yargılamaya girilmeden anlatılmaktadır. Bu durum mitolojik göndermelerle, tanrısal motiflerle destekmişti. Eser boyunca yaşamla ölüm, sevmekle sevmemek, durmakla hareket etmek çatışmalarında bireyin ikilemlerini görürüz. Bu amansız iç savaş başkahramanın güzelliğe teslim olup yenilmesiyle sona erer.
Metin, burjuva sanatın ve sanatçısının sorumluluk alanlarını çizerken, güzellik tutkusunun, burjuva ahlakına göre olanaksız bir aşk hikâyesinin bireyi soktuğu çıkmazları anlatır. Bir yanda sanata dair fikirler, ahlâkî yargıları, statüsünü koruma içgüdüsü dururken, diğer yanda tutkular, arzular, aşk vardır.
Başkahramanın zihninde ve bedeninde süregiden savaş, mantığın çöküşünü de beraberinde getirecek, yazarın o güne kadar inandıklarının, mantığı saf dışı bırakan güzellik tutkusu yüzünden silinmesine neden olacaktır. Gemi yolculuğunda tiksinti ile anlattığı kendini genç göstermeye çalışan adamın durumu, otele gelen çalgıcıların solisti gibi karakterler, hikâyedeki olduğu gibi görünmeyenlerin, başka birine dönüşmek isteyenlerin düştüğü durumu anlattı bize. Bazı Atölye katılımcıları, eser boyunca yazarın, olduğundan farklı görünenleri, çirkin, yanlış göstererek başka yaşam biçimini seçenleri üstü örtük olarak eleştiren bir yaklaşımını sezinlediklerini dile getirdiler.
Ötekileştirmenin en belirgin biçimi olarak yazarda Almanya, Polonya, Rusya gibi slav ırklarını (büyük dünya dilleri) yücelten, İtalyan, İngiliz, Amerikan halklarını aşağılayan üstün Alman bakış açısı ve üslubu Atölyemizce eleştirildi. Ayrıca yazarın erkeksi, militarist simgeleri, betimlemeleri kullanması dikkatimizi çekti ve bunun ilk gençlik yıllarındaki milliyetçi damarının etkisi olduğunu konuştuk. “Bu tip, kılıç ve mızraklarla vücudu delik deşik olurken, gururlu bir utançla dişlerini sıkarak kımıldamadan ayakta duran, aydın ve delikanlılığını aşamamış bir erkekliğin verimidir.”
Sevenin de sevilenin de birbirine zarar vermeden tutkularını yaşamalarını barışçıl bulduk. Saflığı, güzelliği barışçıl insan üzerinden anlatmasını beğendik. Yazarın üst bakışını eleştirsek de burjuva şiddetine yer vermemesini önemsedik. Bütün eleştirilen noktalarına, çekincelerimize karşın, eserin genel olarak barışçıl bir dille yazılıp filme çekildiği konusunda genel bir kanıya vardık.
26 Şubat 2013 – “Diyalog Sürecine ve Barış Adımlarına Tam Destek” Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
26 Şubat’ta Küresel BAK yürütme kurulu adına Yıldız Önen çözüm sürecine destek veriyoruz yazılı basın açıklaması yaptı. Önen Barışın sesini yükseltme çağrısı yaptı.
4 Mart 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Dokuzuncu Kitap – İstanbul
’Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin dokuzuncu kitap/filmi -Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad (1902), Apocalypse Now, Francis Ford Coppola (1979)- bize Özlem Tatlıcan, Faruk Sevim, Esra Akbalık tanıttı ve tartışmaya açtı. Karanlığın Yüreği’nin yazarı Joseph Conrad, kitabını 1902 de yayınladı. Kitap yayınlamadan önce denizcilik yapan yazar, 1890′da Belçika sömürgesi olan Kongo’da bir buharlı geminin kaptanlığını yapmış ve yolculuğu sırasında karşılaştığı zulüm manzaralarına dayanamayıp kısa bir süre sonra bu işi bırakmış. Karanlığın Yüreği, Conrad’ın bu çalışmaları sıralarda yaşayıp gördüklerinin izini taşıyordu. Kitap dünyanın ve tarihin olduğu kadar insanın kendi karanlığına da eğiliyordu. Sömürgeciliği analitik ve etik açıdan ele alıyordu.
Kitap kahramanı, heyecan ve para için bir şirketin gemi kaptanı olarak başladığı yolculukta, bölgede en fazla fildişini toplayan, bir dahi kabul edilen, ancak hastalanan Avrupalı taciri bulup İngiltere’ye geri götürmekle görevlendirilir. Kongo ile bütünleşmiş olan tacir geri dönmek istememektedir. Çünkü o sömürgeciliğin bir neferi olarak gittiği Afrika’da kendi yetiştiği toplumun bir aynası olarak, aydın bir toplumun meyvesi olarak, emperyalizmin sahtekâr sloganlarına kanarak, ‘ışık götürmek’ gibi yüce bir görevle gittiği Afrika’nın karanlığında ruhsal olarak iflas etmiş ve içindeki karanlık ortaya çıkmıştı. Bu karakter bize Avrupalı burjuva sınıfının emperyalizmle birlikte manevi olarak çöküşünü yansıtıyordu. Emperyalizmin yozlaşmasını, bu tacirin hasta bedeninde somutlaşıyordu.
Yazarın kitapta hacılar olarak bahsettiği karakterler ise fildişi toplamak için Avrupa’dan gelen kâşifler, misyonerlerdi. Bu hacılar imgesiyle, Avrupa’da emperyalizmin bir din kadar kutsallaştığına dair vurucu bir göndermenin yapıldığını konuştuk.
Kenya kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta emperyalizmi şöyle tanımlamıştı; “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.”
Yazarın yerlileri vahşi, yamyam, yaratık ve hayvani özelliklerle anlatmasının ırkçılık sayılıp sayılmayacağını konuştuk. Acaba yazar Afrikalıyı bir insan unsuru olarak görülmüyor muydu? Yerli betimlemeleri, ırkçı söylemlerden çok o yıllarda Afrika’ya gitmiş Avrupalı’nın iç sesi ve bu iç sesin dışa vurumu olarak değerlendirdik. Bu yazarın, kitabın başlangıçtaki söylemiydi. Dünyanın kararlığına doğru yolculuk ederken aynı zamanda yüreğinin de karanlığına doğru yola çıkmıştı. Kitabın sonunda yazarın serüvenini, yolculuktaki dönüşümünü gözlerken dilinin de değiştiğini gördük. ‘Afrikalı arkadaşlar’ olmuştu.
Yerli halk için kullandığı betimlemeler üzerinde de durduk. “Yavaş, yavaş ölmekteydiler, apaçıktı bu. Düşman değildiler, hükümlü değildiler, dünyayla ilgili hiç bir şey değildiler artık hastalığın ve açlığın kara gölgelerinden başka bir şey değildiler.”,”Boynuna bir parça beyaz yün kumaş bağlamış yerli. Deniz aşırı yerlerden gelme bu kumaş çok çarpıcı duruyordu kara boynunda. Bu beyaz yün parçasının beyaz adamın yerliye verebileceği tek şey.”
Mürettebattaki yerlilerin aç oldukları halde beyazları yemediklerine tanık olur.”Yakala onu dedi birden… Yakala onu. Bize ver. Size ha diye sordum. Ne yapacaksınız onları? yiyeceğiz dedi… Onun ve arkadaşlarının çok aç olduklarını düşünmeseydim, dehşete düşebilirdim… tüm kemirgen açlık şeytanlarının adına, niçin bize saldırıp, biz beş kişiydik, onlar otuz, iyice karınlarını doyurmadıklarına hala şaşarım… ama onları engelleyen bir şeyin, olanak hesaplarını alt üst eden o insan gizlerinden birinin burada da etkisini gösterdiğini anladım… Kısa bir süre sonra beni yiyebileceklerini düşündüğümden değil; ama birden, onlara yeni bir ışık altında bakıyormuşum gibi…hiç bir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme var olamaz…”
İnsan olmaktan çıkıp dehşetle yüz yüze gelmek insanı dönüştürüyordu. Karanlığın yüreğindeki ince çizgide yürümek, iyilikle kötülüğün iç içe geçtiği, duyguların bilinen anlamlarını yitirdiği bir karabasanı anlatmaktaydı. ‘Bu ne dehşet!?’ diyordu hem yaşayan, hem yazan hem de okuyan.
Eserin yönetmen Coppola tarafından Kıyamet’e dönüştürülmesinin ardında da bu vardı; gördüğü dehşet, şiddet, savaş karşısında insanoğlunun değişim/dönüşüm süreçleri. Olayları 19.yüzyıl sömürge alanı Afrika’dan alıp 20.yüzyıl sömürgecilik alanına, Vietnam Savaşı dönemine, Batılı düşüncenin sömürgeci tavrının bir başka coğrafyasına getirmişti. Film, yönetmenin elinde sinema tarihinde savaş karşıtı olarak bilinen en görkemli filmlerden birine dönüşmüştü. Yönetmen, savaşın insan ruhunu paramparça eden doğasını gösterip, dehşeti tüm acımasızlığıyla yaşatan deneyimler olarak açığa çıkartmıştı.
Tehlikeyi ortadan kaldırmak üzere yola çıkanların, asıl tehlikenin kendisi gibiler olduklarını fark etmemeleri, böylece savaşı pohpohlayan bir zihniyetin temsilcisi olmalarını görürüzhem kitapta hem de filmde.
Kitapta, sömürgecilik için kullanılan geçen yüzyılın fildişi motivasyonu, 20 ve 21. yüyılda yerini “özgürleştirme’ eğilimine dönüştürdüğünü görüyoruz. Sömürgeci zihniyetin pervasızlığının yansımaları, biçim değiştirerek devam ediyor. Bölge için iyi bir şey yapıyor olduğunu düşünen Batılılar, aslında yokedici kimliğine sahip olduklarını ve yöredeki insanları yok etmeye yönelik bir eylem planını uyguladıklarını görmemezlikten geliyorlar. Halen devam eden ve dünyayı gizli sömürgelerle donatan bu yaklaşım, kendi kendini mahvedecek dehşete, karanlığın yüreğine doğru yolculuğuna devam ediyor.
O yolculuk, insanlığı korkunç noktalara getirdiğini konuştuk. “Hiçbir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme varolamaz, hurafelere, inançlara, ilke diyebileceğimiz şeylere gelince de, bunlar rüzgârın savurduğu saman çöplerinden farksızdırlar. Ağır ağır öldüren açlığın şeytanlığını, bıktırıcı acısını, kara düşüncelerini, karanlık ve suratsız yabanıllığını Bilir misiniz?… Yokluğa, onursuzluğa, ruhsuzluğa dayanmak, bu uzayan açlığa dayanmaktan daha kolaydır. Üzüntü verici bir şey bu ama GERÇEK?”
Atölye’de kitapta kadınların betimlenmelerine, neleri simgelediklerine de değindik. Kadın ötekiydi. “Tuhaftır, kadınların gerçeklere böylesine yabancı olmaları. Kendi dünyalarında yaşarlar. Böyle bir dünya da hiçbir zaman olmamıştır, olamaz. Fazla güzel bir dünya onlarınki; gerçekten kuracak olsalar da, ilk günbatımından önce paramparça olurdu. Biz erkeklerin, dünyanın kuruluşundan beri iç içe yaşadığımız herhangi bir Allah’ın cezası gerçek, kalkıp yıkıverirdi dünyalarını?”, “Onlar-kadınlar yani- hep dışındadırlar-dışında olmalıdırlar. Onlara kendi güzel dünyalarında kalmaları için yardımcı olmalıyız, yoksa bizim dünyamız daha da kötüleşir.”
Yapıt Avrupa sömürgeciliğinin uygarlık maskesi altındaki korkunç yüzü, yirminci yüzyılın insanının ahlak yönünden çöküşü gibi değişik anlamlarda da okunabiliyordu
Kitapta, yaşananları görmezlikten gelerek yaşamlarını sürdürenlere de vurgular vardı. “Anlayamazsınız. Nasıl anlarsınız- ayağınızın altında sağlam kaldırım, çevrenizde sizi alkışlamaya, üstünüze düşmeye hazır iyi yürekli komşular, polisle kasabın arasında kibar adımlar atıp rezaletten, darağacından ve tımarhaneden korkarak yaşıyorsunuz…”
Kişinin yapacakları da vardı. “Yaşamdan tek umulacak şey, insanın biraz kendini öğrenmesi o da geç gelir hep ve sönmek bilmeyen bir yoğun pişmanlık. Ölümle dövüştüm ben. Düşünebileceğiniz en can sıkıcı karşılaşmadır bu. Elle tutulmaz bir pusun içinde yer alır, ayağının altında bir şey yoktur… Bilgiçliğin son aşaması buysa eğer, yaşam sandığımızdan da gizemli bir bilmece demek? Son sözü söyleme fırsatının geldiği ana varmama kıl payı kalmıştı, büyük bir olasılıkla da söylenecek hiçbir şeyim olmayacağını utanarak gördüm. Kurtz’un olağanüstü bir adam olduğunu bu yüzden doğruluyorum. Söyleyecek bir sözü vardı. Söyledi!?”
Avrupa uygarlığı, Fransız devrimiyle birlikte, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ilerici kavramlarla, hem Avrupa’yı, hem dünyada aydınlanma hareketini başlattı. Bütün dünya Avrupa uygarlığını ulaşılması gereken hedef olarak gördü. Avrupa, Fransız devriminin etkisinde eşitlik, kardeşlik, özgürlük kavramlarının savunucusu olduysa da daha sonraki yıllarda bu devrimci özelliğini yitirerek barışçı tutumunu bırakıp saldırgan bir politika izledi. Sömürdüğü ülkelerin özgürlüğünü, eşitliğini, kardeşliğini unuttu.
Mandela, 1994 seçimlerinin ertesinde halkına hitaben yaptığı konuşmasında,’Affet, ancak unutma’ demişti.
Karanlığın Yüreği, insan eli değmemiş Kongo’da mı daha hızlı çarpar, sömürgeciliğin tohumlarının yeşerdiği Avrupa’nın derinliklerinde mi?
18 Mart 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onuncu Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin onuncu kitap/film olan Tiffany’de Kahvaltı’yı Erman Ata Uncu (Truman Capote, basım yılı 1958)ve Evren Ergeç (yönetmen Blake Edwards çekim yılı 1961)tanıttı ve tartışmaya açtı. Kitapta anlatılan hikâye 1943-1944 yıllarında, bütün dünyayı olduğu gibi ABD’yi de etkisi altına alan II. Dünya Savaşı yıllarında geçmektedir. Roman kahramanı Holly Golightly, Teksas’ın küçük bir kasabasında yaşadığı kötü çocukluktan, on dört yaş gibi küçük bir yaşta, dört çocuklu dul veterinerle evlenerek, bir diğer deyişle kardeşi Fred ile sığınarak, kurtulmuştur. Ancak Amerika’nın küçük bir kasabasının sınırlı ufku kahramana dar gelir ve her şeyi geride bırakarak New York’a kaçar. Fred ise, bugüne kadar süregelen bir yazgıyla, yoksulluktan kurtulmak, kendisine sunulmayan eğitim, iş ve gelecek umudunu yeşertmek ve kahraman olmak için askere yazılarak savaşa katılır.
“Fred asker. Fakat hiçbir zaman bir heykeli olacağını sanmıyorum. Olabilir de. Ne kadar aptal olursan o kadar cesur olursun derler. Fred oldukça aptaldır.
Her şeyin paraya tahvil edilebileceği bu düzen çarkının içinde, şüphesiz kahramanın da yazgısı farklı olmayacaktır. Güzelliğini, gençliğini, çekiciliğini, ilginçliğini, şakacılığını erkeklere karşı kullanarak hayatını sürdürmeye başlar. Ana hedefini yüksek sosyetenin içine kapağı atma olarak belirler. Özgürlüğüne müdahale edilmesine izin vermemekle birlikte kurnazca numaralarıyla hedefine ulaşmak için mücadele eder.
Kapitalist düzen içinde sıkışıp kalan bu genç kızın, büyük kuyumcu dükkânı Tiffany’ye olan tutkusundan anladığımız ışıltılı dünya özlemini, kendisini pazarlayarak giderme çabasında olduğunu okuruz/izleriz. Kahraman yazıldığı ve filme çevrildiği yıllarda roman ve filmde anlatılan bir anti-kahramandır. Ancak o yıllardan bu yana 60 yıl geçtikten ve sayısız örneğini gördükten/görmeye devam ettikten sonra artık bizim için sıradan bir kişi haline gelir. Her şeyin alınıp satıldığı, piyasasının oluştuğu, fiyatının belirlendiği bu ‘mükemmel!’“Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” düzeninde, güzelliğin, gençliğin pazarlanması da artık sıradanlaşmıştır.
Kafese koyulamayacak kadar hırçınlığı, acımasız kuralları olan düzen karşısında onu bir çocuk kadar korumasız kılmaktadır. Özgürlüğünü hiçbir şeye değişmeyeceği, hiçbir erkeğin onu karar verdiği yoldan saptıramayacağını söylese de, o göz kamaştırıcı dünyaya girmek, onun bir üyesi olmak için elinden geleni yapar. O bir ‘Amerikan geyşası’dır artık. Amerikan rüyasının peşinde koşan milyonlarca örnekten biridir.
Yazar bize savaş döneminin acımasızlığında Amerikan toplumunun kaçış yollarını, hayata bakışlarındaki belirsizlikleri, kişiler üzerinden anlatmaktadır. Kahramanın dramı, bir toplumun değişim/dönüşüm arayışının da ipuçlarıyla doludur. Hayatı tersten okumak isteyen ve bu nedenle marjinalleştirilen bir karakterin dünyasındaki dalgalanmalar Amerikan toplumunun sarsılmasının göstergeleridir.
Yazarın kolay okunan, hafif hikâyesinin altına bir sürü katmanı sezinledik. Yazarın dilinden Amerikan toplumunun ayrımcılığını, ötekileştirdiklerini görürüz; cinsel tercihlere bakışını gösteren temizlik hastası lezbiyenler, Amerika’nın, siyahilerden arınmış steril toplum anlayış tercihini ele veren partiler, ev toplantıları, karikatürize edilen komşular, kitapta İtalyan Madam Spanella/filmde Japon fotoğrafçı.
“Bir oda arkadaşı arıyorum. O kadar düzensizim ki, bir hizmetçi tutmaya da gücüm yetmiyor. Lezbiyenler gerçekten de çok iyi ev hanımı olurlar, bütün işleri yapmaya bayılırlar.” “Zenciler ve çocuklar kimin ilgisini çeker ki?” “Sakın bir yabaniyi sevmeyin… Kalbini yabaniye vermemelisin… Kendini yabanıl bir şeye kaptırırsan sonunda gökyüzüne bakakalırsın.”
Ayrımcı değinmelere karşın Atölye’de kitabı genel olarak barışçıl bulduk. “Neymiş sanki vatan dediğin rahat ettiğin yerdir” ve benzer saptamalar barışçıl esintiler hissettirdi. Barış ve baharın dünyanın dört bucağında kalıcı olması umudumuzu tazeledik.
18 Mart 2013 – Yazılı Basın Açıklaması Metni– İstanbul
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Şengül Çifci, Newroz kutlamaları öncesi yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “2013 yılının barışın kazanacağı ve Kürt sorununun barışçı çözümü için kalıcı adımların atılacağı bir yıl olması için, “Şimdi barış zamanı” diyenler seslerini yükseltmeli, barıştan vazgeçmeyeceğimizi göstermeliyiz” dedi.
22 Mart 2013 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Faruk Sevim 21 Mart’ta Newroz’da milyonlarca Kürd’ün barış talebi ile alanları doldurmaları üzerine yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada çözüm sürecine desteğin altı çizildi.
