Savaşı Sustur, Barışı Yükselt! Kampanyası Faaliyet Raporu

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

11 Ocak 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

NATO’nun gizli ordusu dağıtılsın, Kontrgerilla belgeleri halka açıklansın

Küresel BAK, 11 Ocak’ta NATO karşıtı bir yazılı basın açıklaması yaptı. Açıklamada NATO’nun uluslar arası savaş örgütü olduğunun altı çizildi. Türkiye’de Ergenekon davasının ayrıntılarının, NATO tarzı darbelere uygunluğunun görüldüğü belirtildi.

16 Ocak 2010 – Basın Açıklaması –  İstanbul

Katili Tanıyoruz! Adalet İstiyoruz!

16 Ocak Cumartesi günü Taksim Tramvay durağında Hrant’ın arkadaşları olarak biraraya gelindi. Taksim Tramvay Durağı’ndan Galatasaray Lisesi önüne “Hrant için, Adalet için“, “Katili tanıyoruz, adalet istiyoruz“, “Hepimiz Ermeniyiz, hemizin Hrant Dink’iz” sloganlarıyla yüründü. Yürüyüşte, 19 Ocak Salı günü saat 14.30’da AGOS gazetesi önünde yapılacak  anmaya çağrı yapıldı.

Hrant’ın arkadaşları adına basın açıklamasını tiyatrocu Mahir Günşiray yaptı. Basın açılamasında “Hrant Dink katledileli üç yıl oldu ve onu öldürtenler hala elini kolunu sallayarak dolaşıyor.” dendi ve gerçek suçluların hala ortaya çıkarılmadığı belirtildi. Günşiray Hrant’ın arkadaşları adına yapılan açıklamayı “Hrant Dink cinayetinin arkasındaki devlet eli tereddüte yer vermeyecek şekilde, yargı önüne çıkarılmadıkça, katillere yardım eden göz yuman raporları hasıraltı eden, katile kahraman yapan polis amirlerinden, jandarma komutanlarından valilerden, soruşturmayı engelleyen yargı üyelerinden, hesap sorulmadıkça hiçbirimizin geleceğinin güvence altında olmadığını biliyoruz...” diyerek bitirdi.

Açıklamanın ardından İstiklal Caddesi boyunca bildiri dağıtımına devam edildi.

19 Ocak 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

Binler Dink’i Unutmadı; Agos’un Önündeydi

Soğuk hava ve kara rağmen üç bin kişi, üçüncü yılında da Dink’in öldürüldüğü Agos gazetesinin önünde toplandı. Yaklaşık üç bin kişi Hrant için “adalet” istedi.

14.30’da trafiğe kapatılan caddeyi “Faşizme inat, kardeşimsin Hrant”, “Katil devlet hesap verecek”, “Hrant’ın katili Ergenekon devleti”, “Hrant için, adalet için” sloganları çınlattı. Sarı Gelin, Zülfü Livaneli’nin “Yiğidim aslanım burada yatıyor”, Selda Bağcan ve Sezen Aksu’nun “Güvercin” şarkılarıyla saat 15.00 olduğunda Dink’in sesi saygıya duran arkadaşlarına katıldı.

Bülent Aydın’ın sunduğu anmada Hrant’ın arkadaşları adına sinema yönetmeni Sırrı Süreyya Önder konuştu. Rakel Dink “Hepiniz hoş geldiniz. Sizlerle adalet ve sevgi yolunda yürüyeceğiz” sözleriyle herkesi selamladı. Hrant Dink’in oğlu Arat Dink’in seslenişiyle tören sona erdi.

Agos’un camından Dink’in portresi ve “Katili tanıyoruz, adalet istiyoruz” pankartı sarkıyordu. Ellerde yine “Planladılar, öldürttüler, sakladılar, saklandılar”, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” lolipopları vardı. Dink’in öldürüldüğü yerde yanan mumlar artan karanfiller ve papatyalar arasında yanıyordu.

Aydın: Dink’in katilleri için 30 yıl bekleyemeyiz!

Bülent Aydın töreni “Kardeşliğe kurşun sıkanları gayet iyi biliyoruz. Onlar karanlık köşelerinde bizi izliyorlar. Bu karanlığa son vermek için ne kadar zaman gerekiyorsa biz burdayız. Hrant’ın katili Ergenekon devleti” sözleriyle açtı.

Hrant’ın katilleri yargılanıyor ya, yetmez mi? diyenler var. Sanki Abdi İpekçi’yi öldüren sadece dün bırakılan katilmiş gibi, sadece Mehmet Ali Ağca imiş gibi. 30 yıl geçti o karanlığın ardından. Biz Dink’in katilleri için 30 yıl beklememeye kararlıyız.”

Önder: Katillerini tanıyoruz; mermiyi şarjöre ilk onlar yerleştirdi…

Sırrı Süreyya Önder, Hrant’ın arkadaşlarına yer yer Hrant’la konuşarak seslendi: “O yiğit bedenin, şu köhne kaldırıma serildiğinde üzerini onların paçavralarıyla örtmüşlerdi… ‘ders gibi gerekçe’ diyenler de vardı. ‘Yargıtay’ı böldüğünü’ haykıranlar da…. Katillerini tanıyoruz: tetiği çeken onlardır. Madem katilleri tanıyoruz. Gün katilleri ve çanak tutanları teşhir etmek günüdür.

Arat Dink: Mahkeme bizimle dalga geçmedi mi?

Dink’in oğlu Arat Dink, “Bu ülkede babası üç yıl önce öldürülmüş birisi olarak ağlayamıyorum” diye söze başladı, nasıl hedef gösterildiklerini ve sorumluların nasıl gizlendiğini anlattı, adalet istedi:

“Babam öldürülmeden üç gün önce Valiliği çağrıldı. Görüşmede iki istihbaratçı da vardı. Bu iki kişi kim? Mahkeme Valiliğe sordu, Valilik bir buçuk sayfa masal anlattı. Tekrar sorulsun dedik, mahkeme ‘cevap karşılanmıştır’ dedi. Mahkeme bizimle dalga geçmedi mi?

Dink cinayetiyle ilgili beşi tutuklu 20 sanık yargılanıyor. Halen cinayete giden yolda ihmali bulunan kamu görevlilerinin yargı önüne çıkarılması bekleniyor.

19 Ocak 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

Ergenekon Caddesi’nin Adı Artık Hrant Dink Caddesi

Barış İçin Sanat Girişimi üyeleri, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ü beklemedi, Agos Gazetesi’nin önündeki Dink anmasının ardından Ergenekon Caddesi’nin adını “Hrant Dink” olarak değiştirdiler.

Yüzyıllardır Hıristiyan ve Musevi yurttaşların yoğun olarak yaşadığı ve eskiden Tatavla, Hamam Caddesi gibi isimlerle anılan bölgeye Kurtuluş, Ergenekon Caddesi, Bozkurt Mahallesi gibi isimlerin yakışmadığını” söyleyen Barış İçin Sanat Girişimi üyeleri bugün Agos Gazetesi’nin önünde binlerce kişinin katıldığı anmanın ardından Halaskargazi ile Ergenekon caddelerinin kesiştiği köşeye geldiler.

Sloganlar ve alkışlarla caddenin adını, üç yıl önce caddenin başlangıcından 100 metre ileride bulunan gazetesi Agos’un önünde öldürülen Türkiyeli Ermeni gazeteci Hrant Dink’inkiyle değiştirdiler.

Grup adına açıklama yapan Ragıp İncesağır “Barışa ses vermek, kardeşime dokunma demek için ve elbette Hrant için, adalet için buradayız. Artık bir şeyle değişmeye başlasın diye biz bir şeyleri değiştirmeye başlıyoruz!” dedi.

Başka birçok örneği olan bu ‘durumu’ değiştirmeye karar verdiklerini” söyleyen İncesağır bu değişikliğin yurdun her yanında benzer adımlar atılmasına; barış ve kardeşlik duygularının yeşermesine katkı olarak algılanmasına vesile olmasını umduklarını” ifade etti.

Açıklamanın ardından “Yükselt! Yükselt! Barışın Sesini Yükselt” sloganları atan grup hazırladıkları üzerinde “Hrant Dink Caddesi” yazan tabelayı Ergenekon Caddesi tabelasının üstüne yerleştirdi.

Barış İçin Sanat Girişimi geçtiğimiz hafta caddenin isminin değiştirilmesi için Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’le görüşmek istemiş, Sarıgül yoğunluğu nedeniyle bu talebi ileri bir tarihe ertelemişti.

27 Ocak 2010 – Toplantı – İstanbul

Barışın Sesini Birlikte Yükseltelim!

27 Ocak Carsamba aksami MMO’da yapılan toplantiya yaklasik 50 kisi katildi.’Savaşın sesini sustur – Barışın sesini yükselt’ çağrısıyla yapılacak 2 Nisan İstanbul eylemi için yapılan ilk hazırlık toplantısına Küresel BAK yürütme üyeleri, barış inisiyatifi temsilcileri, savaş karşıtı girişimlerden temsilciler, bazı demokratik kitle örgütü temsilcileri ve savaş karşıtı bireyler katıldı. Toplantıyı Küresel BAK yürütmesinden Nilüfer Uğur Dalay yönetti. Katilimcilara Kuresel BAK’in cagrisini ve onerisini iceren birer dosya sunuldu.

Toplantının açılışında Helin Çimen tarafından hazırlanan savaş karşıtı gösterilerden bir kolaj sunan sinevizyon izlendi. Toplantının ikinci bölümüne geçerken izlenen ve yine Helin’in hazırladığı diger sinevizyon ise Kürt sorunu ve barış konusundaydı. Küresel BAK’ın birlikte Nisan ayi basinda Istanbul’da büyük bir barış gösterisi yapma önerisinin sunulduğu toplantıda tüm katılımcılar söz alarak kisisel goruslerini veya inisiyatiflerinin – kurumlarinin baris icin yuruttugu calismalari anlattilar. Baris ihtiyacinin ve ihtimalinin yogunlastigi ama ayni zamanda tam tersi gerilim ve komplolarin da gundemde oldugu bir donemde boyle bir ortak gucle barisin sesinin yukseltilmesinin gerekli oldugu gorusu paylasildi. Hazirlik eylemleri ve gorev bolusumu ile bu surecin bir kampanya seklinde yurutulmesi onerildi.

Bu ilk toplantiya katilan ve cagrili olduklari halde cesitli nedenlerle katilamayan kisi ve kurumlarin da katilacagi ikinci bir toplantinin onumuzdeki gunlerde yapilmasina, toplantilarin devamini ve isbolumunu duzenleyen bir sekretarya olusturulmasina ve 2 Nisan’da Istanbul’da yapilacak baris eylemi icin hazirliklarin baslatilmasina karar verildi.

Toplanti boyunca dile getirilen gorusler arasinda sunlar da vardi:

  • Farkli toplumsal kesimlerin bir araya geldigi kampanya ve eylemler yapmak gerekir.
  • Yukselen ayrimcilik ve linc girisimlerine karsi da kampanya yapilmalı.
  • Icinde konser de olan bir kitle gosterisi – miting yapalim.
  • Tek bir sozu – somut talebi one cikartalim.
  • Şiddet ortamı da savaşın kendisi kadar olumsuz sonuçlar üretiyor.
  • 3 Nisan öncesinde konferans ve panel yapalım. Mart ayında hazırlık eylemleri yapalım.
  • Barış isteyen ama sessiz kalan insanları harekete geçirmeye, sokağa çıkarmaya çalışalım.

02 Şubat 2010 – Edebiyat Atölyesi – İstanbul

Çok kötü hava koşullarına karşın 14 kişinin katılımı ile Küresel BAK tarafından örgütlenen “Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesine”, 2 Şubat’ta başlanıldı. Tanışmanın ardından konuşmalardan sanat/okuma alışkanlığı, tutkusu ve geleneği fazla olan renkli bir grup olduğu ortaya çıktı. Böylesi bir Atölye’nin neden yapıldığı ve nasıl ilerleneceği üzerine kısaca konuşuldu. Savaş ve Barış’ı salt ilk bize çağrıştırdığı anlamda, silahlı mücadeleye dayanan durum ve ardından gelen süreç olarak algılamamamız gerektiğini, bireyi ve toplumu hedef alan her türlü şiddetin uygulanmasının savaş olduğunu, anatomik ve ruhsal bütünlüğü bozucu, bazen maddi bazen manevi nitelikte her hangi bir şiddetin uygulanmasının savaş olduğunu, uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşan ortamın, insanın denge, sakinlik, huzur içerisinde olmasının ise barış olduğu konuşuldu.
Atölye için belirlenmiş kitaplar arasında görev dağılım yapıldı. Her arkadaş, bir kitap konusunda derinleşmek ve bizi yönlendirmek için seçimini yaptı. Elbette ki herkes seçtiğinin dışındaki kitapları okumakla yükümlü olduğu gibi söz söylemede de özgür.
Kitapların tartışma takvimleri aşağıdaki gibi:

·         16.02.   H.E. Adıvar   Sinekli Bakkal

·         02.03    Ö.Seyfettin    Hikayelerden Seçmeler (Bomba öyküsü)

·         16.03.   A.H.Müftüoğlu Çağlayanlar   (Üzümcü öyküsü)

·         30.03.   Y.K.Karaosmanoğlu  Kiralık Konak

·         13.04.   S.Ayverdi     İbrahim Efendi Konağı

·         27.04.   T.Buğra       Küçük Ağa

·         11.05.   E.Hemingway   Çanlar Kimin İçin Çalıyor

·         25.05    L.Tolstoy     Savaş ve Barış

·         08.06.   A.H.Tanpınar  Beş Şehir

İlk toplantıda bulunamayan arkadaşların, bir sonraki toplantıda seçimlerini bildirebilecekleri söylendi.

08 Şubat 2010 –  Basın Açıklaması – İstanbul

Dink davasına biz de müdahiliz!