27-29 Mart 2013 – Dünya Sosyal Forumu – Tunus
27-28-29 Mart’ta Tunus’ta Dünya Sosyal Forumu gerçekleşti. Arap devrimleri, İklim değişikliği, Kadınların özgürlüğü, Barış hareketi, Sendikal örgütlenme gibibaşlıklar altında yüzlerce toplantı oldu. Her gün üç ayrı saat diliminde aynı anda 100’den fazla toplantı yapıldı. Hem DSF alanında hem merkezde tiyatrolar, konserler, sergiler ama en çok gösteriler gerçekleşti.
Tunus’un başkenti Tunus şehrinde El- Manar Üniversitesi kampüsünde yapılan DSF’na dünyanın her tarafından binlerce aktivist katıldı. Kampüs çok büyük 6 bölüme ayrılmış, bir bölümden öbürüne geçmek bazen 10 dakika alıyor. Ama giriş çıkışlarda problem yaşanmadan bu kadar toplantı başarıldı.
İlk kez DSF ana çoğunluğunu Araplar oluşturdu. Binlerce Arap aktivisti dünya deneyimlerini dinlemeye hem de kendi deneyimlerini anlatmaya çalıştılar. Arapça, Fransızca ve İngilizce dillerinde çeviriler başarılı bir şekilde bazen ardıl, bazen simultane yapıldı. Yüzlerce Tunus’lu aktivist yardımcı olmak için çırıpındı.
Tunus’taki devrim havası DSF’na da yansıdı. Daha önce Caracas’ta Latin Amerika için hisettiklerimi burada yeniden yaşadım. Devrim değiştiriyor…Her yerde kadın, erkek, yaşlı, genç binlerce Arap aktivisti bir şeyler anlatıyor, şarkılar söylüyor, dans ediyor, slogan atıyor. Her yerde en önde kadınlar var. Çeşit çeşit örtüler ile başlarını bağlayanlar, saçı açık kadınlar omuz omuza yaşadıkları büyük deneyimi anlatıyorlar, taleplerini haykırıyorlar. Gün boyunca mahkûmların serbest bırakılması için, daha iyi iş koşulları için, demokrasinin genişletilmesi için onlarca gösteri oluyor.
Filistin Arapların en önemli problemi olmaya devam ediyor. Filistin mücadelesi için büyük bir alan ayrılmış. Burada toplantılar, gösteriler, sergiler sürekli vardı. DSF’ye katılanların nerdeyse yarısında ya Filistin bayrağı veya tişörtü veya eşarbı vardı. Her konuşan devrimlerin Filistin sorununu çözmede yardımcı olmasını umut ediyordu. İHH’nin Mavi Marmara toplantısı ilgi gördü, pek çok Tunuslu konu hakkında oldukça bilgiye sahiptiler, dava devam edecek değil mi diye soruyorlardı.
Türkiye ilişkin Kürtlerin durumu da bize en çok sorulan soruydu. Barış görüşmelerinin başlaması herkesi heyecanlandırmış. Hem DSF, hem merkezde, çarşıda, pek çok Tunuslu Türkiye hakkında bayağı bilgi sahibil. Kardeş deyip duruyorlar.
30 Mart’ta önce DSF sosyal hareketler meclisinin kararları alınacak, sonra Filistinlilerin toprak günü için yürüyüş düzenlenecek.
Böylece bir DSF daha binlerce aktivisti biraraya getirme görevini yerine getirdi. Belli ki antikapitalist hareket hala devam ediyor.
Binlerce aktiviste beraber mücadele etme çoşkusunu aşılıyor.
29 Mart 2013 – Dünya Sosyal Forumu Sosyal Hareketler Meclisi Raporu
DSF’nin son toplantısında büyük anfi tümüyle doldu. Anfinin araları, giriş kapısı DSF Meclis toplantısına katılan yülerce insanla, her yerde sallanan bayraklarla, duvarlara asılan afiş ve pankartlarla Tunus devriminin coşkusunu yansıttı.
Hiç durmadan slogan atıldı. ”Biz antikapitalistiz!”, ”Halk borçların ödenmesini istemiyor”, ”Başka bir dünya mümkün”, ”Yaşasın Tunus devrimi!” sloganları, uluslararası sloganlarla birleşti. Her konuşma alkışlarla, sloganlarla kesildi.
Özellikle açılış konuşmasını yapan Tunuslu aktivistin konuşması salondaki coşkuyu daha da yükseltti: ”Tunus devrimi adına size hoşgeldiniz diyorum. Son iki yıldır Tunus’taki herkes mücadele ediyor. İki yıl önce devrim arap ülkelerini ve dünyayı sarstı. Devrimimiz sırasında, mücadelmizin her evresinde şehit düşenleri saygıyla anıyoruz. Bu mücadele sayesinde devrim her yere yayıldı. Ama biliyoruz ki kapitalizm var oldukça işimiz bitmeyecek. Devrimler tüm dünyaya yayılmalı. Diktatörlük yıkıldı ama biz devrimciler pes etmedik. Biz, mücadeleciyiz.
Mübarek ve Binali rejimleri artık yok, biliyoruz ki sırada diğer diktatörlükler var, hepsi yıkılacak. Bilşyoruz ki, devrimin önündeki gerçek duvar, kapitalist sistemdir. İşte onu yıkmamız gerekiyor. Mücadele devam etmeli, halkların mücadelesi devam etmeli.
Diktatörlüklerin borçlarını ödemiyeceğiz. Kapitalist sistemin borçlarını ödemiyeceğiz. Halk, borçların ödenmesini istemiyor.
Tüm dünya sosyal hareketleri, burada biraraya gelen hepimiz kapitalist sisteme karşı mücadele etmeliyiz. Yunanistan’da, İspanya’da, her yerde dayanışmalıyız. Pes etmek yok!
Sosyal hareketlerin meclisi tüm sosyal hareketleri kapsayan bir meclis…Tüm dünya halkları, meclisinize hoş geldiniz!
Tunus devrimi yeni, daha güzel bir dünyaya yol açtı. Devrim her yere yayılıyor. Tunus devrimi Ocak 2011de başladı, hala devam ediyor. Tunus halkı özgür bir halktır, ne Katar ne de ABD bu halkın iradesine sahip olabilir.
Tunus devrimi, sadece bir Tunus devrimi değildir. Tunus halkı, Filistin için de mücadele ediyor: Surekli sloganlar ”Halk Filistin’inin özgürleşmesini istiyor!”
Açılış konulmasından sonra, kürsüye Dünya Kadın Yürüşü aktivisti çıktı ve şunları söyledi:
Vahşi kapitalizme karşı mücadelede Dünya Kadın Yürüyüşü olarak aktif bir odak olmaya, mücadelenin kopmaz bir parçası olmaya devam edeceğiz. Sınıf savaşında tüm sömürü biçimlerine karşı mücadele edeceğiz. Sloganımız, ‘tüm dünya kadınları ile dayanışmaya’,
‘patriyarkiye karşı mücadele ediyorum, kapitalizme karşı mücadele ediyorum!’, ’emperyalizme ve kapitalizme ölüm’, ‘Filistine özgürlük’tür.
Arkadaşlar, kadınlar, onur adına buradayız, yoldaşlarım üç gündür buradayız. Kapitalizmde onur yok, sisteme karşı mücadele etmeden onurumuzu kazanamayız. Onurlu hayat antikapitalist hareketten, feminist hareketin mücadelesiyle mümkün.
Kapitalizme karşı mücadele etmeden, patriarşiye karşı mücadele etmeden kazanamayız.
Biz kadınların mücadelesi diğer tüm demokrasi verenlerin mücadelesinin bir parçası. Sosyal adalet ve demokrasi için verilen bir mücadele.
Dünyanın her yerinde taciz, tecavüzler devam ediyor. Bunlara karşı, kapitalizme karşı erkek ve kadınlar birlikte kapitalizme mücadele etmeliyiz. Mücadele olmadan onurumuzu koruyamayız. Kadınlar adalet bulmadan kapitalizm bitmeyecek.
Kapitalist sistemde kadınlara öncelik verilmez, yoksulluk, baskı öncelikle hep kadınlara uygulanıyor. En çok ayrımcılığa kadınlar uğruyor.
DSF”de rüyamızı yaşıyoruz, bu dayanışma rüyasını gerçekleştirmeye çalışacağız.
Sloganlar= ‘Tüm dünya kadınları dayanışın’ ‘Feministiz, antikapitalistiz.’
Konuşması uzun süre alkışlanan Dünya Kadın Yürüşü aktivistinin ardından kürsüye, Katalanya’dan bir aktivist çıktı ve şu vurguları yaptı: ”Arap devrimleri dünyaya yayılıyor. Devrim devam ediyor. Devrimcilere selam olsun. Dünya sokaklarını işgal edenler adına Tunus’tan Mısır’a kadar her yerdeki devrimcileri selamlıyoruz. ‘Birleşen toplumlar asla yenilmeyecekler
Chavez için yapılan saygı duruşunun ardından Fransa Via Campasina aktivisti söz aldı ve şunları söyledi:
‘Antikapitalizm hakkında konuşmak beni öfkelendiriyor. Adaletsizlikten, büyük şirketler, bankalar asıl sorumlu. Kapitalizmde iyi bir şey yok. Küresel bir kriz var, borçlar bizim değil, biz istemedik, biz ödemeyeceğiz.
Başka bir dünya mümkün ve biz bunu dünyanın egemenlerine göstereceğiz. Kapitalist sistemden kurtulamıyacağımızı söylüyorlar. Berlin duvarının çöküşünden beri bunu söylüyorlar. Bu yüzden birbirimize, size ihtiyacımız var, enerjinize ihtiyacımız var.
Slogan ‘Başka bir dünya mümkün!’, evet hep birlikte devrim yapacağız’
Son konuşmalardan birisini iklim hareketi kampanyaları sözcüsü yaptı ve özetle şu temel sorunu vurguladı: ”İklim sorununu çözmenin yolu kapitalizmden kurtulmaktır. Büyük şirketler karlarını kaybetmemek için dünyada iklimin değişmesini engellemek istemiyorlar. Dünyayı zehirleyenler, ekolojik dengeyi darmadağın eden onlar. İklim değişikliğyle ilgili tüm toplantılarda dünyayı tüm canlı yaşamıyla uyumlu bir yer haline getirmek için küresel mücadelenin önemliolsuğunu tartıştık.’
DSF Meclis toplantısı şarkılarla, sloganlarla, konuşmalarla devam etti. İlk kez, yakın zamanda devrimin gerçekleştiği bir ülkede düzenlenen Dünya Sosyal Forumu, tam da bu yüzden devrimci coşkunun yaşandığı, başka bir dünyanın kurulması için kitlesel eylemlerin gücüne vurgunun daha yoğun yapıldığı, her zamankinden daha umutlu, daha kazanma isteğiyle doluydu.
Yarın bir dizi değerlendirme toplantısının ardından yapılacak final yürüyüşüyle, Dünya Sosyal Forumu sona erecek. Mücadele ise devam edecek.
Senol Karakas-Yildiz Onen
1 Nisan 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onbirinci Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on birinci kitap/filmi olan Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nı Ümmü Burhan (Roald Dahl basım yılı 1964)ve Emre Arda (yönetmen Tim Burton çekim yılı 2005)tanıttı ve tartışmaya açtı. Dört dönemdir süren Atölye’nin ilk çocuk kitabı incelemesi olan Charlie’nin Çikolata Fabrikası kitabı bir çocuk klasiği sayılıyor. Quentin Blake’in resimlediği kitap, yazıldığı dönem göz önüne alınırsa, çocuklara büyülü bir dünyanın kapılarını aralıyor. Özellikle fabrikanın betimlenmesi, burada yapılan araştırma ve geliştirme çalışmalarının anlatımı, büyülü bir gerçekliği, resimlerin de katkısıyla gözlerimizin önüne seriyor. Umpa-Lumpalar, çiklet makinesi, her şeyi ışınlayabilen tele çikolata, ışınlayıcı kamera, hiçbir yere bağlı olmadan havalanabilen cam asansör, çikolata ırmakları, çayırlar, şelaleler…
Bir çocuk kitabı değerlendiriyor olmanın bilinciyle yazarın okur çocuklara bir ders vermek istediğine hazırdık. Ancak bu ders, biz büyüklerin artık çok iyi bildiği, çoktan öğrendiği bir dersini, bize nasıl çocukken verilmeye başlandığını görmüş olduk.
Kitabın başında yazar bize fakir bir ailenin dramını, yaşamını betimlerken fakir ama onurlu, kalabalık ve mutlu bir aile yaşamının değerliliğini vurguluyordu. Daha sonra, fabrikayı gezme şansını yakalayan çocuklar ve onların aileleri üzerinden (oburlar, şımarıklar, ukalalar, bağımlılar…) iyi- kötü, doğru-yanlış, akıllı-aptal, uslu-yaramaz gibi değerleri tanıtıyor, kitabın sonunda da Charlie üzerinden ( hiç soru sormayan, yorum yapmayan, karşı çıkmayan, elindekiyle yetinen, şaşırmayan, sıra dışına çıkmayan) iyinin ve doğrunun kazanacağını gösteriyordu. Kiloluların, bağımlılıkları olanların, kolay elde etmeye alışmış olanların, çocuk da olsalar değersizliğini gösterip bir şekilde cezalandırılacaklarını, iyi ve güzel olan bütün özelliklere(!)sahip Charlie’nin büyük ödülü kazanacağını anlatıyordu. Adeta kutsal bir metin okuyor gibi olduk.
Çikolata fabrikasını gezdiren Bay Wonka, tam bir kapitalistti. Fabrikasında daha önce çalışmış ve bilgilerini çalıp rakiplerine götürmüş sanayi casusu çalışanlarından kurtulmak için, bir süre üretimine ara vermiş sonra da açlık sınırında yaşadıkları Pasifik Okyanusu’ndaki bir adadan getirdiği, sıra dışı, küçük, kısa boylu insanları, kakao çekirdeği karşılığında, fabrikadan dışarıya çıkmalarına izin vermeden çalıştırıyordu. Bu Umpa Lumpa’lar üzerinde deneyler yapabilecek kadar işi ileriye götürüyor ve de koşullarından çok mutlu olduklarını her fırsatta belirtiyordu. Bu betimlemeler bize Afrika’daki vatanlarından kopartılarak zorla Amerika’ya taşınan 17-18. yüzyıl, ya da ekonomik darboğaz, işsizlik nedeniyle ailelerinden, ülkelerinden kopartılarak düşük ücretle başka ülkelere çalışmaya gelen ve de ellerinden pasaportları alınarak, onlara gösterilen getto ve şantiyelerin dışına çıkmalarına izin verilmeden işe koşulan 20-21.yüzyıl kölelerini çağrıştırdılar.
Bu koşullarından çok mutlu olan Umpa Lumpa’lar işyeri sahibinin en güvendiği insanlardı. O kadar mutluydular ki, sahiplerinin sesleri olarak, hiç beklenmedik anlarda fabrikanın bir köşesinden çıkıp şarkılar söylüyorlardı. İşveren malını, mülkünü, çikolata fabrikasını, bırakabileceği birini arıyor ve kendi kriterlerine uyup uymadığını görmek için de bir yarışma düzenliyordu. Duygularına, nefislerine, alışkanlıklarına yenik düşen ‘kötü çocuklar’ bir bir yenilip oyunu kaybediyor, bir diğer deyişle işveren tarafından devre dışı bırakılıyorlardı. İşte bu ‘güvenilir ve mutlu çalışanlar, Umpa Lumpa’lar, işverenin kendine ‘varis olacak kadar güvenilir, kendi gibi düşünen kişiyi bulma yarışmasından’ elenen çocuklar ve ailelerin tutumları üzerine eleştirel, ayırımcı, hakaret içeren şarkılar söyleyip, onları toplumda deşifre ederek uzaklaştırıyorlardı. Bu şarkılarla biz büyükler de, tragedyalardaki koroların işlevini üstlenen Umpa Lumpa’lar sayesinde, ‘büyük abi’nin verdiği dersi anlıyor, kıssadan hisselerimizi çıkartıyorduk.
Filmde ise işveren, akıllı bir kapitalist olarak daha da göze çarpmakta, kar hırsı kutsanmakta ve bulduğu çözüm yolu ve bu yolda başkalarını aşağılama, kullanma, dışlama önerileri daha da olağanlaştırılmaktaydı. Firma iflasın eşiğine gelmiştir. Yeniliklere ayak uyduramayan fabrika tarihe karışmak üzeredir. Çikolata imparatorluğunun sahibi eski ününü canlandırmak, imparatorluğuna yeni bir soluk getirmek için bir plan yapar; tüm ülkeye dağıtılacak çikolata paketlerinin sadece beşine çekiliş biletleri koyar. Bu biletleri bulan çocuklar hem Çikolata Fabrikasında bir gezi yapacak hem de diledikleri kadar çikolata yiyeceklerdir. Böylece Wonka Çikolataları yeniden gündeme gelecek ve satışlar artacaktır. Çikolata imparatorluğunda düşsel bir yolculuğa çıkan çocuklar reklam yıldızı olmak isteyen, şiddete meyilli, bağımlı, obez çocuklardır.
Yazar, çocukların adlarını kişilik yapılarına uygun sözcüklerden seçerek alaycı bir anlatım yolunu benimsemişti. Mike Teevee (TV), Violet Beauregarde (violet sözcüğünün karşılığı hem menekşe rengi hem de bir çeşit kimyasal boya maddesidir)Beauregarde” (Fransızcada iyi görünümlü, güzel anlamına gelir), Augustus Gloop (Lokmaları ağzına öyle bir doldurur ki gören onun boğulduğunu sanır. Gloop İngilizcede boğulma sesini anlatan bir ünlemdir),Charlie Bucket (bucket İngilizcede para kazanmak ve işine dört elle sarılmak anlamına gelmektedir).
Yazar, televizyon bağımlılığı, lüks tutkusu, her şeye sahip olma isteği, ünlü olma arzusu, sakız çiğneme rekorunu kırma saplantısı, oburluk gibi kusurları ‘Her şeyin fazlası zararlıdır!” demekteydi. “Çocukların tutumlarından, yaptıkları ya da yapmadıkları şeylerden ana babaları sorumludur! Yanlışlar yapılabilir, önemli olan bu yanlışları yinelememek ve zamanında dönmeyi bilmektir.”
Kazanan her zaman dingin, huzurlu ve azla yetinmeyi bilen kişidir. Yoksul ailede en bol olan şey sevgidir. Birbirlerine, kendilerine, dünyaya duydukları sevgi yaşadıkları sıkıntıyı çekilir kılmaktadır. Asla açgözlülük yapmazlar, içinde oldukları durum onlara hep azla yetinmeyi öğretmiştir. Yazar adeta kutsal kitaplardaki yedi günaha gönderme yapıldığı izlenimi uyandırıyordu.
Kitap, fantastik unsurlarla eğlencenin iç içe geçtiği bir kara mizah örneği, bir çocuk klasiği olmakla birlikte, oldukça zalim, acımasız yetişkinlerin olduğu, yoksulluk, açlık ve acının ve bunlara yol açan nedenlerin yüceltildiği, içerik ve diliyle Atölyemiz açısından barışçıl olmayan bir metin olarak değerlendirildi.
4 Nisan 2013 – Çözüme Evet Koalisyonu Kuruluş Basın Toplantısına Çağrı – İstanbul
Çözüme Evet Koalisyonu 6 Nisan’da yapılacak kuruluş basın toplantısına yazılı bir basın açıklaması ile çağrı yaptı. Çağrıda “Kürt sorunu konusunda tarihi adımlar atılıyor. Bizler çözüm için atılan adımları desteklemek ve çözüme engel olmak isteyenlere, “Hayır, bizler bu topraklarda yaşayan milyonlarca insan, çözümden yanayız” diyebilmek için yola koyuluyoruz” dendi.
6 Nisan 2013 – Çözüme Evet Koalisyonu Kuruluş Basın Toplantısı – İstanbul
Çözüm ve Barış sürecini destekleyen onlarca aydın, aktivist, gazeteci, yazar ve sanatçı 6 Nisan’da Taksim Hill Otel’de biraraya gelerek Çözüme Evet Koalisyonunu ilan etti ve Barış için 26 Mayıs’ta İstanbul’da büyük bir gösterinin duyurusu yapıldı.
Taksim Hill Otel’de gerçekleşen toplantının açılışını Balçiçek İlter yaptı. İlk imzacılardan söz alan katılımcılar Çözüme Evet koalisyonu olarak farklı kesimlerden insanları biraraya getirerek barış sesini yükseltmeyi ve çözüm sürecine olan desteğin sokakta yanısmasını sağlamak istediklerini belirtiler.
İlk sözü alan Küresel BAK sözcüsü Yıldız Önen, Çözüme Evet koalisyonun neden kurulduğunu anlattı.
İHH’dan Avukat Gülden Sönmez, barışın yeryüzünde yaşayan tüm insanlar için en hayırlısı olduğuna inandıklarını söyleyerek, “Çözüme ilk kez bu kadar yaklaştık” dedi. Gülden Sönmez, 26 Mayıs’ta İstanbul’da büyük bir gösteri yapmayı planlanan yürüyüşü ve 5 Mayıs’ta da yine İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde yapılacak gösteriyi duyurdu.
Sivil Dayanışma Platformu’ndan Ayhan Ogan ise kampanyanın yerellerde yapacağı faaliyetlerden bahsetti. Ayhan Ogan’ın konuşmasının ardından Balçiçek İlter, Çözüme Evet Koalisyonu’nun kuruluş çağrısını okudu.
İlk imzacıların söz aldığı basın toplantısında ortak olarak dile getirilen barış ve çözüm sürecine verilen destek ve bu desteğin arttırılması için herkesin harekete geçebileceği kanalları yaratmanın gerekliliği oldu.
Basın toplantısı herkesin bir fırça darbesi ile renk kattığı “Çözüme Evet” pankartının boyanması etkinliği ile sona erdi.
Çözüme Evet Koalisyonu Basın Açıklamasında konuşan katılımcılar
Toplantı moderasyonu ve Basın Metni sunumu: Balçiçek İlter
Yıldız Önen (Küresel Barış ve Adalet Kaolisyonu)
Gülden Sönmez (İHH Hukuk Komisyonu)
Ayhan Ogan (Sivil Dayanışma Platformu)
Nesteren Davutoğlu (İletişimci)
Hayko Bağdat (Hrant’ın Arkadaşları)
Doğan Tarkan (DSİP Genel Başkanı)
Ufuk Uras ( Yeşiller ve Sol Gelecek)
Oya Baydar ( Yazar)
Ali Bayramoğlu (Gazeteci)
Zeynep Tanbay ( Dansçı)
Garo Paylan (Halkların Demokratik Kongresi)
Ömer Faruk Gergerlioğlu (Araştırmacı, Yazar)
Mebuse Tekay (Avukat )
Kuban Kural (Kafkasya Forumu)
Ferda Keskin (Helsinki Yurttaşlar Derneği)
Roni Margulies (Yazar, Şair)
Adnan İnanç (Hilal TV Genel Yayın Yönetmeni)
Bülent Aydın (Kürsel Barış ve Adalet Koalisyonu)
Sinan Özbek (Öğretim Üyesi)
Enver Sezgin (Yeni Anayasa Platformu)
Tarık Tufan (Gazeteci, Yazar),
Ümit İzmen ( Öğretim Üyesi, Yazar)
12 Nisan 2013 – Çözüme Evet Koalisyonu Kuruluş Toplantısı – İzmir
Çözüme Evet Koalisyonu’na destek verenler geçtiğimiz hafta cuma günü İzmir’de Mazlum-Der ofisinde buluştular. Toplantıya DSİP, Yüzleşme Atölyesi, Mazlum-Der, Küresel Eylem Grubu, Baran-Sav, İzmir Süryani Platformu, Baran-Sav, Hizmet-İş, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Kafkas Forumu, Gri Düşünce Topluluğu ve Antikapitalist Öğrenciler gibi siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerinden onlarca kişi katıldı. İzmir’de koalisyonun genişletilmesi için din adamları derneğinden kadın yazarlar derneğine çeşitli kurumların yanı sıra sendikalarla, meslek ve esnaf odaları ile görüşmeler yapılması kararlaştırıldı. Çözüme Evet diyenler İzmir’de 11 Mayıs’ta şenlikli bir barış yürüyüşü ve konser organize etmenin yanı sıra çeşitli yerlerde toplantılar yapmayı ve 26 Mayıs’ta İstanbul’da yapılacak yürüyüşe kitlesel olarak katılmayı hedef olarak koydular.
Çözüme Evet İzmir İnisiyatifi, 17 Nisan’da yapacağı bir basın toplantısıyla planladığı etkinlikleri kapsamlı bir şekilde duyuracak.
14 Nisan 2013 – Çözüme Evet Paneli – Ankara
Çözüme Evet Koalisyonu geçtiğimiz pazar günü ise Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’nde bir toplantı düzenledi.
Moderasyonunu Özlem Serap Özkan’ın yaptığı toplantının geniş konuşmacı listesinde BDP Ankara İl Eş Başkanı Ahmet Aday, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) Ankara İl Örgütü’nden Canan Şahin, Demokratik Anayasa Hareketi temsilcisi Ayhan Bilgen, Ankara Üniversitesi’nden araştırma görevlisi Can Irmak Özinanır, Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu’ndan Emrah Mokan, Küresel BAK’tan Ersin Tek, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nden Akın Atauz, İHD Genel Sekreteri İsmail Boyraz, Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Nur Betül Çelik, Mülkiyeliler Birliği Başkanı Sevilay Çelik, HDP Eş Genel Başkanı Yavuz Önen ve Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De aktivisti Zeynep Karagözoğlu vardı.
İHD: “Sürecin sabote edilmesine izin vermemeliyiz”
Koalisyonun destekçilerinden İnsan Hakları Derneği temsilcisi İsmail Boyraz, konuşmasında provokasyonlara karşı dikkatli olunması gerektiğinin altını çizdi. Boyraz sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu süreçte kitlesel ırkçı saldırılar artacaktır. Hem üniversitelerde hem diğer yerlerde daha dikkatli olmalıyız. Sürecin sabote edilmesine izin vermemeliyiz. Öte yandan, biz İHD olarak bundan sonra sürece Kürtlerin haklarının iadesi süreci demeyi uygun buluyoruz. Çünkü konuştuklarımızın hepsi daha önce Kürtlerin gasp edilmiş haklarıdır.”
“Barış mücadelesi milyonları mobilize edebilir”
İsmail Boyraz’ın ardından sözü 70 Milyon Adım koalisyonundan Emrah Mokan aldı. Konuşmasında barış isteğinin sürdürülmesinin önemini vurgulayan Mokan, “Çok büyük beklentilere ve kaygılara sahibiz. Artık savaşın mağdurları olduğumuzu unutmadan, bir araya gelerek barış isteğimizi sürdürmeliyiz. Barış mücadelesi milyonları mobilize edebilir. Daha demokratik ve politik bir toplum oluşturma olanağımız var” şeklinde konuştu.
“Müzakere dilini kullanmak çok önemli”
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin Ankara İl Eş Sözcüsü Akın Atauz ise herkesin birbirini dinlemesi, herkesin birbirinden öğrenmesi gerektiğine vurgu yaptı.
Atauz, “Farklı yaklaşımlar ve farklı kaygılarla olsa da hepimiz barışa evet diyoruz. Bu süreçte birbirimizi daha çok dinlemeli, birbirimizden daha çok öğrenmeliyiz. Bunu başarabilirsek, yeni fikirlere açık olmaya daha hazır hâle gelebiliriz. Onun dışında, müzakere dilini kullanmak çok önemli. Silah bırakmak diz çökmek değildir. Türkiye’de yaygın olan ya hep, ya hiç anlayışını reddetmeliyiz.”
“21 Mart’ta barışın baharı başladı”
Konuşmacılar arasında yer alan Ankara Üniversitesi’nden araştırma görevlisi Can Irmak Özinanır, 21 Mart’ta Newroz’da milyonlarca insanın barış talebini haykırdığına vurgu yaparken, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çözüme Evet diyenler bugüne kadar eksik kalan bir hareketi inşa ediyorlar. Kürt halkını ezenler bu süreçte işçi sınıfını dağıttılar, Alevileri bombaladılar. Müslüman kadınları başörtüsü taktığı için ikna odalarına aldılar, kadim halkları yok ettiler. 1 Mart’ta ve Hrant’ın cenazesinde başarmıştık. Bu süreçler milliyetçiliği geriletiyor. 21 Mart’ta barışın baharı başladı. Barışı sürdürmek içinse örgütlenmemiz gerekiyor.”
“Savaş mağduru olmayanlar da koalisyonu desteklemeli”
Toplantıda Can Irmak Özinanır’dan sonra sözü alan isim ise Küresel BAK’tan Ersin Tek oldu. Tek, konuşmasında bugüne kadar hiç barışı görmediğini ifade etti ve sözlerini şöyle sürdürdü:
“Katkı payları için harekete geçen insanların otuz yıllık savaş sonrası sessiz kalması üzücü. Bu koalisyon Irmak hocanın dediği gibi konuşmayı ve anlatmayı seven bir koalisyon olmalı. İkincisi, batıda savaş mağduru olmayanların da bu koalisyon destek vermesi gerekiyor. Bunun sağlanması da bizim elimizde.”
“BDP olarak süreci destekliyoruz”
Barış ve Demokrasi Partisi adına konuşan Ahmet Aday, Kürt halkının bugüne kadar çok bedel ödediğini, Ortadoğu’da yüz yıllardır 4 parçaya bölünmüş hâlde mücadele verdiklerini söyledikten sonra şu ifadeleri kullandı:
“Bask mücadelesine baktığımızda 800 kayıptan söz ediliyor. Kürt hareketinde onbinlerce kayıp var. Kürtler özgürlük mücadelesi verirken, Türkiye de demokratikleşme mücadelesi veriyor. Biz BDP olarak süreci destekliyoruz. Umuyoruz bütün ötekilerin eşitliği sağlanacak.”
“Özgürlükçü anayasa tartışmaları geriye bırakılmamalı”
Toplantının konuşmacılarından Ayhan Bilgen ise süreç boyunca eleştirilere tahammüllü olmanın öneminin altını çizerken “Eleştirdiğimiz kadar, kaygısı olanları da dinlemeliyiz” dedi.
Bilgen şöyle konuştu:
“Çözüm için benim gördüğüm iki önemli nokta var. Çözüm, geçmişle yüzleşmenin üzerini örtmemeli. Sürece zarar vermemek için Roboski’nin üzerini örtemeyiz. Bir başka nokta, geçmiş kadar gelecek de konuşulmalı, gelecek anayasadır. Özgürlükçü anayasa tartışmaları geriye bırakılmamalı.”
Toplantı, 26 Mayıs’ta İstanbulda yapılacak barış yürüyüşü’nün duyurusunun yapılmasıyla sona erdi.
15 Nisan 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onikinci Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on ikinci kitap/filmi olan Koleksiyoncu’yu Yıldız Önen (John Fowles basım yılı 1963)ve Alev Yapışkan- Tahmaz(yönetmen William Wyler çekim yılı 1965)tanıttı ve tartışmaya açtı. Koleksiyoncu aristokrat sınıflı toplum bilincinin egemen olduğu İngiltere’de geçiyor. ‘Ondan o kadar üstünüm ki! Soyluluğumun gereği. O çirkinliğin ta kendisi.’ ‘Sanki onu ve sefil, çürük, dikiş tutturamamış yaşamını umursuyormuşum gibi oluyor.’ ’Benim sınıfımdan değil.’ Roman bu sınıfsal baskı altında kalmış, silik, yaşama ve çevresinde gelişen olaylara duyarsız, suçunun bilincinde olmayan, psikopat bir belediye çalışanının, büyük bir ikramiye kazanarak zenginleşmesi sonucunda, paranın verdiği güçle iktidarını, bir mahzende tutsak ettiği canlı, yaşamı kullanan, çağının bilincinde genç bir kız, bir sanat öğrencisi üzerinde nasıl kullandığını anlatıyor. Korkunç koleksiyoncuyu hayata bağlayan tek şey kelebek koleksiyonu ve yalnızca bunu yaptığında gücün ve kontrolün kendi eline geçtiğini hissediyor. Tutsak ettiği sanat öğrencisini de bir koleksiyon malzemesi gibi korumak, elinin altında tutmak ve istediği zaman seyredebilmek istiyor. Ancak insani değerleri ve yaşamla bağları güçlü kız, koleksiyoncunun amacına, kendi değerleri çerçevesinde ve yöntemleriyle direniyor.
Koleksiyoncu onun dünyayla bağını keserek en büyük işkenceyi yapıyor. ‘ Eski dünyayla bağlantıyı kapatmak. Gazete, radyo, televizyon vermemek… Dünyanın artık var olmadığı duygusuna kapılıyorum.’
Romanda cahil ile aydının hayata bakışı sergileniyor, azınlığı baskısı altına alan çoğunluğun acımasızlığı anlatılıyor. Kitap, hem iktidarın ve hem de parasal servetin, bu güçleri adil olarak kullanma yetisine sahip olmayanların eline geçmesinin tehlikelerini vurguluyor. Ve ona karşı direnenleri, ‘Umudunu yitirmeyen küçük bir gurupla başladı her şey.’
Kitap Atölye okuyucularını, ahlaki kaygılarla baskı altına aldığımız yabanıl doğallığımız içinde, aslında neyi nereye kadar haklı ve geçerli bulabileceğimiz gerçekliğiyle yüzleştirdi. Yalnızca kendimize göre haklı olan bir tutku adına yapabileceklerimizin ne kadar ikna edici ve masum olabildiğini düşündürdü.
İçimizdeki ‘iktidar’ ve ‘teslim olma’ isteğinin hangi şartlarda ortaya çıkabileceğini tartıştık. İki ayrı sosyal sınıfın birbirine yakınlaşma çabalarının, aslında alt sınıfın üst sınıfa yaranma, üst sınıfın ise öğretmenlik kisvesine bürünerek ‘yığınları’ mümkün olduğunda kendisinden uzak tutma kaygısından başka bir şey olmadığını, seçkinci bakış açısını irdeledik.
Silik, umursamaz, ilgisiz çoğunluğu simgeleyen erkek karaktere karşın, güçlü bir iradeye sahip genç kadın karakterin insancıllığını, barışçıllığını, dönüşüm sancılarının anlatılarını beğeniyle okuduk. ‘Birini tanımak, ister istemez o kişiye yakınlaştırıyor insanı.’ ’Şiddetin anlamı yok.’ ‘Canlı olan, dürüst ve özgün olmaya çalışan her şeyin sırtına çıkıyor ve eziyorsun.’ ‘Yeni Kitle, eskilerin parası yoktu bunlarınsa ruhları.’
Yazarın düşüncelerini, topluma uyum göstermeye direnen ve böylece şansın hayatı üzerindeki etkisini sınırlayan ‘gerçek insan’ anlayışını, tutsaklık hikâyesindeki barışçıl bir dille anlatmasını beğendik. ‘Yaşamdaki tek amacı düzgün olabilmek. Biz doğmadan önce doğru ve iyi olarak belirlenmiş her şeyi yerine getirmeye çalışıyor.’
‘En güzel şeyler parayla ilişkisiz. Para dünyasında yaşamıyorlar.’ ‘Kendi yaşadığı ve gördüğü dünyadan başkasına inanmıyor. Hapiste olan asıl kendisi; iğrenç daracık dünyasında…’ ‘Bazen gerçek olmadığım duygusuna kapılıyorum… Zeki bir yüze bakmam gerek.’ ‘Başka insanların ihtiyacıyla yanıp tutuşuyorum. ‘Ölmek istemiyorum çünkü geleceği aklımdan çıkaramıyorum… Tarih boyunca en az ölme arzusu duyulacak bir çağda yaşıyorum…Çağımı çılgınca seviyorum.’ Zekâya tecavüz. Paralı yığınların, Yeni Kitle’nin tecavüzü…’
Okurken uzun süre cezaevlerinde tutsak edilen, hücre cezasına uğratılmışların duygularını çok iyi anlayabileceğimiz bu kitabı edebiyatta barışa iyi bir örnek olarak değerlendirdik.
19 Nisan 2013 – “Geleceğimizi harcayan askeri harcamaları durdurmalıyız! Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay, 19 Nisan’da Askeri harcamalar üzerine yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada silaha ve savaşa harcanan servete dikkat çekildi.
29 Nisan 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onüçüncü Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on üçüncü kitap/filmi olan Dünyanın Bütün Sabahları’nı Görkem Yeltan (Pascal Quignard basım yılı 1991) ve Yalçın Akyıldız (yönetmen Alain Corneau çekim yılı 1991) tanıttı ve tartışmaya açtı. Atölye’de ilk kez, önce müzik olarak düşünülmüş, sonra film olarak tasarlanmış en sonunda da adeta kısaltılmış bir senaryo biçimine dönüştürülmüş bir edebiyat eserini, romanı tartıştık. ‘Müzik, benim değişik bir tür sinema yapmamı sağladı. Şimdiye kadar hiçbir senaryoyu, müziğinin ne olacağını bilmeden bitirmedim’ diyen bir yönetmenin, yazar ile işbirliğinden doğan çalışmasını tartıştık. Kitap ve film, Fransa’da sanat ve bilimin altın çağı olarak değerlendirilen 17.yüzyılda, usta çırak ilişkisi içindeki iki viola da gamba sanatçısı üzerinden ‘sanatçının kimliği, sanatın kimin için yapıldığı’ sorunsallarına değinmekte.
1598 Yılında IV. Henri, Fransa’daki din savaşlarını sona erdiren Nantes Buyruğu’nu yayınlamış ve bu Buyruk ile Katolik Fransa’da Protestanlara önemli hak ve özgürlükler sunulmuş, ülkedeki mezhepler arası çatışmalara son vermiştir. Göreceli bir barış ortamını olarak değerlendirilebilecek bu dönem fikir ve bilim dünyasının, dünyanın gelişimini etkileyen değişimlerinin yaşandığı bir süreci işaret etmektedir.
XIV. Louis’nin kral olarak uzun süren egemenliği boyunca Fransa’nın yaşanan siyasi, entelektüel ve sanatsal değişimlere bağlı olarak biçimlenen bir bilim ve sanat filizlenmesi, üretimi dönemi olarak da bilinir. Giderek gücünü artıran sarayın ve kralın sanatsal üretime verdiği destek, zenginleşen kentsoylu sınıfının sanat ve yazın alanında üretilen yapıtların yayılmasında büyük ölçüde etkili olmaya başlaması dönemi sanat ve bilim açısından verimli kılmıştır. Ancak bir süre sonra yine aynı XIV. Louis, 1685′te Fontainebleau Buyruğu ile Nantes Buyruğu ilkelerini yürürlükten kaldırmış ve Protestanlığı bir kez daha yasadışı ilan etmiş ve yeniden gerginlik, savaş, şiddet geri dönmüştür. Cizvitlerin siyaset üzerindeki etkileri 17. yüzyıl düşüncesinin ve klasik tarzın oluşmasına yardımcı olmuştur.
17. yüzyıl, Fransız dili ve yazını için en önemli dönemlerden biri olarak öne çıkar. Fransız Akademisi’nin (Académie Française) kurulmasıyla Fransız dili ve Fransız şiiri belirli normlara bağlandı. Port-Royal des Champs Manastırı sakinlerince hazırlanan Grammaire de Port-Royal adlı eser, Fransız dilinin ilk dilbilgisi kitabı olma özelliğini taşımıştır. Fransız dilinin ilk sözlükleri yine bu barışçıl üretkenlik döneminde ortaya çıktı. Fransız Akademisi’nin yanı sıra 1665′te kurulan Fransa Bilim Akademisi ve 1666′da kurulan Kraliyet Resim ve Heykel Akademisi ile klasik düşünce Fransa’da daha da köklenmiştir. Klasik tiyatro alanında Molière’in komedyaları, Corneille ve Racine’in tragedyaları, La Fontaine’in fablları bu dönemin ürünleridir.