Hrant Dink davasının 12. duruşmasında  siyasi cinayet kurbanlarının yakınları Dink ailesiyle buluştu.Ali, Öz, İpekçi, Kaftancıoğlu, Türkler, Mumcu, Çimen, Altıok, Cebenoyan, Göktepe, anter, yurdakul, Aysan, Gültekin, Dursun, Özgüner, Tütengil ve Hayırsever’in aileleri Dink için ve siyasi cinayetler sonucu hayatını kaybedenler için adalet istediler. “Dink davasına biz de müdahiliz” dediler. Basın açıklamasını aileler adına Filiz Ali okudu. Ali açıklamada tüm aileler adına, “Bu konulara zaten duyarlı olup da çaresizlik içinde üzülecek olanlara değil, sorumlu görevlerde olanlara, resmî sıfatlar taşıyanlara sesimizi duyurmaya geldik. Arat, Delal ve Sera kardeşlerimizle, Rakel Dink ile birlik olmaya geldik.  Biz de bu davanın müdahiliyiz ve bugün avukatların mahkemeye yöneltecekleri talep listesinin dikkate alınması için takipçi olacağız” dedi.

16 Şubat 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi II – İstanbul

Edebiyatta savaş ve barışı aradığımız ilk metin çalışmamız olan Halide Edib Adıvar’ın Sinekli Bakkal romanını 14 kişinin katıldığı Atölye toplantısıyla başladık.

Edebiyat metinlerinin çift katmanlılığı incelemelerinin de çift katmanlı olması gerektiğini ortaya koyar.

1. Metin öyküsünün anlatılığı yüzeysel yapı.

2. Metnin diğer disiplinler ışığı altında incelenirken anlamının oluşturulduğu kavramlar düzlemi, derin yapı.

Biz Atölyenin oluşturulma mantığı gereği, savaş ve barış kavramları bakış açısıyla derin yapı üzerinde durmayı hedefliyoruz.

Dün akşamki atölye, katılımcıların hazırlıklarına şahit olunduğunda, edebiyat metninin okuruyla kurduğu geleneksel ilişki biçiminin nasıl ortadan kalkmış olduğunu gösterdi. Katılımcıların her biri Sinekli Bakkal ile farklı ve özgür bir  iletişim kurmuştu. Metni herkes kendi gerçekliğinde, kendi bağlamında okumuş, kavramış, alımlamış ve yeniden oluşturmuştu. Bu da Atölyeyi çok değerli kıldı. Biz okurlar, diğer okurun aynı metni okurken yakaladığı farklı anlamlar karşısında şaşkınlığa düştük.

Figen Dayıcık ve Şenol Karakaş yazar ve dönem hakkında genel bir bilgi verdikten sonra metni incelemeye başladık.

Sinekli Bakkal doğu batı sentezi oluşturma sancılarının dile getirildiği bir metin olduğunda hem fikir olduk.

Modernizmin toplumda yol açtığı ve açmakta olduğu gerilimden söz ettik.

Yazarın yaşamı, eylemleri, düşünsel ve siyasi duruşundaki yalpalamaların kitaba yansımaları gözlemlendi.

Karakterlerin özellikle de kadın karakterlerin oluşumunda, şiddetin, ihanetin, sevgisizliğin ve hoşgörüsüzlüğün yol açtığı izleri sürdük.

Bireyin iç hesaplaşmalarındaki dönemin ve yaşadıkları çevrenin etkilerinden söz ettik.

Farklılıkların ve yeninin kabulünün nasıl zorlukla algılandığını irdeledik.

Dinin insan oluşumundaki belirleyiciliğini konuştuk.

Darbe gibi, tutuklanma ve işkence gibi, sürgüne ve göçe zorlanma gibi, iktidarın güç denemeleri, zulm ve cebr uygulamaları gibi bireyi ve toplumu hedef alan uygulamaların yansımalarından söz ettik.

Halide Edib’in dil tercihinin saldırgan ve savaş söylemine yakın olduğu vurgulandı; padişaha cebr yaraşır, akrep gibi ezmek, evladının canının feda olması, kutsal anne motifleri gibi. Ayrıca aşağıdaki gibi çok sayıda tercihin kullanıldığında hem fikir olduk.

S.75:Şevki Bey: Bu itikat insanları zulme ve zalimlere karşı müsamahakar yapar.

S.76-77: Şevki Bey: İyi kurulmuş bir devletimizin sıhhatini, muvazenesini bozacak her kuvvetin kafasını ezeceğiz.

S.108:Galip Bey: Kızıl Sultan ve avenesini perdeye çıkarsak, cinayetlerini, rezaletlerini teşhir etsek, memlekette ihtilal olur mu dersiniz?

S.144: Rabia Bilal için: Bu adam dünyanın anasını ağlatmak istiyor. İşte zulüm ve cebir..Selim Paşa: Cana kıymak, eziyet etmek bunlar dairesinin haricinde, vazifesinin haricinde olursa istikrah ettiği şeyler.

Metinde savaşı tanımlayan bölümlerden örnekler okuduk.Metnin bugünkü bakış açısından irdelediği, tartıştığı konular açısından hala güncelliğini koruduğunda hemfikir olduk.

Bir diğer önemli saptama lise yıllarında okuduğumuz Sinekli Bakkal ile ilgili, Halide Edip Adıvar ile ilgili önceden oluşmuş, yargı, gözlem ve ezberlerimizin bu farklı okuma sonunda nasıl değiştiğini gördük. Bu durum hepimiz için çarpıcıydı.

Atölye katılımcılarının ayrıca Atölye’nin bundan sonraki işleyişi ile ilgili önerileri oldu:Herkesin metinleri okurken not almaları ve konuşurken bu notlar üzerinden zamanı verimli kullanacak şekilde hazırlık yapması,Görsel anlaşılırlık amacıyla tahtaya tartışılan, irdelenen konuların not edilmesi,Konuşma süre ve devamlılığına saygı gösterilmesi,Daha sonra makale yazılma sırasında kolaylık sağlanma nedeniyle Atölye sırasında notlar alınması, gibi…..

İlk metin çalışmasının, birey ve toplum yaşamındaki savaş ve barışın irdelenmesine, bir roman üzerinden bu denli yerinde ve önemli saptamalarda bulunması çok güzel ve değerli oldu.

Sinekli Bakkal üzerinden yapılan tartışmalar bir sonraki okumaların nasıl yapılacağı konusunda da önemli bir zemin hazırladı.

25 Şubat  2010 – Toplantı – İstanbul

Barışın Sesini Birlikte Yükseltelim 2

İstanbul’da barışın sesini yükseltmek için yapılacak olan barış gösterisi ve örülecek  kampanyayı konuşmak üzere düzenlenen “Kitlesel barış gösterisi için buluşma” 25 Şubat Perşembe günü bir çok kurum ve aktivistin katılımı ile gerçekleşti. Toplantının kolaylaştırıcılığını Nilüfer Uğur Dalay ve Tayfun Mater üstlendi. Bir önceki buluşmadan önerilen etkinlik ve faaliyetler  üzerine konuşuldu. Çok sayıda kişinin katkısı ile geçen toplantı  “Savaşın Sesini Sustur, Barışın Sesini Yükselt” kampanyasına başlamakta mutabık kalınarak sona erdi.

1 Mart   2010 – Yazılı Basın Açıklaması –  İstanbul

İşgale Ortaklığı Durdurduğumuz 1 Mart’ı Unutma!

1 Mart’da Irak’a asker gönderilmesine ilişkin tezkerenin TMMB’den geri dönemsinin yıldönümü nedeni ile Yıldız Önen imzalı yazılı bir basın açıklaması yapıldı. Açıklamada “1 Mart’lara bugun de ihtiyacimiz var. Cunku halkin bir arada yasamak istegi ve baris talebine ragmen Kurt sorununun barisci cozumu yolunda kararli politikalar gelistirilmiyor. Aksine, operasyonlar surduruluyor. Halkin secilmis temsilcileri tutuklanip yargilaniyor, parti kapatmalarla baris umuduna sekte vuruluyor” dendi.

Açıklamanın savaşın tırmandırıldığı bir dönemde barış çağrısı olarak kabul edilmesi umuldu. Açıklamada “Baris ve halklarin kardesligi icin bugun de sokaklardayiz” denilerek barış isteyenlerin mücadelesinin devam edeceği vurgulandı.

2 Mart 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi III – İstanbul

Edebiyatta savaş ve barışı aradığımız ikinci metin çalışmamız olan Ömer Seyfettin’den  Hikaye Seçmelerini (Bomba öyküsü) Beste Ateşpare ve Nilüfer U.Dalay’ın hazırlayıcılığında 12 kişinin katıldığı Atölye toplantısıyla yaptık.

Beste Ateşpare ve Nilüfer U.Dalay yazarın hayatı, yazım özellikleri ve yaşadığı tarihsel dönem hakkında genel bir bilgi verdikten sonra öykü metnini inceledik.

Bir düşüncenin tarihsel kökenlerini ve çerçevesini tanımakta edebiyatın ne kadar etkili bir araç olduğunu bir kez daha gördük. Ömer Seyfettin ve hikayeleri üzerinde konuşurken milliyetçilik kavramı hakkında uzun uzun konuşma fırsatı bulduk.

I. Dünya Savaşı sırasında, 1917 de, Enver Paşa’nın askerin maneviyatını yükseltmesi için şair ve yazarlardan milli eserler yazmasını istemesiyle, diğer bir deyişle savaş propagandası yapmalarını istemesiyle, filizlenen milli edebiyat ürünleri olduğunu konuştuk. İşte Ömer Seyfettin’in de, kökeninde devlet irade ve müdahalesinin olduğu hikayeler yazdığını, edebiyatını savaş propagandası için kullandığını irdeledik.

Hem dilde hem de hikayelerin içeriğindeki, milli acı, milli düşman, mağduriyet duygusu, ötekiler, ezeli ve ebedi düşmanlar fobisi, korku ve nefret, şiddet ve vahşet, sürekli aşağılandığımız, haksızlığa uğradığımız, bize sürekli ihanet edildiği, kendimizden başka dostumuzun olmadığı, hainlerin varlığı kompleksi üzerinde dururken bunların ne kadar milliyetçilikle örtüştüğünü ve günümüzde de karşılığının olduğunu konuştuk.

Milliyetçiliğin öyle gökten zembille inmediğini, korkulan ve nefret edilen düşmanlarla mücadele ederken, onları alt edebilmek için onlar gibi olmaya başlanacağının riskinin de beraberinde geldiğini konuştuk. Bu bir diyalektik işleyiş aslında mücadele ediyoruz derken içindeki zıtlığa dönüşmeyi, ona benzemeyi getiriyor. Onun içindir ki, Balkan milliyetçilikleri derken  Türk milliyetçiliğini yaratmak ardından Kürt milliyetçiliğini yarattı. Nazizm ve Yahudi soykırımı İsrail’in acımasızlığını yarattığı gibi o da ardından Filistin intikamcılığını, canlı bombalarını, Hamas’ı ve Hizbullah’ı yarattı. Birinin kahramanının ötekinin canavarına dönüşme süreci bu diye düşündük.

Savaşları “bizim savaşlarımız”  ve “onların savaşları” diye ayırarak, bizim savaşların bir kahramanlık destanı gibi anlatılmasının,  onların savaşlarının çirkinliğinin, vahşetinin öne çıkartılmasının bir yazarın tarafgir, ikircikli tutumunu gösterdiğini irdeledik. Savaşın gerçek yüzü her zaman ve her yerde acı, vahşet ve şiddet olduğudur. Milliyetçi savaş edebiyatında bu dehşet yalnız bize yaşatılır, bunlar yalnızca bizim acılarımızdır,hiçbir zaman genel insanlık acıları, evrensel acıları değildir. Oysa ancak başkalarının acısını anlatabilen, insanlık acılarını dile getirmiş olur diye konuştuk.

Ömer Sayfettin,  Balkan öykülerinde bizim ötekilere yaptıklarımızı atlayıp hep bize yapılanları vurguladığını, Bulgaristan’daki 1876 Nisan ayaklanmasında, Bulgar milliyetçi komitacılarının Müslüman komşularına  saldırdıktan sonra Osmanlı başıbozuklarının katliam üzerine katliam düzenlediğini, Batak dağ köyünde yaklaşık 12,000 kadar Bulgar köylüyü, Pomakların yardımı ile ezip kıyıma uğrattığını görmezden geldiğini ve bu acılardan hiç söz etmediğini konuştuk.

Bir vahşet  ve dehşet hikayesi olan Beyaz Lale’den Binbaşı Radko’nun şu konuşması üzerinde durduk. “Hattâ şimdi yakılan bir adamın uzaktan kokusunu duysa hangi milletten olduğunu yanılmadan söyleyebilirdi. Bulgar köylüleri kavrulmuş sarmısak, Sırplar yanmış patates, Rumlar kızartılmış balık ve şarap kokusu çıkarırlardı. Henüz bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız yakamamıştı. Onların kokusunu bilmiyordu. Fakat Türkler… Balkan’ın bu en kuvvetli ve kanlı adamları keskin bir süt, bir tereyağı kokusu neşrederlerdi…O süt ve yağ kokusunu sütlü kahve içiyormuş gibi içine çeker”. Millet ve ırkları doğadaki cins ve türlerin karşılığı gibi düşünmeye, insan topluluklarını da bölümlemeye giden yolun Sosyal Darwinizm’e vardığını ve Ömer Seyfeddin’in de Beyaz Lale’de milletleri yanarken çıkardığı kokulara göre sınıflamayı düşünebilmiş bir yazar olduğunu konuştuk.

Ömer Seyfettin’in kadına bakışını da eleştirdik. Yaklaşımı kadını nesneleştiren, milliyetçilikle iç içe geçmiş sadomazoşist vurguları olduğunu, şehvet ve şiddetin birlikte örüldüğünü,vahşeti düşünebilmesinin yanı sıra bunu ayrıntılı biçimde betimlenmesini çok erkek ve savaş söylemi olduğunu, tüm savaşlarda kadın bedeninin bir düşman sahası olarak kullanıldığını konuştuk.