17. yüzyılda düşünce dünyasında da önemli değişimler göze çarpar. Felsefede, mantığı düşüncenin merkezine koyan Dekartçı fikirlerin (Cogito ergo sum: düşünüyorum öyleyse varım) etkileri açıkça görülür. Günümüz felsefesinde önemli bir yer tutan René Descartes’ın (1596-1650) şüphecilik anlayışı daha sonra, Aydınlanma Çağı sanatçılarının, düşünürlerinin ve bilim insanlarının vereceği çalışmalara temel teşkil etmiştir. Dönemin Dekartçı düşünceden en çok etkilenen düşünürleri olan Kepler, Harvey, Blaise, Pascal ve Newton gibi bilim adamları yine bu özgürlükçü dönemin temsilcileridir.
17.Yüzyıl Fransa’sına bu kadar kısa bir bakış açısı bile barış ve özgürlük ortamlarının sanat ve bilim açısından ne denli üretken ve verimli olabileceğini, dünyanın gelişmesine böylesi ortamların yadsınamaz yararlarını görmemize yeterli olmuştur.
Dünyanın bütün sabahları kitap/filmi 17.yüzyıl Fransa’sında iki müzik adamının, çatışmalı iç ve dış dünyalarını yansıtıyor.
Karısını kaybettikten sonra iki kızıyla birlikte içe kapanık bir hayat yaşayan Sainte-Colombe, çektiği acıyı, yaşadığı yalnızlığı, ‘kadınsız iki kızı terbiye etmenin güçlüğünü’, ‘ölümün sesini’ müziğine yansıtıyor, notalarla dışa vuruyor. Soğuk, sert, acımasız, aksi bir kişi. Kızlarını kilere kapatıp unutabiliyor, kırbacı eksik etmiyor, viyolayı duvara vurup parçalıyor. Bu ortamda yetişen kızlar da sert ve hırçın oluyor, hayvanları tekmeliyor, ezmesi için böcek toplayıp babalarına verebiliyorlar. Aksi mizaçlı Sainte-Colombe çok sevdiği karısının hayaletiyle mücadele ederken şiddeti daha da artıyor.
Genç Marin Marais hayatına girip de öğrencisi olduğunda, Sainte-Colombe’un dünyası bir kez daha altüst oluyor. ‘Neden müzik?’ sorusuna doğru dürüst bir cevabı olmayan bu genç adam, üstadın hem iç dünyasını hem de kızlarının yaşamını darmadağın ediyor. Büyük kızıyla olan ilişkisi kızın intiharıyla sonuçlanıyor.
Üstadın, Marin Marais’le yaşadığı “sevgi-nefret” ilişkisinin köklerinde ise sanatçının kimliği, sanatın kim için olduğu sorunsalı yatıyor. Öğrencisinin ‘çalgıcı’ değil ‘müzisyen’ olmasını istiyor ve öfkesi artıyor. Marais ise, kolay yolu seçip saray müzisyeni oluyor. Bir anlamda, ustasına göre ruhunu satıyor. Ruhu müziği kavramaktansa ona sahip olmaya çalışıyor.
‘Dünyanın tüm sabahları geri dönülmezdir’ 17.yüzyıl jansenist/ahlakçı Pascal La Rochefoucould’un varoluşun boşluğu karşısında dile getirdiği bir cümle. Sabah normal yaşama uyanış anlamına gelse de romanda yaşlılık ve ölüme doğru giden, dönüşü olmayan yaşam yolunu anlatmaktadır. Geçmişin tüm güzellikleri orada olduğu gibi durur, ama elimizi uzatıp tutmaya çalıştığımızda bunun mümkün olmadığını görerek kederle yüzleşiriz der yazar, ‘o halde günü yaşayalım’.
8 Mayıs 2013 – Barış İçin Önemli Bir Gündeyiz! Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
8 Mayıs’ta Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Bülent Aydın çözüm sürecini destekleyen yazılı bir basın açıklaması yaptı.
11 Mayıs 2013 – Çözüme Evet Şenliği – İzmir
Çözüme Evet Koalisyonu aktivistleri 11 Mayıs’ta İzmir’de bir yürüyüş yaptı. Oldukça coşkulu geçen yürüyüşte Kürtçe ve Türkçe barış sloganları atıldı, “Her Türk bebek doğar”, “Öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız”, “Şimdi barış zamanı”, “Dur de, dur de, ölümlere dur de”, “Kürt halkına özgürlük”, “Barış, çözüm, özgürlük” sloganları atıldı.
Yürüyüşün sonunda Koalisyon’un çağrı metnini Türkçe olarak Özlem Özel ve Kürtçe olarak Cüneyt Laloğlu okundu. İzmir Müzisyenler Derneği’nin ve Koma Berxwedan’ın dinletisiyle biten eyleme katılan aktivistler türküler eşliğinde halay çektiler.
13 Mayıs 2013 – Reyhanlı Acısını Barışla Dindirelim! Basın Açıklaması Metni – İstanbul
13 Mayıs’ta Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Bülent Aydın, Reyhanlı’daki patlama sonraso barışın sesini yükseltmenin önemini vurgulayan yazılı bir basın açıklaması yaptı
13 Mayıs 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Ondördüncü Kitap – İstanbul
Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on dördüncü kitabı olan Bir Yerde’yi Alev Yapışkan-Tahmaz (Jerzy Kosinski, basım yılı 1979), film Merhaba Dünya’yı Nilüfer Uğur-Dalay (yönetmen Hal Ashby çekim yılı 1979) tanıttı ve tartışmaya açtı. Kitap/film adını “Doğru zamanda doğru yerde bulunmak” anlamına gelen bir deyimden, ‘Beign there’den alan politik bir komedi metni/filmi. Amerikan toplumundaki yalnızlık, yaşayanların aslında ‘ne yaşar ne yaşamaz’ olacak kadar hiçleşmesi, gündelik politik sistemin yavanlığı ve entrikaları, koyu renk giysili az sayıda adamın toplumun geleceğindeki büyük etkisi, eğitim sisteminin insanlara ulaşmaktaki yetersizliği, bize ‘hepimizi Chance gibi bahçıvanlar olarak mı yetiştirmek istiyorlar? Sorusunu sorduran iletişimin tek ve yanlı medya kurumlarınca özellikle de televizyon üzerinden sağlanmasının tehlikeleri, kişilerin toplumsal gelişiminde medyanın etkisi ve manipülasyonları, televizyon merkezlerince biçimlenene yaşamlar, televizyon gerçekliği ile gündelik yaşamın gerçekliğinin örtüşmeleri/örtüşmemeleri gibi temalara başarıyla değiniliyor.
Başkahraman Chance, köklerini Heidegger düşüncesinde bulduğumuz, bu dünyaya öylece bırakılmış bir insandır. Varoluşa bırakılmışlığıyla insan, kendi varlığını oluşturma özgürlüğüne zorunlu olarak bırakılmıştır. Başlangıçta, bırakılışın kendisi bir özgürlük yokluğu, sondaki bırakılış ölümün kaçınılmazlığına terk edilmedir.
Chance ya da insan varoluşun ortasına öylece, orada, bir varlık olarak(Dasein) oraya, eski bir malikaneye, doğaya, dünyaya atılmıştır. Bu varlığını dünyanın algılayamadığı bir var oluş durumu. Dünya ondan habersiz. Sonrasında Chance ya da insan, bu bırakılmışlık içinde, ölümler, rastlantılar, sınırlı tercih ve seçimleriyle yaşamını yeniden kurmaya başlıyor. Heidegger’in felsefesinde olduğu gibi bizim kahramanımız da, ölüme yazgılı bu bırakılmışlığında varoluşunu buna göre gerçekleştiriyor.
Doğaya, bahçeye, bitkilere odaklı ve sınırlı yaşam deneyimine dayanan konuşmaları, iyi görünümü, onun derinlikli biri olarak algılanmasına yol açıyor. Amerikan kamuoyunda ‘bilgeliğin gösterişsiz ve saf yeni temsilcisi’ olarak kabul görüyor. O kadar ki, iş, finans zengini yeni koruyucusu Rand’in cenazeden sonra ABD başkanının da aralarında bulunduğu etkili politik grup bir dahaki seçimlerde Chance’i başkan adayı göstermeyi uygun görmelerine kadar uzanıyor.
O zaman kendi kendimize soruyoruz: ‘Büyük lider ve öncülerin erdemi söylediklerinin özünde saklı olanlarda mı?’, ‘Politika ve dinde görmek istediğimizi mi görüyoruz?’
Chance’in katmansız, yalın konuşmaları geliştirilmiş yapay bellek programının bilgisayar dilindeki, bilgisayarların insanı algılaması kadar düz ve okunaklı. Yine sorauyoruz: ‘Bizler acaba Bahçıvan Chance’ın akıllı versiyonları mıyız?’, ‘Bugün hala ilk çağlardan itibaren verili olan bir takım sözcük ve kavramlara, sorulmuş sorulara mı bir yanıt bulmaya çalışıyoruz?’, ‘Biz kendimiz için aslında çok düşünmüyor, derinleşmiyor da aynı koşullarda bulunan kişiler için genel kabul görmüş, geçerli kabul edilmiş değerleri mi tekrarlıyoruz?’, ‘ Ortalama insan olmaya mı yazgılıyız?’, ‘Ortalama insan olmak yaşamın tehlike ve tehditlerinden uzakta yaşayıp rahat bir hayat sürmek mi?’ ve ‘Sorun bilgisayarların insan gibi düşünmesi değil, zaman içinde bizlerin bilgisayar gibi düşünenler haline gelip gelmediğimiz mi?’.
Film, finans dünyasının en zengin adamlarından Rand’in cenazesinde, masonik giysili ‘önemli kişilerin’ tabutu taşırken Chance’in başkanlığını tartışmaları, o sırada Başkan’ın konuşmasında ‘yaşam bir düşünce biçimidir’ demesi ve Chance’in mezarlıktaki yapay gölün yüzeyinde İsa benzeri bir şekilde suya batmadan yürüyerek uzaklaşarak gitmesi görüntüleri üst üste gelmesiyle bitiyor. Filmi ve kitabı bu çağrışımlar üzerinden tartıştık.
Şık ve özenli giyinmiş beyaz insanın Amerikan toplumunda, düşünce derinliği ne olursa olsun, izlenim ve algılanma olarak baş tacı edildiğinin, birkaç adamın o toplumun kaderini belirleme gücünü elinde tuttuğunu bir kez daha hatırladık.
Gerek kitabı gerekse filmi, yazarı ‘şiddetin şiirinin şairi’ olarak tanınsa da, ırkçı sayılabilecek bir iki tanıma karşın, barışçıl bulduk.
Dünyayı kendine göre anlamlandırıp yorumladığımız, yaşamlarımızı düşünce biçimlerimizin yansıması olarak kurduğumuz gerçeği karşısında, Atölye katılımcıları olarak, barışa dair düşüncelerimizi, dalga dalga önce kendi yaşamlarımıza sonra da dünyaya genişleteceğimizi düşünerek, umutlarımızı tazeledik. Çevremizin kana bulandığı şu günlerde bile barışı önce kendi düşüncelerimizde sonra da çevremize yaymaya devam etme tercihimiz, var oluşumuzun tek kurtuluş yolu gibi görünüyor.
16 Mayıs 2013 – “Çözüm için, Barış için Balonlarımızı Gökyüzüne Bırakıyoruz!” Gösterisine çağrı
Çözüme Evet Koalisyonu 18 Mayıs’ta yapacağı balonlu barış gösterisi için yazılı bir çağrı yayınladı.
18 Mayıs 2013 – Barış ve Çözüm için Balonlar Gökyüzüne Gösterisi – İstanbul
Uzun zamandır faaliyetlerine sokak standları, toplantı ve paneller ile devam eden Çözüme Evet Koalisyonu aktivistleri 18 Mayıs Cumartesi günü Beşiktaş İskelesi’nde yüzlerce balonu Barış şarkıları ve sloganları ile gökyüzüne bıraktılar.
Kaolisyon adına basın açıklamasını koalisyonun ilk imzacılarından Nesteren Davutoğlu okudu.
Basın açıklamasının sonunda 26 Mayıs Pazar günü, saat: 14.00’de Saraçhane Parkı’ndan Beyazıt Meydanı’na yapılacak olan yürüyüş hatırlatıldı ve tüm barış ve çözüm diyenler yürüyüşe davet edildi. Çok sayıda aktivistin balonlar, düdükler ve davullarla katıldığı basın açıklaması, kısa süreli bir bildiri dağıtımından sonra sona erdi.
18 Mayıs 2013 – Çözüme Evet Yürüyüşü – Ankara
Çözüme Evet Koalisyonu, 18 Mayıs Cumartesi günü Ankara’da bulunan Kolej Meydanı’nda bir araya gelerek, barış sloganlarıyla Sakarya Caddesi’ne yürüdü.
“Çözüme Evet” pankartının açıldığı yürüyüşte “Silahlar sussun insanlar konuşsun” dövizleri taşındı.
Gösteri boyunca sık sık “Yükselt, yükselt, barışın sesini yükselt; sustur, sustur, savaşın sesini sustur”, “Bê ziman jiyan nabe”, “Barış çözüm özgürlük” sloganları atıldı.
19 Mayıs 2013 – Çözüme Evet Paneli – Ankara
Çözüme Evet Koalisyonu Ankara yereli 19 Mayıs, Pazar günü destekçileri ve imzacılarının katılımı ile bir panel düzenledi. Şenol Karakaş, Fatma Bostan Ünsal ve Üstün Bol’un konuşmacı olduğu panelde, Barış süreci ile ilgili son durumu, koalisyon olarak barış ve çözüm sürecine sunabileceğimiz katkıları konuşuldu. Soru ve katkıların da alındığı panelde aynı zamanda 26 Mayıs Pazar günü İstanbul’da yapılacak yürüyüşüne çağrı yapıldı.
20 Mayıs 2013 – Kahvaltı & Basın Toplantısına Çağrı – İstanbul
Çözüme Evet Koalisyonu olarak 26 Mayıs’ta yapılacak miting öncesi yapılacak basın toplantısına yazılı çağrı yapıldı.
22 Mayıs 2013 – Çözüme Evet basın toplantısı – İstanbul
6 Nisan Cumartesi günü kurulan Çözüme Evet Koalisyonu, 26 Mayıs Pazar günü, saat 14.00’de Saraçhane Parkı’ndan Beyazıt Meydanı’na yapılacak olan yürüyüş öncesi ilk imzacıları ve destekçi kurumların temsilcileri ile bir basın toplantısı gerçekleştirdi.
İmzacı ve temsilcilerin hem koalisyonun faaliyetlerini hem de çözüm ve barış sürecine dair düşünce ve dileklerini aktardığı basın toplantısında ortak temenni Barış ve Çözüm sürecinin eşitlik, adalet ve özgürlük temelinde yürümesi ve tüm halkların barışını sağlayan bir çözüm sürecinin olması oldu.
Onyıllardır binlerce insanın ölümüne ve milyonarca insanın hayatında derin yaralara neden olan savaş döneminin artık sonuna gelindiğinden bahsedilen toplantıda tüm barış ve çözüm diyenler koalisyonun 26 Mayıs Pazar günü, saat: 14.00’de yapılacak olan yürüyüşüne davet edildi.
Konuşmacı ve Temsiciler:
Mustafa Paçal (Hak İş Sendikası)
Roni Margulies (Yazar)
Kuban Kural (Kafkasya Forumu)
Abdurrahman Dilipak (Yazar)
Kerem Kabadayı (Sanatçı, Mor ve Ötesi)
Yaman Yıldız (Demokrasi ve Özgürlük Hareketi)
Şenol Karakaş (DSIP- Devrimci Sosyalist İşçi Partisi)
Yıldız Önen (Küresel BAK)
Gülden Sönmez (İHH)
Hasan Avşar ( Sivil Dayanışma Platformu)
Aydın İnci (Beyaz Hareket Derneği)
Ahmet Mercan (Yazar)
23 Mayıs 2013 – Çözüm ve Barış için Balonlarımızı Uçuruyoruz! Eylemi – İstanbul
26 Mayıs yürüyüşünden önce Çözüme Evet koalisyonu Eminönü vapur iskelesinde bildiri dağıttı, denizin üzerine balonlar bıraktı ve basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını okuyan Meltem Oral çözüm ve barış için herkesi sokağa eyleme çağırdı.
25 Mayıs 2013 – Küresel BAK: Çözüme evet yürüyüş çağrısı – İstanbul
Çözüme Evet’in 26 Mayıs’ta yapacağı yürüyüş için Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Faruk Sevim bir çağrı yaptı.
25 Mayıs 2013 – “Barışa Evet, Çözüme Evet Yürüyüş” çağrısı – İstanbul
Çözüme Evet Koalisyonu, 26 Mayıs’ta yapılacak yürüyüş için yazılı bir basın açıklaması yaptı.
26 Mayıs 2013 – Çözüme Evet Yürüyüşü – İstanbul
Çözüme Evet koalisyonu’nun kuruluş basın toplantısında ilan ettiği yürüyüş 26 Mayıs’ta Saraçhane’den Beyazıt’ta yapıldı. Yürüyüş sırasında e”Barışa evet” , “Çözüme evet” yazılı dövizler taşıyan kitle “Biji bratiya gelan”, “Öz öz özgürlük Kürt ulusuna özgürlük”, “Be zıman jiyan nabe”, “Yükselt yükselt, barışın sesini yükselt” sloganlarını attı.
Beyazıt Meydanı’nda Çözüme Evet Koalisyonu adına Yıldız Önen ve Gülden Dönmez açıklama yaptı. Kürt sorunun çözümü konusunda tarihi adımlar atıldığını belirten Yıldız Önen, “çözüm kapısının ilk defa net olarak aralandığını” söyledi. Çözüm süreci ile birlikte aylardır hiçbir çatışmanın ve can kaybının yaşanmadığını kaydeden Önen, “Ne mutlu ki bize bir tek insan bile ölmedi. Sadece bu bile bize çözüm sürecine gözümüz gibi bakmamız gerektiğini kanıtlıyor” dedi. Savaş isteyenlerin hep küçük bir azınlık olduğunu dile getiren Gülden Dönmez de”Artık yollarda şehirlerde, sokaklarda, camilerde, kiliselerde, işyerlerinde okullarda barışı örgütlemeye, barışı konuşmaya, başlıyoruz. Şimdi barış zamanı” dedi.
27 Mayıs 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onbeşinci Kitap – İstanbul
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on beşinci çalışması Ryunosuke Akutagava’nın ‘Raşömon (Tanrı Raşho’nun kapısı) ve diğer öyküler’ isimli kitabındaki Raşömon ve Çalılıklar Arasındaki öyküleriydi. İki öyküyü bir arada okuma nedenimiz yönetmen Akira Kurosawa’nın 1950 yılında bu iki öyküden hareketle Rashomon filmini çekmiş olmasıydı. Japon kültürü ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerini bize Alev Yapışkan-Tahmaz, yazar ile ilgili bilgileri Kamer Badur-Eğilmez ve Faruk Sevim, filmi ise Pınar Demircan tanıttı ve tartışmaya açtı. Kitabın ilk hikâyesi olan Raşömon’da işinden atılmış bir uşak, Raşömon kulesinde, peruk yapmak için ölü bir kadının saçlarını yolmakta olan yaşlı bir kadını görmektedir. Kadın ‘yaşamak için bunu yapmaya mecbur olduğumu bilseydin, belki bana kızmazdın’ diyerek durumunu açıklamaya çalışır. Uşak ‘Yaa, öyle mi? O zaman hırsızlık yapma sırası bende. Yapmazsam ben de açlıktan öleceğim’ der ve elbiselerini üstünden çıkarıp alarak kadını bir tekmeyle kokmuş cesetlerin arasına yuvarlar.
‘Sırtında ten renkli kimonosu olan maymun kılıklı yaşlı kadın…yaşlı cadı…lanet cadı…’ gibi tanımlamaları ile yazarın üslubunu ayrımcı ve aşağılayıcı bulduk. Bu üslup ve içerik, erkek egemenliğin çok ağır bastığı, kadına yönelik aşağılama ve kadının bizzat kendisini kadın olmaktan ötürü aşağılamasıyla ‘Çalılıklar arasında’ öyküsünde de artarak devam ediyordu.
Akutagava’nın diğer öykülerini de okuyanlar için metinlerinde yaratmış olduğu ırz düşmanları, katiller, haydutlar, fanatikler üzerine hiçbir zaman merhamet güneşi doğmamaktaydı. Yazar, insanların aczine uzaktan ve soğuk bakmaktaydı. Nihilizmi son dönem eserlerinde daha da çokça görünmekteydi.
Çalılıklar arasında ise insanoğlunun zaafları üzerine kurulmuş bu psikolojik dramdı. 12. yy Japonya’sında karısıyla birlikte ormandan geçmekte olan bir samuray, bir haydudun saldırısına uğrar, karısı tecavüze uğrar, kendisi de öldürülür Haydut yakalanır. Ancak onun, samurayın karısının, olayı çözmesi için devreye giren bir medyumun vasıtasıyla alınan ölen samurayın ifadesi taban tabana zıttır. Cesedi bulan oduncunun ifadesi ise hiçbirisininkine uymaz. Aynı suçun dört çelişkili ama bir o kadar da inandırıcı olarak anlatıldığı, yani herkesin ‘gerçeği’nin farklı olduğu bu olayda kimin doğru söylediği anlaşılmaz.
Sağanak yağmurun altında Raşömon kapısı altına sığınan yabancıya, mahkemede şahit olarak dinlenen Budist rahip, cesedi bulan oduncu ‘inanılması güç’ olayı anlatırlar. Budist rahip ‘İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile!’ der. Yabancı ise ‘İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak ister. Böylesi daha zahmetsizdir.’ diyerek hem öyküleriyle yazarın hem de diyaloglarıyla yönetmenin filminin ana fikrini açıklar.
Filmin sonunda, şehir kapısının yıkıntılarında, anlatıcıların sözleri terk edilmiş bir bebek ağlaması keser. Bebeğin bırakıldığı şapka/sepette bulunan bazı değerli eşyaları çalmaya kalkışan yabancıyla, onu kınayan oduncu tartışırlarken uyanık yabancı daha önce anlatılanlardan bir ipucu yakalar. Oduncuyu biraz sorgulayıp sıkıştırınca onun da bir hırsız olduğunu ve samurayın karısının değerli hançerini onun çalmış olduğunu ortaya çıkartır. Bütün bu bencillikler ve yalanlar rahibin insanlığa olan inancını zayıflatır. Ancak fakir oduncunun evde altı çocuğu daha olmasına rağmen bebeği evlat edinmek istemesi, rahibin ona karşı yumuşamasına neden olur ve hançeri çalmış olmasını farklı bir gözle değerlendirmeye başlarlar. Oduncunun kucağında bebekle uzaklaşırken yağmurun birden kesilmesi ve havanın açması, her şeye rağmen insanlığa olan inancın ve umudun hâlâ var olduğunu sembolize eder. Film boyunca devam eden şiddet, aşağılamalar barışçıl bir sonla tatlıya bağlanır.
Gerek yazarın gerekse yönetmenin, silahı, savaşı, saldırıyı, kavgaları normalleştiren hatta zaman zaman öven tavırlarını, her ne kadar erkek egemen toplum özelliklerine bağladıysak da eleştirdik.
Kadına yönelik yaklaşımlarını ise Atölyemiz adına son derece sorunlu bulduk. Kadının annesinin yargıca verdiği ifadedeki ‘kızımın erkekten farkı yoktur’, haydudun ifadesindeki ‘böyle azgın karı görmedim… eğer cinsel arzuların ötesinde onu kendi kadınım yapmak gibi bir fikrim olmasaydı, vururdum tekmeyi kadına, yıkardım yere sonra da basar giderdim’, kadının ifadesindeki ‘Bundan böyle ırzına geçilmiş…şerefsiz… bir kadın olarak sana yar olamam. İntihar etmeye karar verdim’, samurayın ifadesindeki ‘Haydut karıma ‘Bir kez bile tecavüze uğrasan, artık sen kirletilmiş bir kadınsın…Bundan sonra, dünyada kocanla aran düzelmez…Onun için artık kocanı unut, gel benimle evlen’ dedi. Bunun üzerine karım büyülenmiş gibi başını kaldırıp ona baktı. Karımı hiç bu kadar güzel görmemiştim. Karım hayduda ‘öldür o adamı. O adam sağ kaldıkça ben seninle olamam’ diye beni öldürmesini istedi’ bunlara örnek olarak görüldü.
Kadının hem sevilen, güzel bir yaratık hem de şerefsizliği temizlemek için öldürülesi bir günah öznesi olarak görülmesi de ayrıca sorunluydu. Kadının tecavüze uğramış kişi olarak mağduriyeti, ezikliği ile ‘Ya senin ölmen gerek ya da kocamın! İçinizden birinin ölmesi gerek…Düştüğüm bu günah mezbelesini iki kişinin bilmesi benim için ölümden beter…Hanginiz sağ kalırsanız ben yalnız onun kadını olurum’ sözleri ile mağrur ve güç severliğini kadınlık durumundaki bir çelişki olarak değerlendirdik. Kadının kendini korunma gereksinimdeki biri olarak görmesini bu erkek egemen anlayışın bir tezahürü olarak yorumladık.
10 Haziran 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Onaltıncı Kitap – İstanbul
Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on altıncı ve son çalışması Bohumil Hrabal’ın Sıkı kontrol edilen trenlerdi. Çek kültürü, yazar ile ilgili bilgileri ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerini bize Nilüfer Uğur-Dalay, filmi ise Faruk Sevim tanıttı ve tartışmaya açtı. Çek Cumhuriyeti tarihi boyunca sık sık işgal edilmiş; Avusturya, Macaristan, Almanya, Rusya tarafından. 5 Ocak 1968tarihinde iktidara gelen Dubcek siyasi bir liberalleşme dönemi başlatmıştı. Ancak Prag Baharı adı verilen bu dönem aynı yılın 20 Ağustosunda S.S.C.B. ve Varşova Paktı üyeleri devletlerinin(Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona erdi. Kasım 1989′ da Çekoslovakya Kadife Devrim adı verilen kansız bir devrimle kapitalizme dönüş yaptı. Çekler sanatlarında mizahı hiç terk etmemişler. Mizahı gerek kişisel gerekse toplumsal direniş, dayanma için sıkça kullanmışlar, edebiyatlarında önemli bir yer tutmuş. Jaroslav Hasek’in I.Dünya Savaşı sırasında geçen savaş karşıtı, çılgın Aslan asker Şvayk’ı, Milos Forman’ın Guguk Kuşu filmi bu yaklaşımın örnekleridir.
Hrabal, 1959’dan itibaren yasaklanan, yakılan, sansürlenen, yeraltından, samizdat (kendi yayım, kişisel yayım, kendi basım),çoğu da ülke dışında, batılı yayınevleri tarafından tamizdat (orada, oralarda yayınlanan)yayımlanan, el yazısıyla ya da daktiloyla kopyalanan, çoğaltılan, el altından dağıtılan kitapların yazarı. Ancak yazar, tüm baskılara karşın ülkesini hiç terk etmemiş. Sıkı kontrol edilmiş trenler korkunç olaylarla örülmüş bir light komedi. Öykü, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde, Bohemya bölgesinde, Dresden’e yakın Lodenice istasyonunda geçiyor. Kahramanımız Milos, içsel sorunları olan, genç, utangaç, âşık bir istasyon görevlisi. Almanlar işgal ettikleri topraklarda denetimlerini, hava sahası gücünü yitirmiştirler. Ancak tren yollarında bazı anahtar önemde hat kalmıştır. Bu hatlardan, Alman yetkililerin hat sorunları ya da sinyal hatalarına tahammül edilmeyen, öncelikli, lojistik önemde, ‘sıkı kontrol edilecek’ emri verilmiş trenler geçmektedir. Genç kahramanın kaderinin onun dışında gelişen olaylarla, bu sıkı kontrol edilen trenlerin taşıdığı yüklerle, nasıl beklenmedik bir biçimde örüldüğünü ve bundan kaçınmanın zorluğunu anlıyoruz.
Hikâye ilerledikçe öykü komik ile trajik arasında salınmaya başlıyor. Mizahla kader ağlarını örmektedir. Öykü boyunca ölüm hep yanı başımızdadır. Ölüm zaman zaman kara komedi ile anlatılır. Savaş nedeniyle ‘Haritadaki bir yerde, bir delikle kaybolmuş oğul’dan söz edilir. Yazar bağırmadan, göze sokmadan, alttan alta direniş ve dayanışmayı örer. Yaşamın hem çok değerli hem de kolayca kaybedilebilinen bir şey olduğunu anlatır. Öykü Milos’un bakirliğini yitirmesi ve kazaen anti-nazi kahraman olması gibi ikili finalle biter. Okuduğumuz savaşın ironisini yapan bir öyküydü. Kahraman Miloş “Şu kırk beş yılında, Almanlar, bizim kent üzerindeki hava hâkimiyetini elden kaçırdılar artık.” diyerek öyküsünü anlatmaya başlıyordu. Halkın savaşı dışladığı bir atmosfer çizilmişti.‘ Biz yaşta herkes eline silah alıp Almanlara karşı koysaydı Almanların hali ne olurdu?’. Şiddetin her türü insan üzerinden verilmişti. Ancak Atölye, bu erkek merkezli anlatımı, savaşa erkek merkezli göndermeleri ve kadını komedi malzemesi olarak merkeze yerleştirmesini çok sorunlu buldu. ‘Korkmuyor musun? Hayır, erkeğim artık, erkek’,’ Karılarına kiminle evlenmeleri gerektiğini, çocuklarla kalan öteberiyi nasıl yönetmeleri gerektiğini salık veren Alman askeri’, ‘Bizim istasyon şefi Bay Hubiçka kadınları öteden beri iki kısma ayırırdı. Belinden aşağısı hürmetli olanlara, kontes gibi olanlara yani, popozella der, belinden yukarıya doğru göğüsleri hürmetli olanlara da memezilla adının verirdi.’ Kahramanın ‘erkek olma’ deneyimini yaşadıktan sonra, erkekliğini ispat ettikten sonra, savaş kahramanı olması da eleştirildi. İstasyon müdürünün ahlak söylevi ise çok faşizanca bulundu. Öykü aynı zamanda barışçıl vurgularla yazarın barışçıl yanını da açığa çıkartıyordu. ‘Bütün dünyayla savaşmaya karkışmasaydınız böyle…’,’Dresden’den geldikleri sırada Almanlara acımıyordum artık. Acıyacaklarsa kendileri açısınlardı kendilerine. Ve bu Almanlar farkındaydılar bunun. Evinizde oturup kalsaydınız ya götünüzün üstüne’,’O da benim gibi, istasyon şefi gibi bir insandı. Onun da rütbesi, nişanı falan yoktu. Birbirimize ateş edip birbirimizi ölüme yolcu etmiştik. Kimbilir, birer sivil olarak, herhangi bir yerde karşılaşmış olsaydık, birbirimizden hoşlanır, arkadaş olurduk’, ‘ Son ana, kendi kendimi gözden yitirinceye kadar ölü erle el eleydik.’
Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin dördüncü dönemi, ‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ irdelemeleriyle sona erdi. Bir sonraki buluşmaya kadar edebiyatla ve barışla kalın.
29 Ağustos 2013 – “Suriye’ye Askeri Müdahaleye Hayır” Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
29 Ağustos’ta Küresel BAK yürütme kurlu “Suriye’ye askeri müdahaleye ve savaşa hayır” başlıklı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “Suriye’ye yapılacak askeri müdahale meşru değildir, karşı çıkılmalıdır. Özellikle Türkiye’nin Suriye veya başka bir ülkeye yönelik operasyona katılması veya lojistik destek vermesine kesinlikle karşı çıkılmalıdır” dendi.
30 Ağustos 2013 – “1 Eylül’de Barışa Sahip Çıkalım” Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK, 30 Ağustos’ta 1 Eylül barış günü için yürütme kurulu olarak yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “Barışa sahip çıkalım” çağrısı yapıldı. Açıklama 1 Eylül’de yapılacak mitinge çağrı ile bitiyor. “Barışa güçlü bir şekilde sahip çıkmak için tüm savaş karşıtlarını 1 Eylül Pazar yapılacak BARIŞ MİTİNGİNDE buluşmaya davet ediyoruz.”
6 Eylül 2013 – “Suriye’de Savaşa Hayır” Basın Açıklaması çağrısı – İstanbul
Küresel BAK, 9 Eylül’de yapacağı basın açıklaması için bir çağrı yayınladı. Suriye’de savaşa değil, barışa ve silahsız çözüme hazırız denilen çağrıda Amerikan müdahalesine hayır dendi.
9 Eylül 2013 – “Suriye’de Savaşa Hayır” Basın Açıklaması – İstanbul
9 Eylül’de Amerikan kongresinin Suriye’ye müdahale etmeyi tartışmaya başlayacağı gün. Türkiye’de Küresel BAK, Avrupa ve Amerika’daki savaş karşıtlarına paralel olarak bu kararın çıkmaması için gösteri yaptı. Galatasaray meydanında yapılan gösteriye katılan aktivistler “savaşa hayır” sloganları attılar. Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Kerem Kabadayı Suriye’ye müdahale edilmemesini isteyen basın açıklamasını okudu.
15 Eylül 2013 – Hrant Dink Davası’na Çağrı – İstanbul
Hrant’ın Arkadaşları 17 Eylül’de yapılacak Hrant Dink davasına çağrı yaptılar. Açıklamada Hrant Dink davasının gerçek katillerinin bulunup yargılanması çağrısı yapıldı.
17 Eylül 2013 – Hrant’ın Arkadaşları Basın Açıklaması – İstanbul
Yargıtay’ın bozma kararının ardından bugün yeniden başlayan Hrant Dink cinayeti davası öncesinde, Hrant’ın Arkadaşları, Çağlayan Adliyesi’nin önünde bir açıklama yaptı.
Açıklamaya DTK Eş Başkanı Aysel Tuğluk, BDP milletvekilleri Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, bağımsız milletvekili Levent Tüzel ile CHP milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Mahmut Tanal da katıldı.
“Müsamereyi bırakın, asıl sorumluları yargılayın” yazılı pankart açan Hrant’ın Arkadaşları, “Hrant için, adalet için”, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz”, “Katil devlet hesap verecek”, “Bu dava böyle bitmeyecek”, “Faşizme inat kardeşimsin Hrant”, “Öldür diyenler yargılansın” sloganları attı.
Hrant’ın Arkadaşları adına basın açıklamasını Gülten Kaya okudu. Kaya, Hrank Dink davasında mahkemenin “örgüt yok” diyerek karar verdiğini, ancak Yargıtay’ın “örgüt var” diyerek kararı bozması üzerine yargılamanın tekrar başladığını kaydetti.
21 Eylül 2013 – Türkiye Barış Meclisi Barış Ödülü Gecesi – İstanbul
Türkiye Barış Meclisi’nin organize ettiği, 2007 yılında kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden 1994 yılında kapatılan Demokrasi Partisi (DEP) milletvekillerinden Orhan Doğan anısına verilen Barış Ödülü töreni Lütfü Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında yapıldı.
Törenin açılış konuşmasını yapan Türkiye Barış Meclisi dönem sözcüsü Hakan Tahmaz ilki bu yıl yapılan ödül töreninin barışa hasret bu topraklarda barış için çabalayanların cesaretine cesaret, umuduna umut katmak için gerçekleştiğini belirtti.
Barış ödülü vermenin zor olduğunu ifade eden Tahmaz şunları söyledi: Kürt sorunu gibi bir sorun büyük ve kadim bir sorununda ödül vermek tahmin ettiğimizden daha zormuş. Bu zorluğun kaynağını ise hiç kuşkusuz 40 yıldır süren savaş, savaşın yarattığı toplumsal ayrışma ve kutuplaşma. Bir başka boyutu ise barışa dair her şeyin topluma kodlanarak sunulmasıdır. Barış Ödülü çalışmasını kritik bir dönemeçte başlattık. Çatışma ve savaş döneminin aşılmasının güçlü olanaklarının ortaya çıktığı bir ekipteyiz. Çözüm arayışlarının yoğunlaştığı ve demokratik mücadelenin esas olduğu döneme çok ağır bedeller ödeyerek girdik. Son aylarda yaşananlar da gösterdi ki bu yeni dönem de çok kolay olmayacak. Biz, burada bulunanlar ayrı kulvarlarda ama aynı hedefe yönelik çalışmalarla, eşit ve özgür bir arada yaşamı kuracağımıza ve kalıcı barışa ulaşacağımıza inanıyoruz. Her zaman ve her yerde olduğu gibi bu coğrafyada da savaş muktedirlerin eseri, barış hepimizin eseri olacak”
Barış adına, Türkiye’nin gerçekçi ve gerçekleşebilir yol haritasına ihtiyacı olduğunu söyleyen Hakan Tahmaz, “Birkaç aydır gözlemlediğimiz “ipe un seren” tutum terk edilmeli. Perakende demokratikleşme ve paket usulü kısmi düzenlemelerle kalıcı barışa ulaşmak oldukça zordur. Bizim ihtiyacımız, bütünlüklü demokrasi, eşitlik ve özgürlük. Bu çok doğal olarak büyük oranda hükümetin görev ve sorumluluğu. Bu da kuşkusuz diyalogla, müzakereyle, şeffaflık ve katılımcılıkla olmalı. Kürt sorunun çözümünde bunlar kilit role sahip. Zaman kaybetmenin, oyalanmanın anlamı yok. Barış yolunda ilerlemeyi hızlandıracak en önemli çaba, toplumda güven duygusunu geliştirmektir. Hrant Dink davasında 6 yıldır, Roboski’de 633 gündür ve Gezi protestosu etrafında yaşananlar toplumun güven duygusunun nasıl zedelendiğini gözler önüne seriyor” diye konuştu.
Ahmet Hakan, Prof. Ayşe Erzan, Fatih Polat, Gülten Kaya, Hakan Tahmaz, Murat Çelikkan, Hidayet Şefkatli Tuksal ve Orhan Dink’ten oluşan jüriye başkanlık yapan Prof. Ayşe Soysal ise yaptığı konuşmada ödülü Kardeş Türküler grubuna verme nedenlerini açıkladı.
Soysal şunları söyledi: Bulunduğumuz topraklarda yok sayılan, varlığı görmezden gelinen kültürlere ait müzikleri ve dansları yirmi yıldır araştırarak, yeniden yorumlayan; bu çaba ile farklı kültür, dil, inanç ve cinsiyet yönelimine sahip kişi ve toplumların bir arada, barış içinde yaşamasına dönük çalışmalar yürüten; yirmi yıl önce barış kelimesi egemenler tarafından bir tehdit olarak algılanır ve yasaklanırken yeni bir umuda kapı açmak için kendi projelerini başlatan; çabalarını bugüne kadar değişen politik koşullardan etkilenmeden, inatla ve ısrarla sürdüren; yok sayılan tüm “ötekileriö görünür kılarken, bu kültürlerin kendi aralarında da birbirlerini dinlemesi ve anlaması için gayret gösteren; bütün zorluklara rağmen, barış ve bir arada yaşama anlayışını geniş kitlelere ulaştırma başarısı gösteren; müzik alanında savaş karşıtlığının öncülüğünü yaparken, diğer sanatçı, kurum ve kişilerle işbirliği içinde bulunmaya özen gösteren; barışı sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’dan Avrupa’ya, Amerika’dan Afrika’ya kadar her yerde seslendiren ve yaşadığımız topraklardaki tüm barışseverlerin umudunu ve sesini dünyaya duyuran BGST Kardeş Türküler’e verilmesi oy birliğiyle kararlaştırılmıştır”
Ressam Mehmet Güleryüz’ün tasarladığı ödülü Kardeş Türküler grubuna yazar Yaşar Kemal verdi. Ödülü grup adına Vedat Yıldırım alırken, Feryal Öney ise bir teşekkür konuşması yaptı.