Bomba hikayesinde;

“Vahşi ve soğuk bir şubat gecesi.Kudurmuş rüzgar.Harap ve ihtiyar saat.Rüzgarın bir küfrü andıran şiddetli gürültüsü.Hain kafa.Yalnız Bulgar köylülerine has olan o esir düşmüş, zulüm görmüş edayla eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte selamla voyvodayı selamladı. Raçof, ayaklarına kapanmış güzel kadının, güzel saçlarını, veremli ve çamurlanmış yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşadı” yazarın savaş, şiddet, nefret kokan betimlemelerine örnek,

“Daima meçhul bir tehlike karşısında dehşete düşmüş çaresiz, anlayışsız, bilinçsiz,vahşi hayvanlar gibiyiz” cümlesi savaş ve şiddetin insanı getirdiği noktayı anlatan bir cümle,

“Çalışacağız.Küçük, sakin ve rahat bir evimiz olacak.Ne komita, ne eşkıya, ne vahşet, ne cinayet. Çocuğumuz orada doğacak.Zavallı yaşlı babam kalbi rahat yatağında ölecek…Geceleri tatlı tatlı konuşacağız.Aşkı, hayatı, güzelliği, iyiliği, erdemi hissedeceğiz…Göreceksin o zaman insanlık ne tatlı.Güzel ve güvenli şehirler. Tiyatrolar. Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler.Birbirine saygı göstermesini bilen adamlar…Emek ve namusumuzdan emin hayat” ise barış tanımını veren paragraflar olarak değerlendirildi.

Atölyeye katılan herkesin ortak kanısı; eğitim hayatlarımız boyunca resmi eğitim müfredatında okutulan Ömer Seyfettin hikayelerinin herkeste korku, şiddet uyandırdığı ve hiçbir şekilde ilköğretim ve lise eğitiminde önerilmemesi gerektiğidir. Korku, acı, aşağılama, vahşet ve şiddeti içeren olay akışları,pornoya yakın kadın betimlemelerindeki başarısı nedeniyle Ömer Seyfettin’in edebiyatın başka alanları için özellikle tavsiye edilebileceği konusunda da görüş birliğine vardık.

13 Mart 2010 – Toplantı  –  İstanbul

Barışın Sesini Yükselt!

13 Mart Cumartesi günü ‘Savaşın sesini sustur – Barışın sesini yükselt’ kampanyasının bir etkinliği olarak Taksim Hill Otel’de bir panel gerçekleştirildi. Panele BDP Milletvekili Sabahat Tuncel, yönetmen Sırrı Süreyya Önder, SODEV Genel başkanı Erol Kızılelma ve Küresel BAK’tan Yıldız Önen katıldı. Panede yapılması gereken en önemli çağrının barış çağrısı olduğu ve bugün gerçek bir barış ortamının yaratılması için barışın sesini yükseltmenin önemli vugulandı.

Panel, katılımcıların 2 Nisan 2010 tarihinde yapılacak barış yürüyüşüne katılacakları beyan etmeleri ve eyleme katılım çağrısı ile son erdi.

16 Mart 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi IV – İstanbul

Latife kitabından sonra mayıs başında Everest Yayınları’ndan Halide isimli kitabı çıkacak olan İpek Çalışlar Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’ne konuk oldu ve bizimle Halide Edip Adıvar’ın (1882-1964) bilinmeyen yanlarını, dönemini, görüşlerini, eylemlerini, muratlarını konuştu.

İpek Çalışlar’ın sunumunda Halide Edip Adıvar’ın;

İşgal sonrası Osmanlı Devleti topraklarında barış için çok çalıştığını, Mustafa Kemal ile Amerikalı Amiral Bristol arasında adeta bir elçi gibi yazışmalar yaparak savaşı durdurmaya aracılık ettiğini,

6 Haziran 1919 Sultanahmet Mitingi’nde “ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakları”nın olduğunu söyleyen barışçı konuşmalar yaptığını,

1912-1913 tarihleri arasındaki Balkan savaşı sonrası milliyetçi olup bu yönde yazılar yazdığını, milliyetçiliği namuslu bir biçimde savunduğunu daha sonra, 1950’lere doğru “Ben milliyetçi miydim” diye kendini sorguladığını,

Savaşa er olarak katıldığını ve özellikle Duatepe isimli kitabında savaşa güzelleme yaptığını,

1909 Adana Ermeni olayları sırasında Mısır’da iken kıyıma dair yazı yazdığını ve Adnan Adıvar’ın bu yazıyı İstanbul gazetesinde yayınlattığını,

1915 Ermeni tehcirinde yanlışlar yapıldığına değindiğini, Rus yetkililerle yapılan görüşmelere ve yazışmalara dayanarak, Ermenilerin de çok sayıda Türk ve Kürt halkından insan öldürüldüğünü söylediğini, Amerikalarılara tehcirden sonraki yıllarda Ermenilere karşı herhangi bir kıyıma girilmediği konusunda ikna edici konuşma ve yazışmalar yaptığını,

1924 yılında Mustafa Kemal’in otoriter yönetimini eleştiren muhalif yazılar yazdığını,

Savaş sürerken Mustafa Kemal ile olan sürtüşmeleri nedeniyle 1917 yılında sürgüne gönderildiği ve 13 yıl sürgünde kalıp 1939 da Türkiye’ye döndüğünü, sürgün edebiyatı ürünleri verdiğini ve eserlerinde sürgüne gönderilmenin insan ruhunda açtığı yaralara sıkça yer verdiğini,

Sürgün dönüşü faşist bir ülkeyle karşılaşınca devletin işleyişini eleştirdiğini,

Sürgün dönüşü Adnan Adıvar’a hemen milletvekilliği verilmesine karşın, ona İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü kurma görevi verildiği ve ancak 1950’de milletvekili seçildiğini,

1950 Yıllarındaki yazıları insan hakları üzerine odaklandığını, kocası Adnan Adıvar ve kendisini, insan haklarına saygılı ve “İnsanperver” olarak tanımladığını,

Dönemine göre oldukça cesur sayılan girişim ve eylemleri ile yılmaz bir kadın hakları savunucusu olduğunu ve bu eylemlerini 17 Şubat 1926 tarihinde Medeni Kanun’un çıkışına kadar yüreklice savunduğunu,

28 Kasım 1925 tarihli Şapka Kanunu ile 3 Kasım 1934 tarihli Kılık Kıyafet Kanunu’nun çıkarılmasına, insanları tek tipleştirdiği ve giyinme özgürlüğünü sınırladığı için karşı çıktığını,

Baskı uğrayan yazarların haklarını savunmak için PEN Türkiye’nin 1950 yılında kurulmasına ö ayak olduğunu ve ilk başkanı olduğunu,

Sinekli Bakkal’ın önce İngilizce olarak yazılıp 1932 de Amerikalı bir yayıncıya gönderildiğini, ancak Amerika’da yayınlanmadığını, 1936 da Türkiye’de ilk kez basıldığını, her ne kadar 1908 öncesi geçiyorsa da aslında Atatürk dönemi eleştirisi olduğunu, 30 Kasım 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’na, tekkelerin kapatılmasına bir eleştiri olduğunu, Rabia üzerinden batıya güçlü doğulu kadın görüntüsünü verdiğini, din özgürlüğünü savunduğunu,

Halide Edip Adıvar’ın Cumhuriyet’in asi kızı olduğunu, kandan candan bu toprakların kadını, olduğunu konuştuk.

18 Mart 2010  – Çağrı Yazısı – İstanbul

Önceden Biz Kimdik?

2 Nisan eylemi hazırlıkları sırasında Küresel BAK üyelerinin bazı yazıları çeşitli gazete ve web sitelerinde yayınlandı. Bunlardan Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay’ın “Önceden Biz Kimdik” yazısı pek çok web sitesinde yayınlanarak, eylemin çağrısını yaygınlaştırdı.

Çağrıda, Dalay, “O halde savaşın geçidini artık kapalı tutalım.Artık silahlardan medet ummayalım. Bireyi ve toplumu hedef alan her türden şiddet uygulamasına, anatomik ve ruhsal bütünlüğü bozucu, maddi ve manevi şiddet ve savaşa yeter diyelim. Uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörünün egemen olduğu ortamları özlediğimizi, denge, sakinlik ve huzur içinde olmak istediğimizi söyleyelim” diyerek herkesi barış eylemine davet etti.

18 Mart 2010 – Toplantı  – İstanbul / Kadıköy

Savaşı sustur barışı yükselt aktivist toplantısı

2 Nisan “Savaşı sustur barışı yükselt” kampanyasının bildirilerini Kadiköy Kilise Meydanı’nda dağıttıktan sonra Ada Kafe’de yaklaşık 6 aydır kesintiye uğramış toplantımızı yapıldı.

Önce bilgilendirme yapıldı.

*  2 Nisan kampanyası ile ilgili yapılan ön çalışmalar ve geçtiğimiz cumartesi günü yapılan Forum hakkında konuşuldu.

* 2 Nisan danslı barış yürüyüşü ile ilgili basın duyurusu konusunda önümüzdeki iki haftada radyo ve gazetelerle ilişkiye girerek konuşmalar yapılacak. Radyolarla bağlantısı olan arkadaşlar bu konuda ilişkilerini arayacaklar.

* Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’de yasadışı yollarla çalışan Ermeniler  konusunda söylediklerinin her cümlesinin savaş çığırtkanlığı olduğunu, ne denli kışkırtıcı, ayrımcı, savaşçı ve insanlıktan uzak olduğu üzerine konuştuk.

* BBC’nin verdiği habere göre  Doğu Kudüs’ün çeşitli yerlerinde 1.600 yeni yerleşim inşaatlarından ve bir sinagogun yeniden tahsis edilmesinden doğan gerginlik, Filistinlilerle İsrail polisi arasında çatışmaya sebep oldu. Yüzlerce Filistinli, İsrailli polislere taş atarak lastikleri ateşe verirken, İsrail emniyetinden bir sözcü, bir mülteci kampındaki kalabalığı dağıtmak için sersemletici el bombaları kullanıldığını açıkladı. ABD ile İsrail arasında da Tel Aviv’in son yerleşim planları gerginlik yaratmış durumda. BU konuda KüreselBAK bir basın açıklaması yapacak.

* 12-13 Nisan tarihinde ABD Başkanı Obama yaklaşık 40 devlet başkanını Washington’da düzenlediği Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne davet etti. Zirve’de nükleer terörizm ve nükleer güvenlik konularında önümüzdeki dört yıl içinde uygulanması gereken politikalar görüşülecek, yeni standartlar ve girişimler belirlenecek. İran, bir numaralı “nükleer terörist” olarak toplantıların ana konusunu oluşturacak. Obama 5 Nisan 2009 Prag zirvesinde silah kontrolleri ve silahsızlanma ilkelerini açıklamıştı. İlkelerin başında, kendi belirledikleri ve kontrolleri altında olan ilke ve anlaşmalar dışında nükleer silahları “alan, çalan ve üreten”leri nükleer terörist ilan etmişti. Bu durumda onların kontrolü dışında nükleer çalışma yapan herkes terörist sayılmaktadır. Zaten son 10-15 yıl içinde yaşadıklarımızdan “benden değilsen teröristsindir” yaklaşımının bir çok kez yinelendiğini konuştuk.

* Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı’nın rakamlarına göre dünyada 101’i ABD’de olmak üzere 436 nükleer reaktör vardır ve biri İran’a ait olmak üzere 56 reaktör de yapım aşamasındadır. Türkiye’de de Sinop ve Mersin’de de iki tane nükleer santral yapımı için anlaşmalar geçtiğimiz günlerde, tüm muhalif seslere karşın imzalandı. 12-13 Nisandan sonra nükleer santrallar, nükleer silahlar, nükleer terörizm üzerine bir toplantı yapılabileceğimizi konuştuk.

* Küresel BAK’ın “Edebiyatta savaş ve barış ” konulu atölyede bu hafta konuk olan İpek Çalışlar ile Halide  kitabı üzerine yapılan sohbetten söz ettik.

* Barış için Kadın Girişimi’nin Küresel BAK ile birlikte “Kadın ve Savaş, Kadın ve Militarizm” konularında bir panel yapma isteğini değerlendirdik. 2 Nisan kampanyasında bileşenlerimizden olan Amargi’ye de bu teklifi götürme önerisi yapıldı. Önümüzdeki günlerde Amargi ziyaret edilecekti, teklif o tarihte götürülebilir.

2 Nisan çağrısı için duyurulara başladık, bu çağrıyı yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. 1 Nisan günü yine bildiri dağıtacağız. Bir sonraki toplantımızı 1 Nisan bildiri dağıtımından sonra yine saat 19.00 Ada Kafe’de yapacağız.

26 Mart 2010 – Toplantı – İzmir / Menemen

Barış ve Demokrasi mücadelesi

Menemen’de Cem Evin’de yapılan toplantının başlığı “Barış ve Demokrasi mücadelesi” idi. Toplantıya yaklaşık 30 kişi katıldı. Kadın, erkek ve çocuklardan oluşan dinleyiciler toplantıya aktif katıldılar.

Konuşmacı Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Yıldız Önen’di. Önen konuşmasında Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana bir arada yaşamda çekilen sıkıntıları ve bunlara karşı verilen demokrasi mücadelesini anlattı. Katılımcılar kendi tecrübelerinden yola çıkarak bir arada barış içinde neler yapılması gerektiğine ilişkin katkılarda bulundular. Alevilerin her zaman dışlandığını anlatan dinleyiciler, bunun aşılması için barış hareketine ihtiyaç olduğunu anlattılar. Bu konuların uluslar arası bir seviyede ASF’de tartışılmasının önemi üzerinde duruldu. Çok az bilinen Alevi sorunun ASF’de dille getirilmesi talebi iletildi.

27 Mart 2010  – Toplantı – İzmir

Savaşı Sustur, Barışı Yükselt!

İzmir’de 27 mart Cumartesi günü “Savaşı sustur, Barışı yükselt” paneli APİKAM’da (Ahmet Priştine İzmir Kent Arşivi Müzesi) yapıldı. Barış ve Demokrasi Partisi PM Üyesi Ahmet Demiroğlu, Taraf Gazetesi Yazarı Hilal Kaplan ve Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Yıldız Önen’in konuşmacı olarak katıldığı panele, çok sayıda kişi katıldı.

İlk konuşmayı Yıldız Önen yaptı. Konuşmasında Barış için sanat, Barış için kadın girişimi ve daha pek çok kurumla beraber örgütlenen “savaşı sustur, barışı yükselt” kampanyasını anlattı. Bu kampanyada amacın savaşın sesini susturabilecek bir hareketin örgütlenmesi olduğunu vurgulayan Önen ilk adım olarak 2 Nisan’da İstanbul’da yapılacak yürüyüşün çağrısını yaptı.