Kardeş Türküler grubunun mini bir konser verdiği ödül töreninde Mahir Günşıray da şiir okudu.
27 Eylül 2013 – ”Çözüme Evet Barışa Evet” Basın Toplantısı – İstanbul
Çözüme evet koalisyonu demokrasi paketi açıklanmadan önce barışın sürekli kılınabilmesi konusundaki fikirlerini paylaşmak için bu gün bir basın toplantısı düzenledi. Cezayir toplantı salonunda yapılan basın toplantısında İHH’dan Avukat Gülden Sönmez, Akademisyenler Bekir Berat Özbek, Ferhat Kentel, Eski İstanbul Milletvekili Ufuk Uras, Gazeteci Nevzat Çiçek, Kafkasya Forumu aktivisti Kuban Kural ve Küresel BAK aktivisti Kerem Kabadayı birer konuşma yaptı.
Gülden Sönmez paket açıklanmadan önce bir basın toplantısı ile seslerini duyurmak istediklerini söyledi.
Ardında Küresel BAK’tan Kerem Kabadayı “çözüme evet, barışa evet” imza metnini okudu. Aşağıda yer alan metinde sürecin devamının ve çatışmasızlık koşullarının sürmesinin önemli olduğu vurgulandı.
Basın metni şöyle bitiyordu: “Yok sayılan, temel hakları gasp edilen halkların varlığı tanındığında ve hakları her düzeyde garanti altın alındığında kalıcı bir barış, gelişkin bir demokrasi ve savaşsız bir yaşam yönünde kalıcı adımlar da atılmış olacak.”
Daha sonra söz alan Bekir Berat Özipek tarihi bir dönemde olduğumuzun altını çizdi. Hükümete ve Kandile özel bir görev ve sorumluluk düşüyor dedi. Kürt sorununda talep edilen hakların sağlanması içim siyasi süreçlerin işletilmesi gerektiğini vurgulayan Özipek, bu konuda sivil toplum ve bireylere iş düştüğünü söyledi.
Ufuk Uras 2014 yılının barış yılı olacağını düşündüğünü söyledi. Uras, “Bu kesintisiz bir süreç, demokrasi paketlenemez ama demokrasinin alanının genişletecek her alanın desteklenmesi gerekir. “Sorunları, sorunların mağdurları çözer. Paketlerin kendisinin demokratik süreçlerle işletilmesi paket kadar önemli” dedi
Ferhat Kentel anadilin çözüm sürecinde çok önemli olduğunu vurguladı. Çözüme sürecinin devam etmesi gerektiğini söyledi.
Nevzat Çiçek paket sırasında kendi fikirlerinin alındığını, görebildiği kadarıyla paketin özellikle anadil konusunda herkesi tatmin edemeyeceğini söyledi. Ancak paket bir son değildir, bundan sonra demokrasinin genişlemesi için çalışmalara devam etmeliyiz dedi.
Kuban Kural çözüm süreci hem Kürtleri hem de diğer halkları umutlandırdı dedi. Çerkez, Türk, Kürt hepimizin istediği barış ortamının devam etmesi dedi.
Gülden Sönmez kapanış konuşmasında süreçle ilgili herkesin sorumluluğu arttı dedi. Demokrasi paketi açıklandıktan sonra çözüme evet koalisyonu olarak çalışmaya devam edeceğiz diye ekledi.
2 Ekim 2013 – “Suriye Tezkeresine Hayır” Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
2 Ekim tarihinde Küresel BAK yürütme kurulu adına Faruk Sevim yazılı bir basın açıklaması yaptı. basın açıklamasında Hükümetin Suriye için çıkaracağı tezkerenin barışa yarar getirmeyeceğinin altı çizildi. Savaşı durdurmanın yolu Suriye’ye asker göndermek değil, yardım göndermekte olduğu söylendi.
30 Ekim 2013 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Birinci Kitap – İstanbul
‘Orta Doğu Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ilk toplantısında Nilüfer Uğur-Dalay Orta Doğu üzerine bize kısa bir bilgi verdi. Ardından Yıldız Önen, Suriyeli yazar Helim Yûsiv’in hayatını anlatarak Ölüler Uyumaz isimli kitabı tartışmaya açtı.
Orta Doğu kavramı ilk kez 2.Dünya Savaşı sırasında, İngilizlerce, Mısır’daki askeri birliğin ‘Orta Doğu Komutanlığı’ olarak adlandırılmasıyla, ulus-devlet yapılarının netleştiği 20. Yüzyılın başlarında kullanılmaya başlanmıştır. Tanım Avrupa bakış açısını gösteriyor olup İngiliz merkezli bir dünya coğrafyasının bölgeye düşen jeopolitik kavramın adını oluşturuyor.
Kavram karmaşası coğrafi sınırların çizilmesinde de yaşanıyor. En geniş anlamıyla Orta Doğu Fas’tan başlayarak Afganistan’a, Pakistan’a, Türkiye’ den Habeşistan’a kadar giden bir bölgeyi kapsıyor. Daha dar anlamıyla Ortadoğu(Kuzey Afrika, Arap Yarımadası, Afganistan, Türkiye)nüfusu 653 Milyon olan bir havza. Toplam dünya nüfusu 6,9 Milyar (BM 2010 verisi) olduğuna göre, dünyanın % 9,4’lük bir bölümünün yaşadığı bir bölgeden söz ediyor oluyoruz.
Orta Doğu dünyanın medeniyet beşiği. Tarihi M.Ö.9000’lere giden, insanlığın ilk yerleşik düzene geçtiği yerlerden biri, ilk kez tarımın yapıldığı, hayvanların evcilleştirildiği, tekerleğin kullanılmaya başlandığı, ilk yazılı uygarlığın doğuş yeridir. Dünyanın en büyük 3 semavi dini de Orta Doğu merkezli. Dolayısıyla Orta Doğu dünyanın kalpgâh noktası diyebileceğimiz bir yer.
Dünyanın beyni Batı ise, dünyanın kalbi de Orta Doğu’dur demek yanlış olmaz. Çünkü dünyanın yaşamasını, Batı ve Doğu diye nitelendirdiğimiz coğrafi alanlarının yaşam ihtiyacının büyük bölümünü Orta Doğu sağlamaktadır.
Orta Doğu büyük güçlerin her zaman ilgisini çekmiştir. Petrol yokken de Orta Doğu çok önemli bir yer olmuştu. Çağlar boyu ipek ve baharat yolları ile kültürlerin karıştığını, birbirleriyle tanıştığını ve kavga ettiğini görüyoruz.
Orta Doğu’nun önemli bir bölge olarak algılanmasının nedenlerinden biri de, doğuyla-batı, kuzeyle-güneyin kesiştiği coğrafi kavşak niteliğinde olması. Bu sebepledir ki, tarihi boyunca, dünyada ve bölgede güçlü ve söz sahibi olmak isteyen ülkelerin birincil hedefi durumunda olmuştur.
Orta Doğu’nun kendine özgü bir sosyo-kültürel yapısı bulunmaktadır. Bölgenin dünya sistemi içindeki hareketleri ve mevcut durumları bu özgül özellikleri çerçevesinde biçimlendirmektedir. Orta Doğu ülkelerinin büyük çoğunluğunun (azınlık olarak farklı din unsurları olsa da) İslam dininden ve toplumların genelde Arap etnik temelli olmaları, Orta Doğu siyasetinde, sosyo-kültürel yapısında, uluslaşma ve devletleşme sürecindeki ideolojileri, fikirleri, ekonomileri, kaynakları ve yaşam anlayışlarında belirleyici olmaktadır.
Orta Doğu’nun can damarını oluşturan bu kendine has yapının temelini üç unsur oluşturmaktadır; din, siyaset ve ideoloji. Ülkelerinin bu üç argüman üzerinden hareket ettikleri görülmektedir. Devvletlerinin yanı sıra Orta Doğu halklarının da bu üç prensip çerçevesinde düşünce sistemlerini oluşturduğu görülmektedir.
Orta Doğu’nun bu özgün yapısı bir baharatçı dükkânına benzemektedir. Her türden, renkten, taddan baharat vardır. Gizemli bir denge içinde hep beraber var olmaktadırlar. Dışarıdan birisi, bu baharatçı dükkânına girer ve hapşırırsan baharatlar havaya kalkar, dengeleri bozulur. Elbette bu karmaşada baharatları toplayacak birileri de çıkar. Yani birileri hapşırmaya başlıyorsa bilin ki dükkânı karıştıracak demektir. Bu karışıklık siyasi olaylar ile kan ve gözyaşını da beraberinde getirecektir.
Atölye’nin tartıştığı Ölüler Uyumaz isimli kitabın yazarı Suriyeli bir Kürt olan Helim Yûsiv’du. Kitap 1996’da yazılmış ve 1992 yılında öldürülen Musa Anter’e adanmış; ‘Bahçene ektiğin ağacın duvarın üstünden aşan dalları bizim Amûdê’deki evin bahçesine ulaştı’.
Suriye’nin kuzey sınırına yakın bir kasabada doğup yaşayan, sonra da Almanya’ya göçen yazar kendisini’Ben bir sınır çocuğuyum,’ diye tanımlıyor. Sınırda yaşamak, göz ucuyla başka bir ülkeye bakarak başka bir dünyayı düşlemek, sürekli polis, asker, mayın ve silahların gölgesinde yaşamak anlamına geliyor. Kitaplarını Kürtçe yazıyor ve bunu sırf Kürtçe yazmış olmak için yazmadığını söyleyerek yazıyor. O iyi bir Kürt Edebiyatı yazarı olmak için yazmayı hedefliyor.
Yazar ‘sınırda yaşayan’, ‘vatanı olmayan’, ‘vatan kurma hasreti çeken’ birisinin yaşayabileceği tüm acıları, ölümü, şiddeti, alegorik, metaforlarla zenginleştirilmiş, gerçeküstü bir dünya kurarak anlatıyor. Özellikle delilik metaforu sıklıkla kullanılıyor. ‘Yaşananlar, görülenler ve maruz kalınan aşağılanmalardan çıldırmamak için tek çıkış yolu işi deliliğe vurmak’. Baskıya karşı ses çıkartamama ya sessizliği ya da deliliği getiriyor.’Delilik ilahi bir sevgidir’.
Yersiz yurtsuzluk, bir vatanının, bir ulus devletinin olmaması, vatan hasreti kitabın çoğunluğuna egemen düşünce. ‘Nasıl olur da bir ülke boydan boya kirli bir ayağa ayakkabı olur?’,’Ülkeye gelince; o kara bahtlı,melül, ezilenlerin yeriydi. Kara bahtlı namuslu insanlar yaratamaz mıydı?’, ’Allah bizi niye vatansız, bahtsız kıldı’, ‘Allahım…bir gün ben… yanına tırmanacağım ve seni kendi kanımla yıkayacağım. Bütün kirlerinden arınana kadar iki ayağını sıcak gözyaşlarımın içinde tutacağım. Belki o zaman varlığımızdan haberdar olursun.’
Yazarın dili, önerisi ayrımcı, özellikle okumuş, eğitimlilere karşı kırıcı bulundu. ‘Yaşayanlar artık dünyanın bütün gazete ve dergilerine karşılık bir lira vermeye yanaşmıyor’,‘Üniversiteye yeniden döndü…Burunu havada kızlar, nevrotik hastalıklar…Uzun detaylı konuşmalar…Ne zaman ülke sözünü duysa elli ölü…Hala okumayı nasıl sürdürebilir, sonuca götürebilirim?…Çivi çiviyi söker…zoru ancak zor bertaraf edebilir.’
Çözüm önerisi de acılara acıyla, şiddete şiddetle cevap verecek yöntemlerde.’Bir mayın tarafından parçalansın, dönmesin, her bir parçası bir tarafa savrulsun istedi ama olmadı’, ‘İşe yaramaz sözcüklerle hakkını isteyenler, suda boğulmak üzere olan ve elleri, ayakları çürümüş insana benzer’. Silah onun için hayatın vaz geçilmezi. Silahlı mücadeleye methiyeleri çoğu satırlarda izliyoruz. ‘Silahla, tüfekle ilişkisi, bu duygusallıkla başladı’. Çoğu zaman aşk bile silahla özdeşiyor, aşk silahtan, savaştan esinleniyor. ‘Yiğidimin tüfeği nesrani Kaleye saldık, kale almadı Ne benim vardığım koca Ne senin aldığın karı.’
Atölye yazarın dilini, hayvanlarla ilgili betimlemelerini, toplumda birlikte yaşadığı ötekileri, onlardan olmayanlara ‘gavur’ olarak nitelemelerini, ‘Gavur gözlü Cemile’, savaşçıl buldu. ‘Kudurmuş askerler’,’Askerler de adeta koyunlaştı’, ‘Bu dağın kökü kazınmalı’,’Çuvaldan çıkardığı beyaz kediyi havaya kaldırdı ve iki eli, kedinin boynunda kement oldu. Sıktı, sıktı…Parmakları çözüldüğünde, beyaz kedinin cansız leşi ayaklarının dibine düşüverdi’;’okşamalarla kuzusunu tahrik eder, kızıştırırdı’.
Kadınlara karşı üslubu ise son derece erkek egemen ve aşağılayıcıydı. ‘Kendisini kocasının ve çocuklarının hizmetine adamış, ailesi ile bağlarını kopartmıştı,’ ‘Para karşılığı bacaklarını havaya dikmek, zevk ve günah ateşiyle bedenlerini dağlayan kadınlar’,’Misto üniversitdeki Kürt kızların gülü Şêrin’in ardına düşmüştü. Ve içlerinde güzeller az olduğundan ikiyüz genç Şêrin’in etrafında pervane olmuştu.’
Her ne kadar genel dili ataerkil olsa da yazar erkekleri de küçümsemeden duramıyordu. Erkek olmak da zordu.’Telo’dan başka kimseerkek olduğunu söylemesin’, ’Evet, kaçmak erkekliğin yarısı.’
Yaşanılan acı, yoksulluk, yoksunluk, öfke, aşağılama, sıkışmışlıklarla dolu vahşi ve acımasız bir dünya. Vatansızlık, ulus devletin olmaması insanlar için büyük bir eksiklik olabilir. Ancak Atölye’miz açısından çözüm yolu ve dili şiddetten, savaştan geçmemeli. Masalsı anlatımlar belki yazarın diline naiflik kazandırsa da gerçeküstücülüğün büyüsü, masalsı, romantik dünyası, gerçeği, yazarın canını acıtan gerçeği ve bu gerçekle silahla başa çıkmanın önerildiği bir dünyada yok oluyor.Yazarın edebiyatını da daha nitelikli kılmıyor.Yazarın duruşu Atölye tarafından kabul görmeyen, karşı çıkılan bir duruş olarak kabul edildi.
Çünkü biz de yazar da (!) biliyoruz ki, yaşanılan bu süreçte, varılan bu noktada;‘Eskiden, dünya daha güzeldi. İnsanların yüreğinde bu kadar kin ve garez yoktu. Şimdilerde kimse kimseyi sevmiyor. Kimsa, kimsenin iyiliğini istemiyor’.
20 Kasım 2013 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem İkinci Kitap – İstanbul
‘Orta Doğu Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ikinci toplantısında Kamer Badur-Eğilmez bize Suriye konusunda kısa bilgiler verdi. Ardından Faruk Sevim, Suriyeli yazar Fawaz Husen’in hayatını anlatarak Amidabad Göç, Çocuk ve Irmak isimli kitabı tartışmaya açtı.
Suriye coğrafi konumu, farklı mezhep ve etnik grupları barındıran nüfus yapısı ve karmaşık dış politika bağlantıları nedeniyle bölgenin fay hattı olarak görülmektedir. Doğal kaynaklar bakımından fakir bir ülkedir. Ormanlar, madenler, bitki örtüsü oldukça kıt olduğundan ekonomik olarak geri kalmış bir ülkedir. Halkın yoksulluğunda varolan kıt kaynakların eşitliksiz dağılımı önemli bir rol oynamaktadır.
Suriye uygarlığın ve yerleşik hayatın başlangıcından itibaren önemli bir bölge olmuştur. İlk yerleşim M.Ö. 5000 yıllarına tarihlenmektedir. Şam kenti, dünyanın en eski ve devamlılık gösteren kentlerinden biridir.
Bölgenin en eski sakinleri Natufien’lerdir(MÖ 8300-7000 Suriye Filistin bölgesinde ortaya çıkmış olan bir kültür). Sonrasında Akadlar, Amuriler, Hititler, Mısırlılar (İlk yazılı anlaşma olan Kadeşte Mısır ve Hitilerin Suriye topraklarını paylaşmaları üzerinedir), Asurlular, Medler, Persler, Roma, Bizans sonra da Osmanlı bölgenin topraklarına ayak basarlar.
634 yılında topraklar Müslüman Arapların egemenliğine girer. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bölge isyanlarla çalkalanır. Napolyon gibi Avrupalı askerler, Osmanlı, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa, Amerikalı ve Avrupalı Devletlerin misyoner okulları ve birtakım insani örgütler aracılığıyla bölgedeki faaliyetlerle bölge çatışma zeminine oturur. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile Hristiyanlara eşit haklar verilmesiyle Müslüman-Dürzi, Müslüman-Hristiyan çatışmaları kızışır. II. Meşrutiyetin ardından İttihatçıların izlediği politikalar Suriye’de Arap milliyetçiliğine dayalı bir muhalefetin gelişmesine zemin hazırlar.
I.Dünya Savaşı’nda Arap liderlerin Fransız ve İngilizlerle işbirliği, Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları, Arapların desteğiyle İngilizlerin bölgeyi işgali, Fransız mandası (1920-1946) bölgeyi karmaşaya sürükler. Ülke, 1941-970 yılları arasında ardarda gelen askeri darbeler sonucunda radikal değişikliklere maruz kalır. 1958 yılında Mısır ve Suriye’nin birleşmesiyle Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulur. 1961 yılında Şamlı Sunni subaylar tarafından gerçekleştirilen askeri darbe neticesinde birleşme sona erer.
Uzun yıllardan bu yana ülkede iktidarını koruyan Baas Partisi, dışta Pan-Arap, içte sosyalizm propagandasıyla Suriye’de güçlenip, 1963’te ülkenin tek kanuni partisi hüvviyetini kazanmıştır. 1970 Yılında, Hava Kuvvetleri komutanı Hafız Esad yönetimi ele geçirir ve Düzeltme Hareketi ile kendince rejimi restore eder. 1970-2000 yılları arasında devlet başkanlığı, parti genel sekreterliği, silahlı kuvvetler komutanlığı makamları Esad’ın kişiliğinde tüm devlet ve toplum kurumlarını kapsayan karmaşık bir çıkar ağına dönüşür.
2000 Yılında Beşar Esad ordunun, istihbarat servislerinin, Baas Partisi’ndeki kökleşmiş kadroların ve referandumda halkın % 97’sinin tam desteğini alarak iktidara gelir. Göreceli bir Şam Baharı dönemi yaşanır. Ancak bir yıl gibi kısa süre sonra Şam Baharı sona erer ve demokratikleşme yönünde geri adımlar atılmaya başlar.
11 Eylül’den sonra ABD, Suriye’yi ‘bölgesel kaynaklı küresel teröre ve kitle imha silahlarına sahip serseri devlet’ler arasında saymış, Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu’nda Irak’ı desteklemekle suçlamış ve ülke üzerinde üzerindeki baskısını artırmıştır.