İkinci konuşmacı Ahmet Demiroğlu, Kürt illerinde yaşanan sorunların asıl sebebinin devlet baskısı olduğunun altını çizdi. Kürt halkının taleplerinin her halkın sahip olduğu tanınma ve kendi kültüründe yaşama hakkı olduğunu belirten Demiroğlu Küresel BAK’ın yaptığı kampanyanın önemini vurguladı.

Hilal Kaplan ise, AKP’nin Kürt sorununun çözümünde yeterince somut adım atamadığını anlattı. Sorunun ve çözümün muhataplarının ortada olduğunu bunu çözmek için adım atılmasının gerekliliğinin altını çizdi.

Salondan gelen sorularla birlikte tartışma Kürt, Türk, dindar, laik, solcu, sosyal demokrat herkesin birlikte mücadelesinin öneminin altı çizilerek toplantı bitti. Toplantının sonunda İstanbul’da 1-4 Temmuz 2010’da yapılacak Avrupa Sosyal Forumu çağrısı yapıldı.

29 Mart 2010 – Ritim ve Slogan Atölyesi – İstanbul

2 Nisan barış yürüyüşü öncesi Barış için Sanat’ın öncülüğünde Tütün deposunda ritim ve slogan atölyesi düzenlendi. Atölyede yürüyüşte atılacak sloganların denemeleri yapıldı. Sloganların daha ritmik bir tonda söylenmesi için çalışmalar ritim grubu eşliğinde yapıldı.

Ardından yürüyüşte okunacak Kürtçe şarkılar çalışıldı.

30 Mart 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi V – İstanbul

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nde bu hafta Ahmet Hikmet Müftüoğlu,yazarın Çağlayanlar isimli hikaye kitabı ve kitaptan seçilmiş Üzümcü hikaye/denemesi irdelendi. Sunuş bölümünde Filiz Ülgüt ve Ümmü Burhan bize yazarın yaşamı, döneminin özellikleri, edebi ve felsefi arka planı konusunda son derece değerli bilgiler sundular. Böylelikle tanımadığımız yazar hakkında, okuduğumuz hikayeleri daha iyi anlamaya ve irdelemeye katkı sağlayacak ön bilgiye sahip olduk.

Moralı bir aileden gelen yazarın (1870-1927)Galatasaray Lisesi’nde okuduktan sonra devlet bürokrasisinde çalıştığını, uzun dönem diplomatlık yaptığını öğrendik.Gençliğinin geçtiği Balkanlar ve daha sonraki yıllarda görevle dolaştığı ülkelerdeki gözlemleri ve dönemin de ruhuna uygun olarak milliyetçilik akımından etkilendiğini, Türkçülük ve Turan ülküsü ile donandığını ve bunu yazılarına yansıttığını gördük.

Türk dili ile ilgili çalışmaları, dilin arılaştırılması çalışmaları ve milli edebiyat akımının kurucularından olmasının onun edebi kimliğinin omurgasını oluşturduğunu irdeledik.

Dedesinin müftü olması ve babasının tasavvufu iyi bilmesi onun divan ve din bilgisi konusundaki derin bilgisinin kaynakları olarak görüldü.

“Çağlayanlar” hikaye kitabı, içinde bu isimde bir öykü olmamasına karşın bir coşturma, ajitasyon, propaganda malzemesi olarak değerlendirildi.

Kendisi hikayelerini masallarım olarak adlandırıyor. Gerçekten de kitabın çok sayıda öykü/denemesinde Türklerin tarihinden bildiğimiz motifler, öyküler, tarihi bilgiler ve destanlardan alıntılar yer alıyor. Türk ırkının köklerinin yüceliği, ırkın her şeyi gerçekleştirebilme becerisi ve içsel potansiyeli, Türklerin gücünün, coşkun bir dille okurda heyecan uyandıracak ve etkileyecek biçimde işlenmiş olduğunu gördük.

Üzümcü öykü/denemesinde, bir öykü gibi başlamasına karşın tam orta yerinde kesilip, sanki apayrı bir metne başlandığını,bir denemeye, bir ajitasyon metnine döndüğünü konuştuk. Öykü köy kökenli askerin gücüne bir güzellemedir. Büyük adada sokakta üzüm satan Üzümcü’nün “Çavuuuş” diye satış narası ile başlayan metin “İlahi bir kuvvetin,edebi bir feyzin var, ey Türk!” cümlesi ile bitmektedir.

“Sünbül Kokusu” isimli bir diğer öyküsünde iki arkadaşın, bir yürüyüş sohbeti içerisinde nasıl doğallıkla ve kolaylıkla savaşa katılmaya karar verdikleri anlatılmaktadır. Bu metin savaşta taraf olmanın ne kadar normal, sıradan bir karar olduğunu ve üzerinde fazla da düşünülmemesi gerektiğini anlatmaktadır.

Öykülerinin çoğunda insanın hayvani dürtüsünden, asıl doğasında savaşa yatkın olduğu defalarca anlatılmaktadır.

Okumalarda kendimizi çok zorladığımızda bulunabilecek en savaş karşıtı cümlenin, savaşa karşı çığlığın kadınlardan geldiği, “Padişahım alın menekşelerimi, veriniz gülümü” öyküsündeki Samime’nin Ayşeciğe feryadı “Çocukluğumdan beri duyduğum, gördüğüm, okuduğum:boğuşmak, savaşmak, vuruşmak! Her taraf nefret ve kan! Her taraf kin ve ateş! Niçin?”.

Yaşadığı dönemde olduğu gibi daha sonrasında ve bizim için de edebi kişilik olarak çok başarılı bulunmamakla birlikte özellikle gençleri etkileme gücü yüksek bulundu. Böylesi bir söyleme gereksinim duyanlar için engin bir kaynak olarak değerlendirdik.

Toplantı sonunda Atölye katılımcısı arkadaşımız Aslı Tohumcu’nun İthaki Yayınlarından çıkan yeni kitabı “Şeytan Geçti”nin küçük bir kutlamasını ve imza törenini yaptık.Bu kitap üzerinden çağın kendisini oluşturan şiddet ve dayatmalara dayanan iletişim biçimi üzerinde konuştuk.

2 Nisan 2010 – Savaşı Sustur, Barışı Yükselt! Yürüyüşü – İstanbul

Barışın sesi Taksim’den yükseldi!

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun (BAK) ve Barış İçin Sanat Girişimi’nin ortak çağrısıyla 20’den fazla örgütü ve binlerce insanı buluşturan “Savaşın sesini sustur, Barışın sesini yükselt” yürüyüşü 2 Nisan Cuma akşamı saat 19:00’da Taksim Meydanı’ndan başladı. Savaş karşıtları, barışın sesini dansları, müzikleri ve şarkılarıyla yükseltti. Silahların ve milititarizmin diline karşı binlerce aktivistin “Savaşın sesini sustur, Barışın sesini yükselt!” sloganları duyuldu.

Rengarenk giysilerle, düdük, davul ve marakas sesleriyle yürüyen barış yanlıları barış bayraklarıyla İstiklal Caddesi boyunca renkli görüntüler oluşturdu. Sloganlar savaş uğultusunu, ırkçılığı, ayrımcılığı kışkırtanlara  karşı hep bir ağızdan yükseldi.

Eylem sırasında,

  • Sustur… Sustur… Savaşın sesini sustur! Yükselt… Yükselt… Barışın sesini yükselt!
  • Yeter… Yeter… Barışı herkes ister!
  • Şimdi… Şimdi… Barış hemen şimdi!
  • Savaşsız bir dünya mümkün!

Sloganları sık sık atıldı.

Yürüyüş boyunca İstiklal Caddesi’nin birkaç noktada duran aktivistler, halaylar, horonlar ve semahlarla kardeşliğe ve çeşitliliğe dikkat çekti. Yurttan Kürtçe Sesler Korosu’nun türkülerine eşlik edildi. Kardeş Türküler, diğer Barış İçin Sanat Girişimi üyelerinin de desteğiyle Tünel Meydanı’nda performanslar sergiledi, şarkılar söyledi.

Grup adına basın açıklamasını BDP milletvekili Bengi Yıldız Kürtçe,  Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Yıldız Önen Türkçe okudu. Açıklamada “Umutlarla karşılanan ama arkası gelmeyen sahte açılımlardan, kararsız adımlardan bıktık. ‘Farklılığa ve eşitliğe tahammülümüz yok’ diyen ırkçılardan, ‘asalım, keselim” diyenlerin nobranlığından, nefretle doldurulmuş kalabalıkların linç girişimlerinden, baskı yasalarından, olağanüstü hallerden yorulduk.” “Önce barış demek, Kürt sorununun çözümünün demokrasinin sınırlarının genişletilmesinden geçtiğini vurgulamak demektir, “eşit koşullarda kardeşiz” diyebilmektir!” diyerek barışın somut bir talep olduğu anlattıldı.

13 Nisan 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi VI – İstanbul

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin altıncı oturumunda Burcu Ateş ve Yalçın Akyıldız’ın yazar ve dönem sunumundan sonra Tarık Buğra’nın Küçük Ağa isimli romanını tartıştık.

Roman bir edebi eser olarak Atölye katılımcılarının tümü tarafından beğenilmişti. Olay akışı, kurgusu, karakterlerin yaratılması, Akşehir gibi küçük bir Anadolu kasabasının bu kadar canlı betimlenmesi,1919–1921 yılları arasında yaşananların resmi tarih dışındaki öğelere değinilerek anlatımı başarılı bulundu.

Karakterler etten kemikten çok canlı kurulmuştu. Karar verme aşamasındaki insanın çelişkileri, acıları, sancıları, yalpalamaları, karakterlerle biz okurlar arasında özdeşim kurulmasına yol açacak kadar iyi betimlenmişti. Atölye katılımcıları hayatlarının bir döneminde verdikleri ya da gelecekte verecekleri kararlar arifesinde roman kahramanlarının yaşadığını ikilemleri yaşadıklarını ya da yaşayabileceklerini fark etmişlerdi.

Roman, 8 yıllık savaş döneminden yenik çıkmış yorgun, bezgin, yoksul bir halkın, padişahın açtığı sancak altında savaşmış bir milletin, daha önce uğruna savaştığı değerlerden farklı olarak, henüz ne oldukları açık ve net olarak bilinmeyen ama vatan, millet, din gibi benzer paradigmalar için ama bu kez başka bir bayrak altında savaşmaya karar vermesinin sancılarını anlatmaktadır.

Roman yine bir savaş dönemini anlatmaktadır. Ama aynı zamanda da bir savaş eleştirisidir de. Savaşın yol açtığı yıkım, özellikle insanlarda yarattığı bedensel ve ruhsal yıkım anlatılmaktadır. Savaşa gidenlerin dönüşlerinde buldukları, gitmeyenlerin durumu, padişahın medet umduğu yabancı askerlerden medet umma kolaycılığı, savaşmaya karar verenlerin güdüleri, savaş sürecindeki hırsları, gurur ve iktidar tutkuları, insani çıkmazları, kaypaklıkları, kindarlıkları, kimi durumda kendilerinden, sevdiklerinden, yaşadıkları yerlerden ve ailelerinden vazgeçebilme iradeleri ama yine de onlara duydukları özlemler, özetle savaş karşısında insanın hemen hemen tüm halleri romanda farklı karakterlerde can bulmuştu.

Okumalarımız boyunca birçok kez kitabın sorduğu sorularla ve anlattığı durumlarla yüzleşmemiz gerektiğini konuştuk. Savaş nedir? Kendi kendimize ve başkaları ile yapacağımız savaş nasıl şekillenir? Savaş gerekli mi? Ölmek mi kalmak mı önemlidir? Savaşçının gücü nereden gelir? Kavganın diyalektiği. Savaşın yıkımı, utancı. Savaşın yersizliği. Vahşi bir sara olan savaş. Kötülüğe giden yol olarak savaş. Bir insanı öldürmekle şimdi ve gelecekte yaşanacak kayıplar. “Harp hiledir” hadisinin anlamı. Yanılmışım diyebilme gücü.

Yazarın muhafazakâr İslamcı duruşu ve betimlenen döneme bu referanslarla bakması savaş ve barış paradigması ile kitabı irdeleyenlerce bazı simge, yorum ve söylemleri nedeniyle eleştirmesine yol açtı. Özellikle azınlıklar konusundaki tavrı, “biz ve onlar”, “bizim topraklarımızda onlar”, “bizi arkadan hançerleyen onlar” ayrımı kitapta çok belirgin bir biçimde yer almıştır. Beraber yaşanmış bir Rum’un Pontus’u kurmak üzere Osmanlıya karşı çıkışı, kendini Osmanlı gören Ermeni bir doktora söyletilenler ya da yıllarca beraber yaşamış ama onları hala azınlık olarak gören Akşehir halkının, okumuşlarının düşünceleri ayrılıkçı söylem ve simgeler olarak değerlendirildi.

Bu durumlarda kullanılan dil de ayrılıkçı ve aşağılayıcıydı. Kancıklar, kahpeler, yılan gibi içimize sızdılar, pis ve dünkü köle Yunan gibi tanımların romanda sıklıkla yer alıyor olması yazarın savaşçı söylemi olarak eleştirildi.

Bir diğer dikkat çeken öğe roman boyunca kadınların adeta görünmez olduklarıydı. Kadınlar, evlatları bekleyen anneler, eşler, sevgililer olarak bir dekor görevi yapmaktaydı.

1919–1921 yılları arasında geçen bir dönemin yazar tarafından 1963 de, bir askeri darbe sonrası yazılması ve resmi söyleme aykırı öğeler içeren yorumları ile ayrıca bir cesaret örneği olarak değerlendirildi. Özellikle Çerkez Etem ve İsmet İnönü çekişmesinde, yazıldığı dönemde iktidar olan bir kişinin tutum ve davranışlarını yeren yorumları içermesi önemli bulundu.

Atölye katılımcıları arasında da savaş yorumlarındaki farklılıkları ortaya çıkarması, eleştirdiğimiz söylemleri kullanma ikilemlerimiz, barışçıl sayılmayan bazı söylemleri normalleştirdiğimizi göstermesi açısından da önemli ve değerli bir çalışma olduğuna karar verdik. Haklı savaş olur mu? Bağımsızlık için savaşmak mı savaşmamak mı? Romanın anlattığı dönemde yaşasaydık ya da bugün benzer koşullarda yaşıyor olsa idik savaş karşıtı olur muyduk? Eşkıyalığı, çeteciliği seçer, düzenli orduya katılır mıydık?

Geçmişte okuduğumuzda da bizi etkilemiş olan bu kitabı Atölye’nin tamamı değişik açılardan değerlendirdi ve beğenisini dile getirdi.477 Sahifelik kitabın çok rahatlıkla okunduğu ve aslında belki biraz daha uzatılmasının gerekliliği de konuşuldu. 100 Temel eser içerisinde savaş ve barışı arayışlarımız içerisinde romanın gençlere önerilecek bir kitap olduğu konusunda görüş birliğine vardık.

27 Nisan 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi VII – İstanbul

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin yedincisinde Görkem Yeltan ve Yıldız Önen’in yazar ve dönem hakkındaki kapsamlı sunumlarından sonra Samiha Ayverdi’nin İbrahim Efendi Konağı isimli kitabını tartıştık.

Kitap 1964 yılında yazılmış olmasına karşın “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıldızı söneli asırlar olsa da aldatıcı ışığının hala gözleri kamaştırdığı” bir İstanbul asilzadesinin anı ve gözlemleri olarak değerlendirildi.”Dünün insanı bugünün insanından daha mutlu ve kazançlı değil miydi?” diyen 40 roman yazmış bir kadın yazarın görüş ve yaklaşımlarını tartıştık.

Tekkeleri bir psikolojik tedavi merkezi olarak gören, “Rolünü ihmal etme”, “Halk için hak yolunda hizmet et” düsturu benimsemiş, “değişim, dönüşüm ve gelişim”e inanan bir dergahın sohbetlerine katılmış, müridi olmuş ve kendini hümanist olarak tanımlayan bir yazar olarak, incelediğimiz kitabın bir çok yönü ile yoğun bir savaş söylemi içerdiği konusunda hemfikir olduk.

Doğuyu ve batıyı çok iyi tanıyan ama sentezine inanmayan yazar bu üslubuyla daha baştan kendi görüşleri dışındaki her şeyi, batı görüş ve felsefesini, Osmanlı Devleti’nde yaşayan diğer halkları, kendi yaşadığı ve ahlakını benimsediği konağın dışındaki konak, köşk, ev ve çevrelerdeki yaşam anlayışı ve felsefesini hatta hatta amca evi olan İbrahim Paşa Konağı’nı bile ötekileştiren bir anlayışa sahip olduğunu konuştuk.

Demokrasiyi “düşük çeneli bir rejim”, “dedikodu rejimi”, “makine medeniyeti”, “Garbın 19.yüzyılda saptığı maddecilik mezhebi” olarak tanımlayarak, farklı görüşlerin tartışılmasına, katılımcılığa karşı olduğunu anlıyoruz. Kölelik meşrulaştırılıp normalleştirilirken köle kalfa ve halayıkların bu hayattan ne denli hoşnut ve mutlu oldukları, kölelerin hasletleri uzun uzun anlatılmaktadır.

Toplumda yaşayanları aktif ve pasif unsurlar olarak sınıflayarak, “biyolojik zaruretler”den söz ederek,”insanı da bu hayvanı da bu…lokmayı, rahatı fazla kaçırdı mı çifteleyecek adamı arar….indir nafakasını, koş işe,bak nasıl yola gelir” diyerek acımasız bir ayrımcılık yapıp sosyal Darwinizme battığını gördük.Yeni doğan iki bebekten birini daha doğum anından itibaren iyi ve kötü ruhlu diye sınıflandırması ise şaşırtıcıydı.

Osmanlı toprağında yaşayan diğer halkları ve dinleri, Ermeni, Rum, Musevi, Habeş, zenci diye etiketleyerek düşman ilan eden, “düşmanı küçük görmek zafer devrinden kalma alışkanlıktır” diyerek ayırımcılığın, ırkçılığın hasını yaptığını konuştuk.

Kadınlara bakışı ise, entelektüel birikimi, deneyimi yaşadığı döneme göre çok üstün olan bir kadın yazar için oldukça çarpıcıydı;”Şifahi kültürde kadın cahil değil çünkü iş işliyor”, “Kadın kısmını önüne alıp esaslı meselelerin muhatabı kılmak onu şımartmak ve haddini bilmez etmek demekti”, Meşrutiyet ve sonrası dönem için “ Kadın tahtından inmiş ve sokaklara dökülmüştü. Evinden çıkmıştı ve bir daha da dönemeyecekti. Çalışan kadınlar çocuklarını başkalarına baktırarak makineleşmiş çocuklardan oluşan yeni bir dünya düzeni kuruldu”.

Savaşlara bakış açısı ise çok çelişik ve objektif olmaktan uzaktı. Savaş eğer Osmanlı Devleti’nin başlattığı bit savaş ise “Bir medeniyet, irfan ve ideoloji savaşı olarak Osmanlı istilaları”, “ Dünyayı titreten böyle bir dostun gölgesine sığınan Almanya’nın kimden korkusu olabilirdi ki?”, savaş işgal altındaki halkların başkaldırısı ise “Türk idaresindeki huzurlu adaleti tercih etmeyen Rumeli Panislavizmi”, Filistin ve Irak Cephesi için “Evvelden satın alınmış halktan destek gören düşman” idi.

Savaş ve şiddet aile ilişkilerinin içine de işlemişti. İbrahim Efendi Konağında huzur ve hoşgörü yoktu. Otoriter, çevresinin görüşlerine değer vermeyen, kendi görüşlerini dayatan bir baba, ona benzer özellikleri olan büyük kız evlat, birbirini saymayan yok kabul eden kardeşler, eşler arasında tatsızlık ve düzensizlik,cehenneme dönmüş evlilikler, kalfa ve halayıklar arasındaki cepheleşmeler, aile düzenini sabote eden “yabancı mürebbiyeler”,çıkarcı azınlık terzi, bohçacı ve esnaf… Yazarın ötekileştirdiği bu Konak dışında kendi yaşadığı evde ise “cennette zaman nasıl geçer bilinmezmiş”.

Bunların yanı sıra elbette ki barışı anlatan aşk tanımları, huzurlu ve dingin gündelik yaşamın betimlemeleri, lonca sisteminin adaletli işleyişi anlatımları, savaşın etkilerinin çok iyi betimlendiği göç acılarının anlatımları, muhacirlik, açlık, savaş zenginleri, ekmeksiz sabunsuz, şekersiz, bitli, tifüslü, veremli İstanbul anlatımlarından beğeniyle söz edildi.

Bir roman mı, tarih yazını mı, anı mı olduğunu da tartıştığımız kitap için yazar “efsane zannedilecek kadar muhteşem ve refahlı geçmiş o devrin son yıllarını idrak etmiş olan” birinin takdimi olarak tanım yapıyor.

Atölye katılımcıları yazar ve kitabı ile tanışmaktan duydukları memnuniyeti, başka bir kitabını okuma arzularını dile getirmekle birlikte,  yazar ve kitabın ötekileştirici atmosferine kapılarak zaman zaman birbirinden farklı görüşler için, savaş söylemlerinin tuzağına düşmekten de kendilerini alamayarak, tartışmaya girdiler. Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nde bir araya gelme amacımız, barışı arayışımız, barış kültürünü içselleştirmemiz, iliklerimize işlemiş yaygın savaş söylem ve davranışlardan kendimizi arındırmak için çaba göstermek olduğu için bu türden tartışmalar yapmak kendimizi fark etmemiz açısından değerlidir.

10 Mayıs 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

3,5 yil oldu… Katilleri taniyoruz….

Hrant Dink cinayeti davasının Beşiktaş Adliyesi’ndeki 13. duruşması öncesi İskele Meydanında biraraya gelen Hrant’ın Arkadaşları, “Hrant için adalet için” yazılı dövizler taşıdı.”Faşizme inat kardeşimsin Hrant”, “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeniyiz”, “Katil çeteler devletle beraber” , “Öldür’ diyenler yargılansın” sloganları attı, “Hrant için Adalet için” yazılı afişi açtı.

Hrant’ın Arkadaşları’ndan gazeteci Bülent Aydın, “Hrant öleli tam 3,5 yıl oldu ama acımız, öfkemiz, taleplerimiz hala taze. Hrant’ın ailesi ve ‘derin’ ailesi olarak bizler katilleri tanıyoruz ve bunu haykırmak için, sorular sormak için, sonuna kadar, adalet yerini bulana kadar buradayız” dedi.

Dink cinayetini işleyen “2-3 tetikçinin peşinde olmadıklarını” söyleyen Aydın, “Onları cezalandırmakla adalet yerini bulmuyor. Toplumun dününü, bugününü aydınlatmaya çalışan insanları öldürenler toplumu da öldürüyorlar. Bu davada aydınlatılacak olan yalnızca Hrant değil, toplumun da geleceğidir. Biz yalnızca Dink için değil aynı zamanda tüm siyasi cinayetler için buradayız” diye konuştu.

Aydın’ın ardından basın açıklamasını Hrant’ın Arkadaşları adına oyuncu Tülin Özen okudu.

Suikastın faillerinin bir gün mutlaka ortaya çıkarılacağını belirten Özen, “Onların yere eğilmiş suratlarını göreceğiz. Başlangıçta ‘namus davamızdır’ denen bu dava artık utanç müsameresine döndü. Bunu bir kenara yazdık, unutamayız. Yine de devleti, gecikmeli de olsa namusunu kurtarma operasyonuna çağırıyoruz” diye konuştu.

Özen, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Biz, ömrümüz yettiği sürece burada olacağız. Hrant’ın öldürülmesine bir şekilde karışmış resmi görevlileri bugüne kadar koruyanlar bunu bilsin. Boşuna uğraşıyorlar. Yaptıkları en fazla adaleti geciktirecek.”

Aralarında Doğan Öz‘ün eşi Sezen Öz, kızı Bengi Heval Öz, Uğur Mumcu‘nun çocukları Özgür ve Özge Mumcu, Abdi İpekçi’nin Nükhet İpekçi, Metin Göktepe‘nin annesi Fadime Göktepe‘nin de bulunduğu Toplumsal Bellek Platformu da eylemde hazır bulundu.

11 Mayıs 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi VIII – İstanbul

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin sekizincisinde Aslı Tohumcu ve Özge Kara yazar ve dönem hakkında sunumlarını yaptıktan sonra Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak kitabını tartıştık.

1921 Yılında yazılmış bir ilk roman olarak tüm Atölye’ce başarılı bulundu. Yaşanılan dönemin karmaşasının kişilerde yarattığı düşünsel kararsızlık ve toplumun bir bireyi olarak yazarın geçmiş ve gelecekle ilgili düşüncelerindeki bulanıklığın kitaptan iyi anlaşıldığını konuştuk. Atölye’de incelenen diğer eserlerde de zaman zaman karşılaştığımız ve edebiyatta savaş ve barışı arayan bizleri de ikilemlere sokan koşullar karşısında karar verme güçlüğü bu kitapta da karşımıza bir kez daha çıktı. Seniha ile konuşurken Hakkı Celis’in Batı/Avrupa fikrinde cisimlenen modernleşme için söylediği “kıyafetlerde epeyce değişiklik gördüm fakat ruhlarda ne değişti, bilmiyorum” sözü üzerine Seniha “Daima felsefe. Sen hiçbir zaman hayat adamı olamayacaksın” dediğinde Hakkı Celis ” Öyleyse ölüm adamı olurum” demesi ve savaşa gitmesi, bizi çoğu romanda işlenen seçeneksizlik durumu ile bir kez daha karşı karşıya getirdi. İncelediğimiz diğer dönem romanlarında da edebiyatın bizi o koşullarda “Savaşalım. Ölmeyelim de ne yapalım” durumuna getirdiğini fark ettik. Üçüncü bir yolun görülmesinin, bulunmasının, savunulmasının o gün olduğu gibi bugün de zor olduğunu konuştuk.

Kiralık Konak’ın daha ilk sahifelerinde 1920’lerin İstanbul’unda Tanzimat’ın eseri İstanbulin Efendiler ile Abdülhamit’in regingot devri karşı karşıya getiriliyor. Anlıyoruz ki roman boyunca iki dönem, iki tarz ve bunların simgeleyeceği karakterlerin çatışmaları ve gündelik hayatta yaratacağı gerilimle karşı karşıya geleceğiz. Naim Efendi kişiliğinde, Seniha, Cemil ve Faik Beyin simgelediği, gösterişçiliğin, yanlış beğeni ölçütlerinin, yozlaşmanın ve samimiyetsizliğin alanı olan modern çağ/yeni gelen hedef alınıyor ve eski zamanlara ait yücelik, tutku haysiyet, mantık ve sağduyu kavramlarını, modern zamanların ölçüsüz ve yoz tutumlarıyla kıyaslanıyor.

İncelediğimiz çoğu eserde gördüğümüz gibi Kiralık Konak’ta da üçüncü bir yolun, eski ile yeninin iyileri ile yeni bir senteze varmanın ne denli güç olduğundan ve bunun bugün bile başarıldığının söylenmesinin güçlüğünden söz ettik. Bireyi ve toplumu hedef alan, ruhsal bütünlüğü bozan, uyumsuz, hoşgörüsüz ve anlayışsız ortamları yaratan, maddi ve manevi nitelikteki şiddetin bu türden yaklaşımlardan doğduğunu konuştuk. Özellikle Seniha’nı dedesi Naim Efendiye karşı tahammülsüzlüğü, “ihtiyarı üzmekte, şaşırtmakta ve bekletmekte garip bir zevk alıyor” olması ev ortamının denge, sakinlik, huzur ve barıştan ne denli uzaklaştırdığını konuştuk. Kiralık Konağın bu anlamda toplumda iç savaşı, kuşaklar çatışmasını destekleyen ve körükleyen karakterler yarattığını saptadık.* *”Giyotin temizler efendim… Yalnız namussuz kafaların değil, fakat, eski kafaların hepsi de kesilmelidir”, “Her kadında yıkıcı bir avcı hayvanattan bir şey vardır”, “kadının en müthişi işte böylesidir; esasen insan olmayan bu mahluk, bir de akıl denen şeyle silahlandı mı, adeta dişli, tırnaklı, bir canavar haline giriyor” cümlelerinin tartışmasız savaş söylemlerine “Aşkın mucizesi. İnsanı sesine kadar değiştiren şey”,”Bu genç adam Seniha Almanyalı, Avusturyalı zabitlerle rahat rahat çay ziyafetleri verebilsin diye bir hafta sonra Çanakkale’ye, hayatına doymadan ölüme gidecekti”, “Cephenin arkasındaki hayat daha iyi değil” cümlelerine ise barış söylemlerine örnek olarak değinildi.