Hariri suikasti sonrası (14 Şubat 2005) Suriye’nin Lübnan’daki pozisyonunu değiştirir. Tunus, Mısır ve Libya’daki halk ayaklanmalarıyla başlayan Arap Baharı rüzgârı Suriye’ye sıçrar. 2011 yılından beri de Suriye’de sular bir türlü durulmak bilmez. ABD ve Batı baskısı altında olan Suriye’nin İran’ın desteğine sahip olması, Hizbullah, Hamas gibi örgütlerle yakın ilişkisi, Rusya ve Çin ile sıkı ekonomik işbirlikleri, bölgede çözülmesi zor bir kördüğüm oluşturmaktadır.
Suriye nüfusu 25 milyon civarındadır. En büyük etnik grup Araplar (%90), sonra Kürtler’dir (%9). Nüfusun geri kalanını Ermeni ve diğer etnik gruplar oluşturmaktadır. Halkın % 86 sı Müslüman, bunların %74’ü Sünni, % 12 Nusayri, % 10 Hristiyan, % 3 Dürzi’dir. Azınlık nüfusun % 12’sini oluşturan Nusayriler bugün Suriye’de iktidardadır. Suriye tarihi katliamlarla doludur. En büyüğü Hama Katliamı’dır. Müslüman Kadeşlerin 1980 yılında Hafız Esad’ı hadef alan başarısız suikast girişiminden sonra alevlenen Sünni Müslüman-Nusayri çatışması, Esad’ın cezaevlerindeki Sünnileri öldürmesi, Suriye ordusunun tamamının katıldığı 2 Şubat 1982 yılında on binlerce kişinin öldürüldüğü bir katliamla sonuçlanmış, 800.000 Suriyeli ülkeyi terketmek zorunda kalmıştır. Suriye bugün Ortadoğu’nun büyük ve derin faylarından biridir. Fawaz Husen Nusaybin yakınlarındaki Amude kasabasında doğan bir Kürt yazardır. 1978 Yılında eğitim için Fransa’ya gitmiş, kısa bir süre İsveç’de yaşadıktan sonra Paris’e geri dönmüştür.
Amidabad Göç, Çocuk ve Irmak ülkesinden uzakta yaşayan, ülkesine dönemeyen ama göçtüğü ülkeyle de bütünleşememiş bir göçmenin arada kalmışlığını anlatan psikolojik bir romandı. Kitabın bütününde, ezilen, yaşadığı bölge yağmalanan, göçe zorlanan, bir ulusun üyesinin acılarını buluyoruz. Bu durum, kurmaca anlatının kahramanında ve yazarda milliyetçilik olarak dışa vuruluyor. ‘Fransa Fransızların’dır cümlesi ile herkesin kendi ülkesinde var olabileceği, ‘kendi vatanı gibisi yok!’, kısıtlamasına düşüyordu. Bu da barışçıl olmayan bir çıkarsamaydı ve tehlikelei yerlere evrilebilirdi. ‘Fransa, mezarlık gibi bir ülke’, insanları ‘Azrail gibi tren memurları’ olup çıkıyordu. Biz Atölye katılımcıları biliyoruz ki dünya herkesindir. Her yerleşim binlerce yıldır insanların sırasıyla ve birlikte yaşadığı bir dünya mirasıdır.
Yazarın edebi başarısı bir yana bırakılacak olursa, Atölyemiz açısından genel olarak kötümser, dili öfkeli, ayrımcı, eril olarak değerlendirildi. Kadınlara karşı tavrı sorunluydu. Okumalarımızda ‘O sarışın kızların bizim gibi sıcakkanlı ve esmer delikanlılar için çıldırdıklarını düşünüyorduk’,’Genç ve ince kadınlar şişmanlaşıyor, genelev kadınlarına dönüşüyorlardı’, ‘beyaz göğüslü kadınlar’, ’sıcak bir kuşak gibi saran’, ‘yararlanamadığımız dünya nimeti’ kadınlara rastladık. Yazarın kendi dışındakilere bakış açısı da ayrımcı ve küçümseyiciydi.‘Çingeneler ve gezgin demircilerle düşüp kalkardı’. Ayrıca yazarın, yaşadığı çevredeki diğer etnik ve kültürel farklılıklardaki insanlardan söz etmediği de önemli bir eksiklik olarak değerlendirildi. Adeta yazar kendi gibi insanların var olduğu steril bir dünya kurmuştu. Kendi gibi olanlar ‘acının süvarisiydiler’,‘sidikleriyle seller yaratabilir’, ‘dağları yerinden sökebilir’, ’Ejderhaların başlarını bir kılıç darbesiyle kesebilir,’ ‘tüfek namlusundan fırlayan mermi’ gibi, ‘kurşun gibi’ hareket edebilirlerdi.
Yazar ezilen ulusların acıları başarıyla anlatılıyordu. ‘Göç yolu ölüm yolu gibiydi’,‘Bizi korku ve endişeden uzak tutacak ve o noktaya bir daha geri getirmeyecek bir Tanrı bekliyorduk’,’ Tanrıya çok yakındım, ama o ağır kulaklarına çığlıklarımı duyuramadım hiç’,’Çöplük kokmuyorlardı; bahtları vatanlarındaki kar gibi beyazdı!’, ‘Onlar konuşmadan da birbirlerinin derdini, tasasını anlayabiliyorlardı.’
Ancak Atölyemiz açısından, ezilen halkların başkalarını dışlama, aşağılama, ayırımcı davranma haklarının olmadığında görüş birliğine vardık. Bu toprakların söyleyecek daha çok sözü var. Bu topraklarda binyıllardır insanlar geldi, yaşadı, sevdi, göçtü, öldü. ‘Kumla ve yalanlarla ağırlaşmıştı yükler’. ‘Düşük yapmış düşler kurulmuştu’.Bu topraklarda‘Sözlerimiz toprak kadar eskiydi, içimizse söylenmemiş sözlerle doluydu’. Söylenmemiş sözlerde barışı aramayı sürdürüyoruz.
27 Kasım 2013 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Üçüncü Kitap – İstanbul
‘Orta Doğu Edebiyatında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye‘sinin üçüncü toplantısının konusu Salim Berakat’ın Demir Çekirge kitabıydı. Yazarı bize Beste Sezen Ateşpare tanıttı. Ümmü Burhan ise kitabı tartışmaya açtı.
Salim Berakat ‘Edebiyatta Arap dilinin yularını elinde tutan kişi’, ’Büyülü gerçekliğin Arap Edebiyatında temsilcisi’ gibi tanımlarla çok başarılı bulunsa da Atölyemiz açısından şiddeti içselleştirmiş, hatta bundan keyif ve haz alan, kurduğu yazınsal dünyada şiddeti aşama aşama arttıran, bunu kendi ve okuru için normalleştiren/normalleştirmeye çalışan bir yazar olarak değerlendirildi.
Demir Çekirge, beş dönemdir devam eden ‘Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin en şiddet yüklü kitabı olarak değerlendirildi. Yazarın, Kürt halkına uygulanan şiddeti anlamamız, içselleştirmemiz istiyor idiyse, bu kitapla bunu başaramadığı kabul edildi. Orta Doğu/Suriye/Kürt edebiyatından şimdiye kadar okuduğumuz üç kitap yazarlarının da iddia ettikleri ‘doğaya bağlılık’ın bizin anladığımız anlamda bir doğaya bağlılık olmadığının üstünde durduk. Kitabın eleştirilen diğer bir özelliği, çocuk gözüyle bu şiddetin anlatılmasıydı. Oysa yazım dili otuz yaşındaki bir yetişkinin diliydi. Böylesine katıksız bir şiddetin çocuk masumiyetiyle anlatılamayacağında fikir birliğine vardık. Yazar halkının yaşadığı acıları çocukluğa sığınarak anlatırken adeta şiddetin tarifini yapıyordu. Dünya üzerinde var olan her hayvanla ilgili, çocukluğunda yaşadığı/uyguladığı/ mahallesindeki istisnasız tüm çocukların uyguladığı işkenceyi bize keyifle anlatıyordu. Maruz kalınandan çok uygulanan şiddet anlatılıyordu.
‘Kuşların gırtlağını kesmek’, ‘Katırların ayağını kırmak’, ‘Köpeğin üzerine taş yuvarlayarak topal bırakmak’, ‘Ördekleri çılgına çevirmek’, ‘Keçinin boynuzunu kırmak’, ‘ Bukalemunun derisini yüzmek’, ‘ Hindilerin gagalarını birbirine bağlamak’, ‘ Tavşanları katlederek bilançosunun çıkartılması’, ‘Küçük serçeye ateş etmek’, ‘ Canlı canlı gömülen kuşlar’, ‘ Kırık boynuzu nedeniyle inleyen, yaraları kapanmamış koçlar’, ‘Katırların derisini yüzmek’, ‘ Çakalla boğuşan at’, ‘ Yuvası su doldurularak boğulan köstebek’, ‘Kızgın yağ dökülerek kuyruğu tutuşturulan, kafatası balon gibi patlayan kediler’, ‘Kuyruğuna bomba bağlanan inekler’, ‘ Dişleri sökülen su yılanları’, ‘Kovanlarına çubuk sokulan arılar’. Bölüm başlıklarından birini ‘Geometrik Şiddet’ olarak seçmiş olan yazar doğadaki diğer canlılara, bitki ve insanlara karşı da şiddet yüklüydü. ’Anneler sopa, taş, demir parçalarıyla çocuklarına dayak atıyorlardı’. ‘Başakları kopartıp ezmekten zevk alıyorduk’, ‘Şaşı Reşo boyadan boya biçilmişti’, ‘ Yağma, hırsızlık ve tahrip etmekten başka bir şey düşünmezdik’.
Çocuklar çevredeki ötekilere karşı da acımasız ve güvensizdi. Yezidilere inanışlarına dayanarak acı şakalar yapılıyordu. ‘Bedevi çocuklara güven duymazdık’. Satırlarındaki şiddet dozunu, sığındığı çocuk gözü anlatımına ‘Çocukta kim kusur arayabilir ki?’ diyerek gerekçe yaratıyordu. Çocuklar ‘Şiddet için can atıyorlardı’, ‘Biz çocuklar ölülere ilgi duyar, bununla beslenirdik’, ’İşkence ederek öldürme zevkini bize tattırmaları için…’, ‘Hayvanların sağ çıkamadıkları eğlenceler’, ‘ Nihayet cezalandırılma korkusu olmadan acı çektirebileceğimiz birisini bulmuştuk’. Kadınlar da elbette bu şiddet yüklü dilden nasibini alıyordu. ‘Sarışın, modern kadınları kucakta oturtmak’, ‘Tavuk gibi dövüşen Şuşe ve Besse’, ‘Kız kardeşlerini ağa çocuklarına pazarlayan ağabeyler’, ‘On bir yaşında gelin edilip tecavüze uğrayan yetim gelin’, ‘Tarlada çalışıp suya atlayarak yıkanan kadınların erotik betimlemeleri’.
Almanca çevirmeninin sonsöz olarak yazdığı ‘ Anlattığı olaylar, şiirsel tasvirler, kültürel imaların hepsi Kürt’tür… Yazar çocukların zorbalığı hiçbir şekilde haklılaştırılmaya ya da zararsızmış gibi göstermeye çalışmaz. Onları affetmez’ açıklamasına ise Atölye olarak itibar edemedik. Yazar yaşayamadığı çocukluğunu değil, çocukluk dönemini kullanarak savaşı anlatıyordu. Demir Çekirge, ‘Savaş nedir? Şiddet nedir?’ sorusuna verilebilecek en iyi yanıt olarak görüldü.
1 Aralık 2013 – Hrant Dink Davası’na Çağrı – İstanbul
Hrant’ın Arkadaşları, 3 Aralık’ta yapılacak Hrant Dink’i öldürenlerin davası öncesi yapılacak basın açıklamasına çağrı yaptılar. Çağrıda, Hrant’ın Arkadaşları gerçek katiller bulununcaya kadar davayı takip edeceklerini söylediler.
3 Aralık 2013 – Hrant Dink Davası – İstanbul
3 Aralık’ta Hrant’ın Arkadaşları, İstanbul Adalet Sarayı önündeydi. Hrant Dink’i öldürenlerin yargılandığı dava başlamadan önce Hrant’ın arkadaşları adliyenin önünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasında “Müsamereyi Bırak Asıl Sorumluları Yargıla!”, “Faşizme İnat Kardeşimsin Hrant” ve “Adaletin Bugün de İçi Geçecek mi” pankartları taşındı. Hrant’ın arkadaşları adına Sermiyan Midyat basın açıklamasını okudu.
18 Aralık 2013 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Dördüncü Kitap – İstanbul
‘Orta Doğu Edebiyatında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye‘sinin son toplantısının konusu Zerdüşilerin kutsal metni olan Avesta’ydı. Zerdüşt ve öğretisini, Avesta’yı bize Asuman Kafaoğlu-Büke ve Görkem Yeltan tanıtıp tartışmaya açtı.
Avesta, Eski İran inancı olan Zerdüştlüğün kutsal kitabıdır. Metin yüzlerce yıl boyunca, İ.Ö 3000 yılından İ.S. 400’lere kadar sözel olarak nesilden nesle aktarılmış ve çok sonra, yaklaşık İ.S. 4 yy’da kaleme alınmıştır. İran, Azerbaycan ve Ermenistan bölgelerinde ve Hazar Denizi kıyılarında yüzyıllarca etkin olmuş bir inanıştır. Bugün, dünya genelinde, Zerdüştlüğü benimseyen yaklaşık 200.000 bin insanın olduğu söylenmektedir.
Bir bölümünün kendisinin yazdığına inanılan, inancın kurucusu Zerdüşt’ün sözleri, Gatalar denen dörtlükler halinde yazıp söylenmiştir. Bu dörtlükler, kutsal metinler, Avesta´da toplanmıştır. Avesta’nın 21 kitaptan oluştuğu, ancak İskender’in İran topraklarını işgali sırasında (İ.Ö.325) metnin büyük bölümünün yakıldığı/yok edildiği, geriye yalnızca Yasna, Visparad ve Vendidad bölümlerinin kaldığı iddia edilmektedir.
Zerdüşt’ün dini Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm gibi Doğu dinleri ile Batı dinlerinin (tek tanrılı Ortadoğu merkezli dinler) bileşiminden oluşan bir dindir.
Zerdüşt’üğn yaşadığı (yaklaşık doğum tarihi İ.Ö.660), metnin şekillendiği, öğretinin yayılmaya başladığı dönem bölgede yerleşik düzene geçildiği, tarım ve hayvancılığın yapıldığı, zenginleşmelerin başladığı bir dönemdir. Eski ritüellerin bu yeni hayat biçimine uymuyor olması bir reformu gerektirmiş, Zerdüşt de bunu sağlamıştır. Dönemle ilgili sosyo-ekonomik gelişmelerini inceleyen çalışmalar, inananların yerleşik bir hayata geçmeleri ve ziraatla uğraşmalarını salık veren Zerdüşt’ün öğretilerinin önemli bir yer tuttuğunu söylenmektedir.
Öğretinin ana temasını iyi bir tanrının insanları daha iyi olmaları için teşvik etmesine araç olacak ahlak yasaları oluşturur. Dünya, iyi güçlerin efendisi/iyi ruh olan Ahura Mazda tarafından yaratılır, sonra iyi ile kötü, Ahura Mazda’nın ikizi, kötü güçlerin efendisi/kötü ruh Angra Mainyu’nun ortaya çıkması ile birbirine karışır, en sonunda da iyi ile kötünün birbirinden ayrılarak bölünür.
Zerdüşt öğretisine göre, dünya tarihi, her biri üç bin yıl süren dört dönemden oluşur. Henüz insan tohumunun atılmadığı ilk dönem, iyi ruh ile kötü ruh arasındaki savaşla geçer ve kötü ruhun cehennem çukuruna yuvarlanması ile son bulur. İkinci dönemde Agra Mainyu, altı kötü cin/devayla maddeden bir evren yaratır. Gökyüzüne saldırarak Ahura Mazda’nın yarattığı dünyaya kötülük yayar. İlk insan, bitkiler ve madenler bu dönemde türer. Üçüncü dönemde Zerdüşt peygamber doğar ve öğretisini dünyaya yaymaya başlar. Dördüncü üç bin yılın sonunda ise Kanvasa gölüne giren bakire bir kız, Zerdüşt’ün o gölde bulunan tohumlarından hamile kalarak insanlık tarihini bitirecek olan Saoşyans adlı son kurtarıcıyı dünyaya getirerek ‘Sonlu Zaman’, 12 bin yıl sonra yine ‘Öncesiz Zamana’ geri dönecektir. Bütün ölüler dirilip tekrar vücutlarına kavuşacak, ilk insan ‘Gayomart’ın kemikleri hayat kazanacak, iyiler Ahura Mazda’nın ülkesine, kötüler ise cehenneme gidecektir.
Zerdüşt, Ahura Mazda’nın üstünlüğüne inanır. Ahirette onun şeytanı yok edeceğini söyler. Kötülük asla iyiliği yenemez. Her şeyin sonunda, şimdiki dünya düzeni sona erdiğinde, kıyamet/diriliş günü geldiğinde, kötülük ile iyilik, en saf hallerinde, karşı karşıya geleceklerdir. Bu ateş ile metalin savaşı olacak ve sonunda ateş, metali işlenebilir hale getirip yumuşatacak, süt gibi bir doku sağlayacak, böylelikle iyilik kötülüğü dönüştürecektir.
Öğretiye göre her bireyin içinde, iyi ile kötü arasında bir savaş yer almaktadır. İnsanın yüreğinde hissettiği birincil önemdeki bu savaş ve aynı zamanda Ahura Mazda’nın yaratıcı gücüdür. Seçim insana bırakılır. Savaş süreklidir: Bir defalık bir karar ve seçim değil, her olay karşısında yeni bir savaş olarak insan yaşamı boyunca karşısına çıkacak bir savaştır bu. Öğretide bu seçimi yapabilecek olan insanın özgür iradesine özel bir önem atfedilir.
Angra Mainyu’nun tarafına geçen iblis tanrılar Deva’lara karşı “Silahınla onlara karşı gel” diye buyurur Zerdüşt. Aslında sağduyudan yanadır; ‘hayvanlara özellikle de ineklere, sığırlara, köpeklere, atlara iyi davran’, ‘toprağa iyi bak’, ‘temiz ol’, ‘çevreni, suyunu, toprağını temiz tut’, ‘kendini ve suyunu, toprağını kirlilikten arındır’, ‘yalan söyleme’,‘kimseyi aldatma’ der. Atölye’de, Avesta’da barışçıl bir dünya/düzen anlatılmaktaysa da, kurulmak istenen düzenin, hayvanlar için bile hiyerarşik, sınıflı, kastlı olduğu vurgulandı. Köpek hiyerarşisi, çoban köpeği, ev köpeği, Vohunazga köpeği, Tauruna köpeği, su köpeği diye uzayıp gidiyordu. Metin boyunca kadınlar asli olarak döllenmek ve doğurmak için vardılar. Başkanlar erkekti, önem dereceleri vardı; ev başkanı, aşiret başkanı, eyalet başkanı ve Zerdüşt. ‘Ve en iyi yönetenin Kral olmasına izin veren Ona!’ şükrediliyordu. Toplum sınıflıydı. Halk uğraşları ve önem derecelerine göre sıralanıyorlardı; din adamları/rahipler, arabacı ya da savaşçıların başı, çiftçiler ve zanaatkarlar. ‘Büyük bir evin efendisi olan’ önemliydi. Zengin ve fakir ayrımı, büyük ev/ küçük ev ayrımları yapılarak sınıfsal düzen sık sık vurgulanıyordu.
Devalar insanları dinden çıkartmak ve kanunları ihlal ettirmek için vardılar. Devalara uyanlar ağır bir biçimde suçlanıyor ve cezalandırılıyorlardı. ‘Beyazları olan ve kanama geçiren kadın ile cinsel ilişkiye girmek’, ‘Göğsüne süt gelmiş ya da gelmemiş hamile kadınla cinsel ilişkiye girmek’ gibi kırbaçla cezalandırılan çok sayıda suç vardı.