Atölye takvimimizin haziran sonuna kaymasının bazı sakıncaları nedeniyle Tolstoy’un Savaş ve Barış isimli eserini yaz sonuna bırakma kararını aldık. Bu durumda, son Atölye tarihi olan 8 Haziran oturumu sonunda, çalışmaları kitaplaştırma sürecini nasıl şekillendireceğimizi konuşma kararı verdik. 25 Mayıs’ta E.Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitabını,8 Haziran’da, A.H.Tanpınar’ın Beş Şehir kitabını inceleyeceğiz.

20-23 Mayıs 2010 – ASF Program ve Hazırlık Toplantıları – İstanbul

1-4 Temmuz’da yapılacak 6. Avrupa Sosyal Forumu’nun (ASF) program grubu toplantısı ve son hazırlık toplantısı 20-23 Mayıs’ta İstanbul’da yapıldı. ASF bileşenlerinin katıldığı toplantılarda son hazırlıklar gözden geçirildi.

Ayrıntılı raporun Türkiye Sosyal Forumu tarafından önümüzdeki günlerde yayımlanacağı toplantılarda seminer birleştirmeleri, açılış ve kapanış toplantılarının konuşmacıları, sosyal hareketler buluşmasının zamanı, yürüyüşün zamanı ve yeri tartışıldı.

Küresel BAK olarak “Savaş karşıtı hareket”, “Nato karşıtı çalışma ağı” ve “Askeri üslere karşı ağ” toplantılarını örgütleyeceğiz.

Program grup toplantısı – 20 Mayıs 2010

Perşembe günü yapılan Avrupa Sosyal Forumu (ASF) Hazırlık Toplantısı’nda 1-4 Temmuz’da İstanbul’da yapılacak 6. ASF için önerilen seminerler görüşüldü.  300ün üzerindeki seminer önerilerinin gönüllü birleştirilmesi yapıldı. Bunun sonucunda 250’ye yakın seminer önerisi oluştu. Avrupa’dan gelen kurum temsilcileri toplantıda Türkiye’deki paralel kurumlarla birlikte seminerleri yapmaya gönüllü olduklarını bir kez daha dile getirdiler.

Birleştirmelerden sonra seminer listesi ASF mail grubuna ve seminer önerisi yapan kurumlara yollandı. 30 Mayıs’a kadar seminer sahiplerinin seminerlerinin son halini, başlığını ve konuşulacak dilleri TSF bürosuna yollamaları gerekiyor. ASF Programı 3 Haziran’da duyurulmaya başlanacak.

Çalışma grupları ve Program grubu toplantıları – 21 Mayıs 2010

Cuma sabahı Emek, Göçmen ve Kadın çalışma ağlarının toplantıları yapıldı. Öğleden sonra yapılan program toplantısında ASF’nin açılış, kapanış konuşmacıları, tematik meclis toplantıları ve Sosyal Hareketler Meclisi üzerine konuşuldu.

ASF’ye Afrika Sosyal Forumu’ndan, Senegal’den (2011 Dünya Sosyal Forumu yapılacak ülke) ve Brezilya DSF grubundan birer katılımcının davet edilmesi konuşuldu.

ASF Hazırlık Toplantısı birinci gün – 22 Mayıs 2010

Cumartesi günü Türkiye Sosyal Forumu (TSF) örgütlenme komitesinin raporu ile başladı. ASF’ye ilişkin teknik bilgiler ve örgütlenme şeması anlatıldı.

Dünya Kadın Yürüyüşü örgütlenme komitesi de verdiği raporda 29 Haziran’da Balkanlar’dan gelecek kadın karavanı karşılanacağını; 30 Haziran’da büyük bir buluşma gerçekleştireceklerini, aynı gün toplantılardan sonra da yürüyüş düzenleyeceklerini açıkladılar.

30 Haziran’da saat 20.30’da ASF bir konser ve konuşmalarla başlayacak. Açılışta TEKEL direnişinden, Yunanistan işçi hareketinden, Mezopotamya Sosyal Forumundan birer konuşmacı olacak.

ASF’nin ana sloganı “BAŞKA BİR AVRUPA MÜMKÜN” olacak. Yanı sıra değişik dillerden “Krizin faturasını onlar ödesin” sloganı yazılacak.

İngilizce:  Make them pay for their crisis

İtalyanca:              La crisi va pagata da chi l’ha provocata

Almanca:           Lasst sie für ihre Krise zahlen!

Kürtçe:            Divê Cirma Krîzê Xwediyê Krîzê Bidin!

ASF’nin programı:

1 Temmuz Perşembe: 9.00 – 12.00 / 14.00-17.00 / 17.30 – 20.30 / 19.00 – 20.30 Hareketler Buluşması için öneriler toplantısı.

2 Temmuz Cuma: 9.00 – 12.00 / 14.00-17.00 / 17.30 – 20.30 / 19.00 – 20.30 Hareketler Buluşması için öneriler toplantısı.

3 Temmuz Cumartesi: 9.00 – 12.00 seminerler, meclisler

/ 14.00-17.00 tematik meclisler / 18.00 Yürüyüş Şişli’den Taksim meydana olacak. Taksim’de bir konser düzenlenecek.

4 Temmuz Pazar: 9.30-13.00 Krize karşı meclis toplanacak. Birinci bölümde krize karşı ortak eylem önerileri tartışılacak. İkinci bölümde çalışma ağlarının önerileri okunacak.

Forum’daki Meclisler:

Seminer ve atölyelerin dışında tematik meclisler toplanacak. Cumartesi öğleden sonra yapılacak olan tematik meclislerde her tema kendi seminer ve atölyelerden topladığı önerileri bir araya getirecek.

Pazar günü yapılacak mecliste ise ana gündemin krize karşı mücadele olması konuşuldu.

Katılım Ücreti:

Çalışan: 30 Euro

Genç (22 yaş altı), işsiz veya emekli, Doğu Avrupalılar: 15 Euro

Doğu Avrupalı Genç (22 yaş altı), işsiz veya emekli: 10 Euro

Türkiye’li katılımcılar: 5 Tl.

Kurum katılım ücreti: 250 Euro

Konaklama:

ASF’yi destekleyen 3 belediyeden sağlanacak bedava konaklama yerleri önümüzdeki haftalarda bildirilecek.

İTÜ Maçka’daki odaların durumu

Kaç kişilik                                                                             Kaç oda var        Diller

400 – 600     seminer                                                             3            5

250 – 400      seminer                                                            3            4

150 – 250     seminer                                                             6            3

100 – 150     seminer                                                             5            3

50 – 100    atölye                                                                   7            Çeviri yok

50              atölye                                                                  10          Çeviri yok

Seminer ücretleri (Oda büyüklüğüne göre değişiyor)

Kapasite                                                                               Ücret

750                                                                                       1100 Euro

600                                                                                       900 Euro

350                                                                                       525 Euro

250                                                                                       375 Euro

150                                                                                       225 Euro

100            atölye                                                                  150 Euro

50-100        atölye                                                                 75 Euro

Standlar, masalar:

ASF katılımcılarının bilgilendirme masaları için 100’er Euro gerekiyor. Satış yapılacak masalar için 250 Euro. Satış masaları için TSF örgütlenme komisyonundan bir grup kurulacak.

Tematik Alanlar:

Tematik alanlar için 500 Euro alınacak.

Basın Merkezi:

20 Bilgisayarın olduğu bir basın merkezi oluşturulacak. Merkeze bir projector ve İnternet bağlantısı konulacak

Çeviri ve Babel ağı:

Babels çalışma ağından Lina Babels’in bu ASF’de sorumluluk almayacağını açıkladı. Kendi listelerindeki Türkiye’de çeviri yapabilecek isimleri TSF örgütlenme komisyonuna vereceklerini söyleyen Lina gönüllü çevirmende büyük bir düşüş olduğunu vurguladı. Eskiden 2500 kişi başvuruken bu sene sadece 638 gönüllü başvumuş. Bunların 197’si profesyonel, 172’si deneyimli, 158 orta halli, 86’sı ilk kez yapacak. Bunlardan %50si bu ASF’ye katılamayacak. Dil dağılımı da şöyle: İspanyolca:123; İtalyanca: 62; İngilizce: 44; Fransızca: 43; Almanca: 28

Babel çalışma ağının ASF’den pek çok beklentisi var, bunlar karşılandığı takdirde çeviriler yapılabilecek.

ASF’nin Geleceği:

ASF2nin geleceği “ASF ve Avrupa Sosyal Hareketlerinin geleceği” üzerine bir seminer düzenlenecek. Bu seminerde konuşmak isteyenler Alessandra Mecozzi a.mecozzi@fiom.cgil.it veya Eric ericdr.medias@cadtm.org mail atabilirler.

Seminerde ASF süreci ve Avrupa çalışma ağını nasıl güçlendireceğimizi tartışacağız.

Kadın Katılımı:

Tüm seminerlerde % 50 kadın kotasına dikkat edilmesi tekrar vurgulandı.

Farklılıklar:

Doğu ve Güney Avrupa’dan katılımcılara, gençlere, cinsiyetlere pozitif ayrımcılık ilkesi uygulanmasına dikkat edilecek.

ASF’nin lojistiği:

Yemek ve konaklama da ucuz, çevreye saygılı ürünlerin kullanılmasına dikkat edilecek.

Politik partilerin katılımı:

Politik partiler ne ASF içinde bir alan almalı ne de örgütleyicilerin arasında olmamalı. Bu parti üyelerinin konuşmacı olmasını engellemez.

ASF Hazırlık Toplantısı ikinci gün – 23 Mayıs 2010

Pazar günü yapılan toplantının birinci bölümünde Avrupa’daki kriz tartışıldı. Ardından Avrupa sosyal hareketler adına bir çağrı yazılması kararlaştırıldı.

İkinci bölümde, ASF’nin çağrısının TSF örgütlenme komitesi tarafından yazılmasına karar verildi. ASF’yi duyurmak için iki hafta öncesinden bir basın toplantısı yapılması konuşuldu.

Gelecek ASF’yi konuşmak için Temmuz’dan sonra Brüksel’de bir hazırlık toplantısı yapılmasına karar verildi.

ASF tematik başlıkları

1. Küresel ekonomik kriz ve direniş – ‘onların’ krizinin faturasını ödemeye karşı işçi hakları ve örgütlenme hakkı, alternatiflerin tartışılması

2. Sosyal Avrupa, Sosyal kentler – kamu hizmetleri, sosyal güvenlik, zorla tahliyeye karşı direniş ve konut hakları

3. Demokratik ve hak temelli bir Avrupa –Irkçı, baskıcı politikalara, TMY, işkence, hapishane ve gözaltında kayıplara ve aşırı sağın yükselişine karşı mülteci, göçmen ve insan hakları

4. Ezilen halklar –Kürt, Ermeni, Filistin, Tamil, Bask…sorunları. Ulusal haklar, azınlık ve mültecilerin geri dönüş hakları

5. Avrupa’daki göçmen karşıtlığına hayır. Göçmenlere serbest dolaşım hakkı, herkese eşit haklar.

6. Ayrımcılık ve eşitlik –erkek egemenliği ve homofobiye karşı, toplumsal cinsiyette eşitlikten yana.

7. Sürdürülebilir bir dünya – tarım, gıda, su, enerji, çevre ve iklim değişikliği.

8. Savaş ve Barış –savaş, militarizm, işgal ve siyonizme karşı.

9. Gençlik – eğitim, iş ve gelecek hakkı.

10. Kültür, sanat, bilişim ve medya – bilginin demokratikleştirilmesi, alternatiflerin yaratılması. Neoliberal ‘Kültür Başkenti’ projelerine karşı.

11. Basın, iktidar ilişkileri, bilgilendirme ve ifade özgürlüğü.

12. Avrupa ve Dünya’da sömürgeciliğe ve şirketleşmeye karşı halkların dayanışması.

13. Sosyal hareketler, küresel adalet hareketinin durumu ve geleceği.

25 Mayıs 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi IX- İstanbul

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin dokuzuncusunu 25 Mayıs salı günü, Zehra Yaman, Ömer Şarlak ve Merve Merdane’nin yazar, dönem, İspanya İç Savaşı sunumlarından sonra Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitabını tartışarak yaptık.

Kitap 1940 yılında yazılmıştır. Haziran 1937’de, Guernica bombalandıktan sonrasının İspanya İç Savaşı’ndaki 3-4 günü anlatan bir savaş romanıdır.

1936-1939 Yılları arasındaki İç Savaş’ta Enternasyonel Tugaylar’da yer alan ve dağlarda faşistlere karşı savaşan gerilla güçleri arasında bulunan Amerikalı bir İspanyolca profesörü olan Robert Jordan’ın gözünden savaşın anlamsızlığı sorgulanmaktadır. Robert Jordan patlayıcı konusundaki uzmanlığı dolayısıyla Segovia şehrine yapılacak bir saldırıyı desteklemek için bir köprüyü havaya uçurmakla görevlidir. Romandaki tüm karakterler bu görevin ölümlerine sebep olacağını düşünmekte ve ölüm sebeplerini sorgulamaktadırlar.

Kitabın adı, şair John Donne’ın bir katedralde başrahip olduğu dönemdeki vaazlarından birinden alıntılanmıştır; “Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse denize, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.”

Tüm kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da Ernest Hemingway için yapılmış tanımlamanın geçerli olduğunu konuştuk; ölümle oyun oynuyor. 1.Dünya Savaşı’na gönüllü gitmesini, savaşı bütün detayları ve taktikleriyle başarı ile vermesini, boğa güreşini sevmesini, iki kez intihar girişiminde bulunup sonuncusunda başarılı olmasını yazarın bu ölüm ile olan oyununa bağladık.

Savaşın öldürmekle başladığını, savaşın yalnızca, tek ve mutlak anlamda ölüm, öldürmek ve ölmek olduğunu konuştuk.

İnsanlığın “Yüreğimizi açacak bir şeye gereksinmesi var; din, sevgili, ideoloji…” ve işte bunun için savaşacak bir şeyi hep bulma ihtiyacı duyduğunu konuştuk. “Cumhuriyeti koruyacaksak, kazanacaksak, öldürecektik”, “Kardeşlik duygusu için savaşabilirsin”, “Kendilerine duyulan güveni kötüye kullanan, görünümleri insanın içinde başkaldırı duyguları uyandıran amiralleri öldürüp yok ederiz elbette. Yok edilir onlar. Cinayete kurban gitmezler”, “Savaşanların savaşmayanlara kini vardır”, “Sabah insan öldüreceği için seviniyordu”.Öldürmek için neden aramak yerine savaşmamak için yolların aranmasının değerli olduğunu vurguladık.

Çünkü; “öldüğün zaman ne hangi ulustan olduğun ne de hangi siyasete bağlı olduğun anlaşılır”,”öldürdüklerim yüreğimi acı ile doldurur. Barbarlık bu”, “savaşta öğrenilen hiçbir şey basit değildir”, “öldürmek yozlaştırmaz mı”,”adam öldürmeye inanmamalısın”.

“Ölmek hiçbir şeydir”. “Ama yaşamak, bir tepenin yamacında rüzgarla salınan bir buğday tarlasıydı. Yaşamak, gökyüzünde dolaşan atmacaydı. Tahılın savrulduğu, samanların uçuştuğu harman yerinde, tozlar içinde duran toprak bir testideki suydu yaşamak. Bacaklarının arasındaki bir attı yaşamak…bir tepeydi,  bir koyaktı, bir dereydi kenarında, vadinin uzak kıyısında, tepelerin ötesindeki ağaçların uzandığı…”

Ernest Hemingway’in savaşla ve ölümle hesaplaştığı çok değerli cümlelerinin, paragraflarınının yanı sıra savaşmayı yücelttiği çok sayıda satırı da olduğunu şaşırarak gördük.

Cumhuriyetçilerin, guardiya civilleri ve faşistleri cezalandırmak için halkı linçe yönlendirirken,kasaba halkındaki sürü ruhunu nasıl dalga dalga yükseldiğini başarı ile anlattı gibi, faşistlerin Cumhuriyetçi bir köyü, aileleri nasıl katlettiklerini, belediye başkanının kızına nasıl tecavüz ettiklerini de aynı edebi başarı ile ve ilkel duyguları dışa vurarak anlattığını konuştuk.

Ancak yazar ayırımcıydı. Şaşırarak gördük ki çingenelerle, zencilerle, ayyaşlarla…farklı olanla sorunları vardı. “Eğer bir devrim daha yapacak olursak, bence, en başta temizlenmesi gereken ayyaşlardı”, “Çingene, beş para etmezin teki. Ne bir siyasi düşüncesi var ne de disiplini. Hiçbir konuda güvenemez insan ona… Askerlikten bağışlanmalı bunlar. Ya da fiziksel ve zihinsel özürlüler gibi…” Yazarın ayrıca kadınları bakış açısı da sorunluydu. Sanki kadınlar savaşta her türlü “hizmeti” karşılayan, savaşan erkekleri rahatlatan tarafıydı. “Onun  ülkesinde kadın erkeklerden önce yemek yemezdi”, “ayak yıkar, viski bardağını doldururdu”.

Dokuzuncusunu yaptığımız Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin, daha önceleri çok farklı duygu, düşünce ve değerlendirmelerle okuduğumuz kitapları nasıl bambaşka bir paradigma ile okumamıza, irdelememize, dikkatimizi yönlendirmemize yaradığını, Atölye’nin tek tek bizlerde yaptığı katkıları konuştuk. Dilimize, düşüncelerimize, dünyaya bulaşmış savaş ve şiddet ruhundan arınmanın çok da kolay olmadığını bir kez daha gördük. Barış kültürünü toplumda yerleştirmeden önce bizlerin bile barışı özümsemesinin ne denli zor ve yaman bir iş olduğunun ayırtına bir kez daha vardık.

Son atölyemizde, çalışmalarımızı nasıl yazılı sunum haline getireceğimizi,bizim yaşadığımız bu değerli deneyimi,farkı okumaları nasıl bir kitap haline getirerek başkaları ile paylaşabileceğimizi konuşacağız.

Son atölyemizi 8 Haziran’da yapacağız. A.H.Tanpınar’ın  Beş Şehir kitabını tartışacağız.

31 Mayıs 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

Katil İsrail, Filistin’den defol!

İsrail devletinin Gazze’ye yardım götürmeye çalışan gemilere saldırısından sonra 31 Mayıs günü pek çok gösteri oldu. Küresel BAK 12.30’da Yardım Gemisinde temsilcileri olan kurumların çağırdığı gösteriye Barış bayraklarıyla katıldı. Gösteride İsrail devletinin saldırısı kınandı.

Gösteride konuşan gazeteci yazar Abdurrahman Dilipak, İsrail’e uçak gönderilerek oradaki tutukluların derhal Türkiye’ye getirilmesini istediklerini belirtti. Yaralıların İsrail dışında bir devlette tedavi altına alınmasını da talep ettiklerini kaydeden Dilipak, gemilerdeki yardım malzemelerinin de Kızılay kanalıyla Gazze’ye ulaştırılmasını istediklerini söyledi.

İHH İnsani Yardım Vakfı Yönetim Kurulu üyesi Ömer Faruk Korkmaz da, gemidekilerin, sivil bir gemide olduklarını bilerek Gazze’ye yardım götürmek istediklerini kaydederek, İsrail devletinin bu gemilerde teröristler olduğunu iddia ettiğini de söyledi. Korkmaz, gemilerde 16 Avrupa Parlamentosu milletvekili, 26 yabancı 34 de Türk gazeteci olduğunu hatırlatarak, ”Bunlar mı terörist? İnsanlığın vicdanı için o gemilerdeydiler” dedi. Konuşmasında, ”Vakıf görevini yaptı, insani yardımı ulaştırmak için canlarını ortaya koydu” diyen Korkmaz, artık hükümetlerin devreye girmesi gerektiğini anlattı.

Akşam 19.30’da Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Galatasaray meydanında bir basın açıklaması yaptı. Koalisyon Yürütme Kurulundan sanatçı Kerem Kabadayı tarafından yapılan açıklamanın ardından, Taksim’e barış bayrakları ve davullarla bir yürüyüş yapıldı. ‘Filistinle Halkıyla Dayanışma Derneği’ gönüllüleri de Küresel BAK kortejiyle yanyana Filistin bayraklarıyla Taksim’e yürüdü.

‘Dünyanın Bütün Filistinlileri Birleşin” ve “İkili anlaşmalar iptal edilsin – Filistin’e Özgürlük’ pankartının taşındığı eylem 1 saatten fazla sürdü. ‘Tayyip konuşma, anlaşmaları iptal et’ ve ‘Yaşasın halkların kardeşliği’ sloganları atıldı.

Savaş karşıtları Taksim’de bir süre oturma eylemi yaptı. İsrail saldırısını protesto eden konuşmalar yapıldı. Küresel BAK, Perşembe akşamı saat 19.00’da, İstiklal Caddesinde yapılacak ‘Filistin halkıyla dayanışma’ insan zinciri için çağrı yaptı.

Galatasaray meydanında ve Taksim’de savaş karşıtlarının taleplerini içeren basın açıklamasını okuyan Kerem Kabadayı saldırıyı kınayan ve tüm savaş karşıtlarının taleplerini anlatan Küresel BAK basın açıklamasını okudu.

3 Haziran 2010 – İnsan Zinciri – İstanbul

İsrail Şiddetine Karşı Gazze ve Filistin Halkıyla Dayanışmaya

Küresel BAK 3 Haziran’da Galatasaray Meydanından Taksim Meydanına Filistin ve Gazze halkıyla dayanışmak için insan zinciri oluşturdu. Yardım gemileri yolcularının aralarında olduğu barış aktivistleri Taksim meydanına kadar İsrail’i kınayan, Filistin halkına destek veren sloganlar attılar. Taksim’de gemi yolcuları yaşadıkları vahşeti ve Türkiye halkının gösterdiği destekten dolayı duydukları mutluluğu anlattılar. Bu yolculuğun bir başlangıç olduğunu Filistin özgürleşinceye kadar mücadeleye devam edeceklerini söylediler. Ardından Küresel BAK basın açıklamasını Mehmet Demir okudu.

6 Haziran 2010 – Toplantı – İstanbul

6 Haziran Pazar günü Eyüp Belediyesi Meclis Salonu’nda Küçük Millet Meclisi Forumu düzenlendi.

Forum’da moderatörlüğünü Bilgi Üniversitesi’nden Prof.Dr. Asaf Savaş Akat yaptı. Adalet ve Kalkınma Partisi İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık’ın siyasi parti temsilcisi olarak katıldı. Ayrıca Adaleti Savunanlar Derneği / ASDER, Düşünce Suçu’na Karşı Girişim, Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Medya Derneği, Sosyal Demokrasi Vakfı /SODEV, Sağlıklı Gıda Platformu, Hak ve Özgürlükler Partisi / Hak-Par, One Minute Küresel Barış Platformu Başkanı  ve Mavi Marmara Gemisi yolcusu Süleyman Çakmak ise sivil toplum örgütü katılımcısı olarak forumda yer aldılar.

Forumda iki oturumda Anayasa Paketinde Yargı – 2: HSYK ve Askeri Yargı ve Gazze’de Ambargo Krizi. Ne Yapılmalı? konuları tartışıldı.

Anadolu Ajansı’nın da izlediği toplantının tutanakları T.B.M.M’ne iletilmektedir.

“Türkiye- İsrail arasındaki askeri anlaşmalar dâhil tüm ikili anlaşmalar iptal edilmeli. İsrail, Filistin halkı özgürleşinceye kadar dünya çapında yalnızlaştırılmalı. İsrail’in yaptıkları uluslar arası savaş suçları mahkemesine taşınmalı. Gizli anlaşmalar ve gizli kararnamelerden haberimiz olmalı. Ambargonun kırılması için insani yardım gemileri sık sık ve ard arda gönderilmeli. Filistin’ verilen destek İslami bir çerçeve ile değil insan hakları perspektifinden verilmeli” gibi önerilerin yapıldığı Forum’da Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına katılan Nilüfer Uğur-Dalay aşağıda özetlenen konuşmayı yapmıştır.

“İsrail’in gücü yalnızca din ve siyaset felsefesinden, ABD’nin desteklerinden değil, askeri gücünden de gelmektedir.

Başbakan’ın “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” sözü yerinde bir söz değil. Onlar öldürmeyi iyi bilir çünkü onlara bunu biz öğrettik; Konya 3. Jet Üssü’nde İsrail pilotlarını Türk Hava Kuvvetleri eğitiyor. İsrail, 1996’da imzalanan ikili askeri anlaşmalar çerçevesinde 2001 yılından bu yana İsrail ve Türkiye deniz suları, kara ve çöllerinde ikili ve ABD’nin de katılımı ile üçlü tatbikatlar yapıyor.

Türkiye’de, tarım, enerji,  iletişim ve askeri endüstri alanlarında faaliyet gösteren yaklaşık 1.700 İsrailli firmaların ¾ ü Ak Parti iktidarından bu yana kuruldu. Milyarlarca dolarlık silah modernizasyonu anlaşması imzalandı ve bu anlaşmalar çerçevesinde askeri malzeme alınıyor.

Bu anlaşmalar ek olarak İsrail ile Türkiye arasında yatırımlarda karşılıklı teşvik ve koruma anlaşması, ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması, istihbarati işbirliği anlaşması, serbest ticaret anlaşmaları imzalanmıştır.

Başbakan’ın sözleri iç politikaya yöneliktir ve samimi bir yaklaşımı göstermiyor. Ayrıca Başbakan’ın son günlerdeki savaş söylemleri çok tehlikeli. Savaş çağrısı yapılıyor.

İsrail’in uyguladığı savaş politikasına hukuki zeminde, barış yanlısı ekonomik, siyasi ve insani politikalarla karşı durabiliriz. İsrail’de herkes savaş istemiyor, savaşa hayır diyen barış gönüllüleri de var. Orada bunu söyleyebilmek kolay bir şey değil.

İsrail’in elinde yaklaşık 200 adet nükleer silah var. Türkiye’de de 2005’ten beri biliyoruz, İncirlik’te 90 adet nükleer silah var. Başbakan’ın söylemi nükleer savaşı körükleyebilir, dikkatli olunmalıdır.

İncirlik Üssü, Meclis onayı aranmaksızın yabancı ülkelere askeri üs olarak kullandırılarak hükümet savaş suçu işliyor ve saldırı hukukuna taraf olarak uluslar arası anlaşmaları çiğniyor. 2003’ten itibaren her yıl haziran ayında süresi uzatılan gizli bir Bakanlar Kurulu kararnamesi ile ABD’ye bu üs Irak ve Afganistan savaşları için lojistik üs olarak kullandırılıyor. Biz Küresel Bak olarak bilgi edinme hakkımızı kullanarak Başbakanlığa bu kararnamenin içeriğini soruyoruz ama hiçbir yanıt alamıyoruz. Danıştay’dan geçmiş dönem Kararname’lerin iptali kararını aldırdık.

Barış söyleminde samimi olmamız gerekir”.

8 Haziran 2010 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi X- İstanbul

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin onuncu ve bu dönemin sonuncusunu 8 Haziran salı akşamı, Ülkü Burhan ve Evren Ergeç’in sunumlarıyla Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitabını tartışarak yaptık.

Kitap 1941 – 1946 yılları arasında, yazarın birkaç kez gittiği, yaşadığı 5 şehir üzerine yazılmış denemelerinden oluşmaktadır; Bursa (1941), Ankara (1942), Erzurum (1944), İstanbul (1945), Konya (1946).

Edebiyatta savaş ve barışı ararken, tüm bildiğimiz, tanıdığımız, sevdiğimiz yazarlara farklı gözle bakarken, farklı okumalar yaparken, neredeyse kural haline gelen şaşırmalarımız, Tanpınar’da yaşandı.