Erkekler de kendi içlerinde ‘aynı dinden olanlar ve olmayanlar’ olarak ayrılıyor ve suçlarına göre ağır kırbaç cezalarıyla cezalandırılıyorlardı. Hapsedilecek ‘cüzzamlılar, çürük dişliler ve akıl hastaları’ vardı. ‘Kemikler kırılıyor’, ’Fani bedeninden pirinç bir bıçakla organlar kesiliyor’, ‘Bedene çiviler batırılıyor’du. Atölye’de, Avesta metinleriyle tanımlanan öğreti, Zerdüşt ve Zerdüştlük, özellikle kendinden olmayana karşı çok katı, savaşçıl ve şiddet yüklü bulundu.
Ötekiler için çok katmerli beddualar olduğuna vurgu yapıldı. Hoşgörüsüz, affetme öğüdünün olmadığı, affedilme yollarının gösterilmediği bir metindi. ‘Bütün dinsizler ölmeyi hak ediyor’, ‘Bütün kötüler, kanunu hor görenlerin hepsi Hükümdar’a karşı gelen asilerdir. Hükümdara karşı çıkan bütün asiler dinsiz adamlardır ve bütün dinsizler ölmeyi hak ederler’, ‘Doğru dine ve doğru kanuna bağlı olmayan bir adam (yalnızca adam mı? Kadında mı?) ölse, bir yıl önce ölmüş kurbağadan daha fazla toprağı kirleyemez’. ‘Erkeğin kadınlarla(birden fazla), ya da kadının erkeklerle (birden fazla) cinsel ilişkide bulunması gibi erkeklerle ilişkide bulunana adam da Deva olan (iblis) adamdır’, ‘İster erkek olarak ister kadın olarak erkeklerle cinsel ilişkide bulunsun, o böyledir (iblistir)’.
Kadınlar, döllenmenin dışında bir de bazı cezaların kefareti olarak sunuluyordu; ‘Su köpeğini öldüren, ruhunu kurtarmak için dindarca ve sofuca, dindar adamlara, evlilikte hiçbir erkeğin tanımadığı, 15 yaşını geçmiş kız kardeş ya da bakire kız versin’. Kızların her durumda bir sahipleri vardı; ‘Eğer bir adam, ailenin reisine tabi olsun ya da olmasın, kocaya verilmiş olsun ya da olmasın genç bir kızla ilişki kurar da…’ Kadınların ödüller doğurganlıklarıyla paraleldi yalnızca;‘Ey kadın, seni çocukta ve sütte zengin yapacağım’, ‘Zürriyette zengin, sütte zengin, yağda zengin, ilikte zengin ve dölde zengin’, ‘Duamı çok sayıda oğul doğuran o kadınlara adıyorum’, ‘Ve ben bu Yasna’yı, pek çok oğlu olan şu kadınlar için…muzaffer bir şekilde vuran iyi ve heybetli bir biçimde biçimlenmiş Güç için… kutluyor ve yerine getiriyorum’.
Zerdüşt silahları ve savaşları yüceltiliyor, savaş araçları kutsanıyordu. ‘…güzel silahlarla, bütün silahların en görkemlileriyle, bütün silahların en muzaffer silahlarıyla silahlanmış bir tanrı olan Mithra’yı yardıma çağırıyorum’. Atölyemiz açısında metin, tüm kutsal metinlerde gördüğümüz gibi, yerleşik düzeni koruyucu, ondan olmayana karşı hoşgörüsüz bulundu. Bu içerikteki kutsal metinlerle her tanışmamızda şu soruyu sormadan geçemediğimizi konuştuk; ‘Savaşı ve kötülüğü Tanrı mı yarattı?’
25 Aralık 2013 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Beşinci Kitap – İstanbul
V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin beşinci toplantısında Sadık Cübek’in Tengsir kitabını tartıştık. Yalçın Akyıldız’ın İran hakkında genel bir vermesinin ardından Görkem Yeltan bize yazarı tanıttı ve kitabı tartışmaya açtı.
İ.Ö.550 yılında Büyük Kiros’un kurduğu Ahameniş İmparatorluğu Pers tarihinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Ahamenişler’de Zerdüştlük resmi din olarak kabul ediliyor ve Zerdüşt rahipler bürokrasi işlerini üstleniyor. İ.Ö.331 yılında yıkılan Ahamenişler’den sonra bu topraklarda Büyük İskender, Selevkoslar ve Partlar hüküm sürüyor.İ.S. 224 yılında kurulan Sasani Devleti Zerdüştüğü kurumsallaştırıyor ve Avesta bu dönemde kanun olarak kabul ediliyor. 651 yılında Araplar, Pers topraklarını işgal ederek Sasani Devleti’ni yıkıyorlar. Bu tarihten sonra, 850 yıl boyunca Pers topraklarında önce Araplar (Emeviler) sonra Türkler ve Moğollar hüküm sürüyor. Moğol yüzyılı olarak anılan dönemde İran harap oluyor. 1501 yılında henüz 12 yaşındaki Şah İsmail’in Akkoyunlular’ı yenip Tebriz’i almasıyla Safevi Devleti kurulmuş oluyor ve yüzyıllar sonra Pers kökenli hanedan yeniden Pers topraklarına egemen oluyor. Hem 850 yıl sonra İranlıların tekrar egemen olması, hem de Şiiliğin resmi din olmasını göz önüne alınacak olursa, bugünün İran’ının kökünün Safevilere ve onun kurucusu Şah İsmail’e dayandığı söylenebilir. Söz konusu dönemde İran’da Şii ve Sünni inancı birlikte yaşıyor. Yerleşik devleti ve şehirli halkı temsil eden Sünniler bürokrasiyi, aşiret mensubu kır kökenlilerin heteredoks inancını temsil eden Şiiler ise askeriyeyi egemenlik altına alıyor.
İslam’ın ilk ayrışması kabul edilen ehl-i sünnet – ehl-i beyt tartışmasının İran’da doğmasa da burada geliştiği söyleniyor. Ehl-i Beyt taraftarlarının Şah İsmail’e kadar bir devleti olmuyor ve dağınık halde yaşıyorlar. Ehl-i Sünnetler ise her zaman iktidar olanların tercihi olarak Emevilerin, Abbasilerin ve Osmanlıların koruması altında bulunuyorlar. Şah İsmail’in kurduğu devlet 1796 yılına kadar yaşıyor. İran’da 1796’dan 1926 yılına kadar Şah İsmail zamanında Osmanlı baskısından kaçarak Şah’ın yanına katılan bir Türkmen aşireti olan Kaçar Hanedanı hüküm sürüyor. Bu dönem Perslerin gördüğü en adaletsiz ve başarısız dönem olarak kabul ediliyor. Bu dönem ayrıca İran’da kapitülasyonların başlangıcı olarak da biliniyor.
1800’lerin başından itibaren İran, Hindistan yolunu korumak adına bölgede etkili olan İngiltere ile sıcak denizlere açılma sevdalısı Rusya arasında sıkışmış durumda yaşıyor. Ekonomik açıdan zor durumda olan Şah, 1872 ylında Reuters’in kurucusu Baron Reuters’e maden, demiryolları, baraj, yol ve sanayi tesisi inşasını içeren imtiyazları satıyor. Rusların itirazı sonucunda hem bu imtiyaz hem de 1891’de bir başka İngiliz şirketine verilen tütün imtiyazı, halkın da direnişiyle iptal ediyor. Bu İran’ın ilk dış borcu olarak tarihe geçiyor. Bu sırada borçların geri ödenmesini garantiye almak adına vergi toplama işi de Belçikalılara veriliyor. Bu imtiyazlar, borçlanma ve şahın savurganlığı halkın ve ulemanın tepkisini doğuruyor ve 1906 yılında Meşrutiyet Devrimi gerçekleştirilerek ilk meclis açılıyor. Bölgenin bugünü anlamamızda büyük öneme sahip İran’ın petrol tarihi ise 1901’de İngiliz William Knox D’arcy 60 yıllığına ülkenin büyük bölümünü kapsayan petrol imtiyazını, bugünkü parayla 1.8 milyon sterlin ve nasıl hesap edileceği sözleşmede yazılı olmayan % 16’lık kar payı dağıtımı karşılığında Şah’tan almasıyla başlıyor. Bugün ismi BP olan şirketin başlangıcına işte bu imtiyaz kaynaklık ediyor.Petrolü çıkarmak için İngiliz-Pers Petrol Şirketi (Anglo-Persian Oil Co.) kuruluyor. 1912’de Churchill İngiliz donanmasında kömür yerine akaryakıt kullanılmasına karar verince, İngiliz devleti biraz da cebren şirkete ortak oluyor ve kontrolü eline geçiriyor. Şirket ertesi sene de Irak’ta petrol arayan Türk Petrol Şirketi’ne %50 ortak oluyor. 1914 yılında 17 yaşındaki Ahmet işte bu ortamda Şah oluyor. Savaşın başlamasıyla birlikte eski rakipler İngiltere ve Rusya anlaşarak kuzeyden ve güneyden İran’a giriyorlar. Bir takım yerel direnişlerle karşılaşıyorlar. Bu direnişi asıl örgütleyenin Almanya olduğu konusu bugün artık kesin olarak kabul ediliyor. Bolşevik Devrimi sonrası Sovyetlerin bölgeden çekilmesiyle, İngiltere dışişleri bakanı Lord Curzon, İran’ın tamamını ele geçirmek, hatta ülkeyi İngiliz Devletler Topluluğu’na sokmak için önemli bir fırsat olarak görüyor, İran’ı bütünüyle sömürge yapacak bir anlaşma hazırlıyor. Ancak bu rüya gerçekleşemediği gibi, Bolşevikler anlaşma metinlerini açıklayınca halkta İngilizlere duyulan nefret artıyor. 1917-1921 Yılları İran’ın savaş, kıtlık ve hastalık nedeniyle milyonlarca insanını yitirdiği acı dolu yıllar olarak biliniyor. Eşkıyalık ve zorbalık artıyor, hatta yamyamlık vakaları yaşanıyor. Bu karmaşık ortamdan sonra, 1925’de taht Pehlevi hanedanına kalıyor. Asker kökenli Rıza Şah döneminde devlet inşa ediliyor, merkezi idare güçleniyor, ülkenin daha çok yerinde görünür oluyor, aşiret ve ulemanın etkisi azaltılırken, milliyetçilik ve laiklik öne çıkıyor. Şah’ın askeri monarşiyle yönettiği devlet ülkenin modernleşmesi için hamleler yapıyor. Resmi yazışmalarda o zamana kadar kullanılan Pers kelimesinin yerine İran (Sanskritçe asil ya da onurlu anlamındaki Arya kelimesinin Avesta dilindeki benzeri Airya) adının kullanılmaya başlanıyor. Rıza Şah otuzların sonunda Sovyet ve İngiliz gücünü dengelemek için Nazi Almanya’sına yaslanıyor. Hitler o dönem yaptığı bir konuşmada İranlıların ari ırka mensup olduklarını söylüyor. Almanlar ülkenin yeniden inşasını üslenirken, Alman arkeologlar ve bilim adamları İran milliyetçiliğine zemin sağlama çabasıyla İran üzerindeki araştırmalara yoğunlaşıyorlar. Savaşla birlikte Almanlar Sovyetler Birliği topraklarına girince, 1.Dünya Savaşı’nda olduğu gibi İngilizler ve Ruslar ve sonradan Amerikalılar, savaş sırasında petrol kaynağı olarak kritik önem taşıyan İran’ı işgal ediyor ve Şah’ı ülke dışına yollayarak oğlu Muhammed Rıza’yı başa geçiriyorlar. Kırklı yılların başından itibaren İran, üç farklı siyasi grubun, komünistler, milliyetçiler ve ulemanın sürüklediği İslami hareket ile soğuk savaşın en şiddetli yaşandığı ülkelerden biri oluyor Milli Cephe’nin lideri Musaddık petrolün millileştirilmesi gibi düşünceleriyle parlıyor ve bu milliyetçi politikaları onu 1951’de başbakanlık koltuğuna çıkarıyor. İlk iş olarak Şahı etkisizleştiriyor ve petrolü millileştiriyor. İngiliz MI6 ve CIA, ‘Ajax Operasyonu’ adını verdikleri ortak bir operasyonla 1953 tarihinde Musaddık’ı deviriyorlar. Bu operasyon tarihe ABD’nin ilk yurtdışı operasyonu olarak geçiyor. Musaddık’ın devrilmesiyle halkın Şah’a olan nefreti iyice körükleniyor. Komünist ve milliyetçi hareketin tasfiye edilmesi sonucunda da baskı gurubu olarak ortada yalnızca İslami harekete kalıyor. Bugün, 1979 İslam Devrimi’nin kökenini Musaddık’ın emperyalist güçlerce devrilmesine bağlayan görüş genel kabul görmüştür. Musaddık’ın devrilmesinden sonra İran petrollerinin kontrolü, aralarında ABD’nin de bulunduğu çok uluslu bir konsorsiyuma devrediliyor ve İngiliz-Pers Petrol Şirketi’nin adı British Petroleum (BP) olarak değişiyor. Yeni anlaşmaya göre İran’ın payı % 20’den %50’ye çıkıyor. Bu noktadan sonra İran-ABD yakınlaşması iyice artıyor. Muhammed Rıza Şah Amerikan desteğiyle kurduğu istihbarat servisi Savak eliyle baskıcı bir tek adam rejimi inşa ediyor. 1963 Yılında “Beyaz Devrim” denilen, merkezinde toprak reformu olan bir modernleşme projesi, reform hareketi başlıyor. Sanayileşme, eğitim, sağlık reformları, tren ve kara yolarının inşası gibi işlere girişiliyor, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınıyor, evlenme yaşı 15’e çıkartılıyor. Ancak devrim hareketi, arttığı bilinen petrol gelirlerine rağmen nüfusun refah düzeyini yükseltmeye yol açmıyor. Halkın artan petrol gelirlerinin lüks tüketime, asker ve polisin harcamalarına gittiğini görmesi huzursuzlukları yeniden başlatıyor. Toplumun her kesimine yabancılaşmış, toprak reformu yüzünden geleneksel destekçisi aşiretlerin desteğini kaybetmiş, baskı rejimini kuvvetlendirmiş, ABD’nin Orta Doğu’daki jandarması olmaya çalışmış Şah, tek muhalif hareket olan İslami Hareketi’ne olan desteğin artmasına yol açıyor. Sokak olaylarıyla başlayan isyan, sürgündeki dini önder Humeyni’nin İran’a dönmesiyle 1979 da İran İslam Devrimi’ne dönüşüyor ve Pehlevi Hanedanı yıkılıp yerine İran İslam Cumhuriyeti kuruluyor. İncelediğimiz Tengsir kitabının yazarı Sadık Cübek 1916-1998 yılları arasında, yukarıda özetlediğimiz çalkantılı İran tarihi döneminde yaşamıştır. İslam Devrimi sırasında hiçbir üretimde bulunmuyor ve California’da ölüyor. İran’da ‘Toplumsal Romanı’ kuran kişi, ‘İran’ın Yaşar Kemal’i’ olarak adlandırıyor. İran’ın ‘Derinlikler Toplumu’ olarak adlandırıldığı bir döneminde, kimselerin irdelemediği, toplumun derinliklerindekilerini, ‘aşağıdakileri’ kaleme alıyor. Tengsir, 1917-1921 yılları arasında İran’ın doğu kıyısında, Tengistan denilen bölgede, haksızlığa uğramış Muhammed’in isyan ederek, ona bu haksızlığı yapanlara karşı giriştiği katliamı anlatıyor. Kitap boyunca, kahramanın sağlanmayan adaleti sağlamak için giriştiği bu katliamı haklı gösterilmeye çalışılıyor. Yazar eserinde, zulme zulümle karşılık vermeyi, şiddetin şiddet doğuracağını göz ardı ederek, meşrulaştırıyor. ‘Beş kişiyi öldürmüş, birini de kolundan baltayla yaralamış. Keşke on tane daha öldürse’. Yazar bize kitap boyunca kahramanın bu katliamı köy ve kasabanın desteğiyle, mahalle baskısıyla işlediğini kabul ettirmeye çalışıyor. Nitekim halk, Muhammed’e bu katliam sonrasında Şir (aslan) lakabı vererek ödüllendiriyor. Muhammed’i, katliamı gerçekleştirdikten nice sonra, saklandığı yerde hala öldürmeniz zevki ile heyecan içinde görüyoruz. Kendine engel olamıyor. ‘Yerinde duramıyor, kaçmak vekoşmak için can atıyor, bu acele içini kemiriyor, kafasının içini, örs üzerine inen balyoz sesleri dolduruyordu. Kafasının içinde hala o evden öbür eve gidiyor ve birini kana buluyordu. İşi, hala kafasının içinde devam ediyordu’. Tengsir’de bütün insanların, aç ve yoksulluk içinde, zalime karşı korku içinde yaşadığı, kişilerin kendilerine yabancılaştıkları acımasız bir dünya anlatılıyor. Ölüm soğuk ve ilgisizce tasvir ediliyor. Hayatın boş olduğunun anlatıldığı, acımasız, umut kırıcı bir ortam kuruluyor. Bütün kitap Tengsirli olmayanların ötekileştirilmesi üzerine kuruluyor. Tengsirli dışında herkes, İngiliz, Ermeni, Yahudi, Kürt ve ötekiydi. ‘İngilizlerin ramazan ayında dükkânına gelmelerine izin verme be dayı. Dükkânının bereketi kaçar’, ‘Eğer onlarla beni bir kazana koyup kaynatsalar yağlarımız bile karışmaz. Ben evdeki, martin tüfeğimle, Tengek savaşında ellerimle tam on beş tanesini öldürdüm’, ‘Bir Kürt kadar kabadayı olamaz. Ben bu ellerimle 50 tane Kürt öldürdüm’.
Dinsel ayrımcılık da sık sık vurgulanıyor. ‘Paraları da Ömer’in sikkesi değil ya!’, ‘Bütün iyi şeylerin hepsi onların. Tatlı ve soğuk su onların, güzel evler onların, çok para, at, fayton hepsi onların. Bunlar Ömer’den daha kötüdürler’. Yazar kitap boyunca kahramanı hayvanlara şefkat dolu sözlerle konuşturuyor olsa da eylemleri şiddet yüklüydü. ‘Karnına, acımasızca öldürücü bir tekme attı. Şakaklarına bayıltıcı yumruk…’,’Kalın ve acımasız parmaklarıyla öküzün burnuna halkayı geçiriyor’. Kadınlara yönelik üslubu da Atölye’mizce aşağılayıcı bulundu. ‘Erkek o… Dul kadınlar gibi sesini çıkartmadan, ninemizin başörtüsüne bürünerek hizmetçilik mi etsin’, ‘Erkek dediğin hakkını, başkaları alarak getirip avucuna koysun diye elini elinin üstüne koyup beklemez’, ‘Hiç kimse kadına el kaldırmamalıdır. Kadın biçaredir’. Kadın, diğer yandan çocuklarından vaz geçecek kadar erkeğine tutkuyla bağlı anlatılıyordu. ‘Hayatta hiç kimseyi senin kadar sevmedim. Hatta çocuklarımı bile. Allah dilmden alsın, dilim tutulsun, eğer ikisi birden ölse, sen başımda olduktan sonra gam yemem. Çünkü sen bana yeniden çocuk yapabilirsin yaptırabilirsin!. Ama sen olmazsan benim hayatım söner. Şunu sana söyleyeyim ki, eğer ömrümün sonuna kadar yeniden kocaya gidersem Allah iki gözümü de kör etsin. Senin gibi erkek artık bütün dünyada bulunmaz’. Kadının çocuklarından bu kadar kolay vaz geçebilmesi, erkeğini kaybedecek olmasının korkusunu çocuklarından nefret edecek kadar abartması yadırgandı. Erkek ise karısını şu sözlerle onurlandırıyordu; ‘Allah’ını bilen, evimin hanımı, canımın içi’. Kitap edebi özelliklerine ve başarısına karşın Atölye’miz tarafından şiddet ağırlığı yüksek ve ayrımcı bulundu.