Daha önsözde “Beş Şehir’in konusunu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen özlem” olacağını söylese de,”eski bir Garpçı” olarak “canlı hayata, yaşayan ve duyan insana, cansız madde karşısındaki bir mühendis gibi değil, bir kalb adamı olarak yaklaşmayı istedim” dese de, denemelerde şehirler, yoğun bir biçimde geçmişe özlem, yeniye karşı durma duyguları ile ve insansız, canlıların olmadığı, yalnızca geçmiş fetihleri, savaşları, Türk – Müslüman kimlikleri ile birer mimari, mühendislik baş yapıtları olan şehirler olarak sunulmuştu.

Tanpınar beş şehri, yalnızca askerleri, hükümdarları, kahramanlıkları, fetihleri ile görmüş, savaş terminolojilerinin hemen hemen tümünü kullanarak o şehirlere anlamlar, sıfatlar yüklemişti.

Ankara; muharip görünüyordu, şehirde bir istihkâm manzarası vardı, geniş sanrısını rüzgâra vermiş bir harp gemisi gibiydi, mağrur bir muharipti, er meydanında çekilen emek, dökülen kan, nesillerin ızdırabının boşa gitmediği bir şehirdi.

Erzurum; savaş endüstrisinin şehri kalkındırdığı, savaş musikisinin duyulduğu, fethetme hakkının yalnızca Osmanlıya ait olduğu, Türk ve Müslümanların dışında “kayda değer” kimsenin yaşamadığı bir şehirdi ve kadınları muhafazakârdı. Ama “ Bulgar komitacıları ceplerinde Abdülaziz’e hitap eden istidalarla Balkan dağlarında Türk vatanının birliğine pusu kurarken Anadolu kadınları redif, ihtiyat, müstahfaz adlarıyla evlerinden alınan bir daha memleketlerine dönmeyen erkeklerine ağlıyorlardı”.

Konya; hükümdarların “muhteşem saltanatı ile şehre girişi ile halka bayram havasının yaşatıldığı”, “etnik çehresinin bizce az çok meçhul olduğu” “Türk olan büyük halk kitlesinin yanı başında henüz Hristiyan kalmış Rum ve Ermeni gibi yerli kavimlere mensup bir kalabalığın… Haçlı döküntülerinin Ortaçağın bazı Anadolu şehirleri gibi büyük yekun tuttuğunu tahmin edebileceğimiz” bir şehirdi.

Bursa; zamanın başka aktığı, rüyada yaşadığımız bir şehirdi. “Kahramanlık ve ruhaniyet devrinin” şehriydi. “Türk ruhunun en halis ölçülerine” sahipti. “Gaza ve ganimet” peşindeki hükümdarların, “birinci sınıf devlet ve harp adamlarının” şehriydi.”Ölümün sırrına sahip” Şarkın şehriydi.”Cedlerimizin inşa etmediği adeta ibadet ettiği” yapılarla bezeliydi.”Yarım asır içinde Bursa ve İstanbul’u halis Türk ve Müslüman yapan” hükümdarların, kahramanların, mimarların şehriydi.

Ve İstanbul. Yalnızca İslami yapılarından oluşmuş,”imparatorluk mimarisinin” yerleşmiş olduğu, Türk ve Müslümanların yaşadığı müze şehir.”Gümrükten geçen her şeyin Müslümanlaştığı”,”güneşin ruhani doğduğu”, “Fatih’in pazusunun kapılarını açtığı”, “yalnız bize ait olan bir manzarasının” olduğu “Türk İstanbul’u”.

“İstilalar, harpler, karışıklıklar içinde bile bünyelerin muazzam şekilde yapıcı” olduğu bu şehirlerde gördük ki Ahmet Hamdi Tampınar yeniliğe, yeniliklere dövünmüş. Batıdan gelen “bir yığın ahmaklığa hayran oluyoruz” diye yerinmiş.”Masal yüzlü komutanları”, “kışı kovmak için bahar ordusunun üç koldan” akın ettiği, “aşk şehidi” olduğumuz maziyi özlüyor. Hele o ekonomik yaşama damgasını vuran Ahilik, o çarşı adabı ve ahlakı…

8 Kitapta savaş ve barışı aradığımız atölyenin böylece sonuna geldik. Bu zorlu, yapıcı, şaşırtıcı, öğretici, aydınlatıcı ve değerli süreçte edebiyatın iki işlevini fark ettik; edebiyatın savaşı efsaneleştirerek normalleştirdiğini, yıkımını ört pas ettiğini, diğer yandan da estirdiği bahar rüzgârı ile savaş kasırgasının önünü kestiğini, açtığı yaraları sardığını.

Dört aylık bu şaşırtıcı deneyimi Atölye Notları şeklinde mail guruplarında paylaştık. Ancak Atölye’nin başında da konuştuğumuz gibi, bu değerli deneyimimizi kitaplaştırarak daha geniş bir okur kitlesi ile paylaşma arzumuz güçlendi.

Dün Atölye’de bunun yöntemi üzerinde konuşarak ortak bir karara vardık. Şöyle ki;

Her katılımcı, okuma eşi ile ya da arzu ediyorsa bağımsız olarak, derinlemesine inceleme yaptığı eseri 10 kitap sahifesinde, Atölye’de irdelediğimiz gibi 31 Temmuz tarihine kadar editörlere teslim edecek. Editörler gurupta bu yazıları yayınlayacak ve isteyen katkı sunabilecek.

Yine arzu edenler, kitabın ikinci bölümünde bu Atölye ile ilgili ya da başkası tarafından incelenmiş ve kitap yazısı yazılmış bir eser ya da yazarı hakkında görüşlerini yazabilecek.

Kitapta ilk söz olarak bir uzmanın (örneğin bir edebiyatçının), son söz olarak başka bir uzmanın (örneğin bir eğitimcinin, bir pedagogun) görüşlerine yer verebileceğiz.

Kitabı eylül ayında tamamlamayı ve dosyayı yayıncılara sunmayı planlıyoruz.

Aslı Tohumcu ve Burcu Aktaş editörlerimizdir.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, savaş ve barış kültürünün yerleşmesindeki değerli katkıları için tüm Atölye katılımcılarına, tüm okurlara teşekkür eder. Dünyadaki savaş ve şiddet bitene kadar başka Atölye’lerde barış arayışlarımızı sürdüreceğiz.

“Savaşa ait ne varsa savaşı da alıp gitsin”.

Pablo Neruda

“Bir gün gelecek, oh diyecek insanoğlu. Silahları bırakın, artık ihtiyaç kalmadı”.

Bertolt Brecht

“Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken

Ağaçlar diktiğimizde

Havan mermilerinin kazdığı çukurlara;

Yangının kavurduğu yüreklerde

İlk tomurcuklarını açarken umut

… işte budur barış”

Yannis Ritsos

23 Haziran 2010 – İncirlik Kararnamesi Neden Uzatılıyor? Basın Açıklaması – İstanbul

Küresel BAK, 23 Haziran Çarşamba günü saat 12.30′da,  İncirlik üssüne ilişkin gizli kararnamenin uzatılmasını protesto için bir basın açıklaması yaptı.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Yürütme Kurulu üyesi Faruk SEVİM’in okuduğu açıklamada 2003′ten beri her sene yenilenen gizli kararnamenin içeriğinin bir an önce kamuoyu ile paylaşılması gerektiğinin altı çizildi.

Açıklamada “2005 Yılında yayınlanan ancak bugüne kadar reddedilemeyen raporlara göre, İncirlik Üssü’nde 1998 yılından bu yana 90 adet B-1 tipi nükleer başlık bulunmaktadır? Bunların her biri, Hiroşima ve Nagazaki’yi 9 dakikada yok eden bombalardan 9 kat daha fazla tahrip gücü anlamına gelmektedir” dendi.  Açıklama, “ABD askeri varlığı İncirlik Üssü’nden hemen çıkmalıdır!” ve  “İncirlik Üssü nükleer başlıklardan hemen arındırılmalıdır!” talepleri ile sona erdi.

23 Haziran 2010 – Ufuk Uras TBMM konuşması – Ankara

İstanbul BDP milletvekili Ufuk Uras TBMM’de gündem dışı söz alarak İncirlik Üssü Kararnamesinin sessiz sedasız uzatılmasını protesto etti. Uras yaptığı konuşmada İncirlik Üssü’nün içindeki nükleer bombalara da dikkat çekti.

Konuşmasını “Açıklayın Sayın Başbakan, gizli kararnameyi ve nükleer silahların konuşlandırılması yetkisini yeniden uzattınız mı, uzatacak mısınız? Meclisi ve halkı bilgilendirecek misiniz, yoksa yine üç maymunlar gibi “duymadım, görmedim, söylemedim” parodisi devam edecek mi? Hodri meydan, işte Meclis. Meclisten bu kararı kaçırma hakkınız yoktur. AKP’yi bu samimiyet testiyle baş başa bırakıyoruz.” diyerek bitirdi.

30 Haziran 2010 – Dünya Kadın Yürüyüşü – İstanbul

30 Haziran’da Dünya Kadın Yürüyüşü (DKY) 3. Uluslararası Eylem etkinlikleri kapsamında “Avrupa Feminist Buluşması”, gerçekleştirdi. Feminist buluşmadan sonra 22 ülkeden 500’ü aşkın kadın ASF’nin yapıldığı İTÜ Maçka kampusünden Taksim’e yürüdüler. Taksim’de ASF’ye katılan diğer platformlarla birleşen kadınlar oradan Galatasaray’a kadar yürüdüler.

Küresel BAK aktivistlerinin de katıldığı yürüyüşte ekonomik krize, cinsiyetçiliğe ve milliyetçiliğe karşı sloganlar atıldı. Yürüyüşün sonunda yapılan basın açıklamasında Kürt mücadelesine destek verildi.

30 Haziran 2010 – Avrupa Sosyal Forum Açılışı – İstanbul

Altıncı Avrupa Sosyal Forumu’nun açılışı 30 Haziran Çarşamba akşamı Maçka Parkında gerçekleşti. Açılışta tekel işçisi Filiz Yavuz, DTP eski başkanı Ahmet Türk, Dünya Kadın Yürüyüşü’nün temsilcisi Michelle ve Yunanistan Sosyal Forumu temsilcisi Sissy birer konuşma yaptılar.

Konuşmalarda Avrupa’nın değişik yerlerinde devam eden mücadeleler anlatıldı. Geleceğe dönük iyi niyet açıklamalarının ardından Grup Yorum konseri ile açılış tamamlanmış oldu.

1 Temmuz 2010 – Nato’ya Hayır Semineri – İstanbul

ASF kapsamındaki ilk Küresel BAK semineri, 1 Temmuz Perşembe sabahı başladı. “NATO’ya Hayır. AB’nin Militarizasyonuna ve Nükleer Silahlanmasına Karşı Barışın AB’sini İnşa Etmek” seminerinde konuşmacılar ancak Nato’ya karşı aktif mücadele ile Nato’nun zayıflatılabileceğini söylediler.

Seminerin konuşmacıları Uluslararası Nükleer Silah Karşıtı Hukukçular Birliği’nden Reiner Braun; Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’ndan Kerem Kabadayı; Uluslararası Savaş Karşıtları üyesi Andreas Speck; Mezopotamya Sosyal Forumu’ndan Ayşegül Devecioğlu; Almanya Barış Örgütü’nden (DFG-VK) Tobias Pflüger; İsveç Sol Parti Kadın Kanadı’ndan Eva-Britt Svensson idi.

Toplantıda, konuşmacılar herkesi NATO’ya karşı direniş sürecinin parçası olmaya davet etti.

1 Temmuz 2010 – Askeri üslere karşı mücadele Semineri – İstanbul

6.ASF’nin birinci gününde Askeri üslere karşı mücadele başlıklı toplantıya Belçika Bombspotting’den Hans Lammerant ile Küresel Barış ve Adalet koalisyonu’ndan Nilüfer Uğur Dalay konuşmacı olarak katıldı.

Hans Lammerant genel olarak askeri üslerin askeri küreselleşmeye nasıl hizmet ettiğinden söz etti. Daha sonra Belçika örneğini ve Belçika’da üslere karşı yürütülen mücadelede, en son olarak da üslere karşı mücadelede önemli bir iletişim kanalı olan  www.nobases.org iletişim ağından söz etti. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu aktivisti Nilüfer Uğur Dalay ise dünya’da ve Türkiye’de yürütülen muhalefetten örnekler verdi ve özellikle İncirlik ve Konya Üssü’ne yönelik mücadeleden söz etti.

2 Temmuz 2010 – Afganistan’daki Savaşı Durdurun Semineri – İstanbul

ASF’nin 2. günü gerçekleşen ve moderatörlüğünü Le Mouvement de la Paix’den (Barış Hareketi) Gerard Halie’nin yaptığı “Afganistan’daki Savaşı Durdurun” toplantısında Reiner Braun (INES), Tayfun Mater (Küresel BAK) ve Jeremy Corbyn (CND) konuşmacı olarak bulundu.

İlk konuşmayı yapan Reiner Braun, Afganistan’daki savaşa karşı kitlesel bir hareket oluşturmanın Irak ve Vietnam örneklerine göre daha zor olduğunu; çünkü kendini sol, sosyalist, liberal, yeşil-kızıl olarak adlandıran grupların büyük çoğunluğunun politik olarak bu savaşı desteklediklerini belirtti. Braun Afganistan’daki direnişçilerin terörist olarak adlandırılamayacağını, ülkelerinin işgal edilmesini istememelerinin en doğal hakları olduğunu kaydederek Afganistan’ın kendi demokratikleşme sürecini tamamlaması için onlara fırsat verilmesi gerektiğini söyledi. Savaş karşıtı yeni bir koalisyon inşa etmenin önemine vurgu yapan Braun, konuşmasını 8-10 Ekim’de Afganistan’daki savaşa karşı yapılacak eyleme çağrı yaparak bitirdi.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına konuşma yapan Tayfun Mater ise Türkiye’nin Afganistan işgali konusundaki rolüne değinerek, Kabil’de hala 100 Türk askerinin bulunduğunu belirtti. Konya Üssü’nün Afganistan topraklarını bombalayan uçaklara yakıt yardımında bulunduğundan bahseden Mater; kapatılması için hakkında, Küresel Bak adına, açılan dava yalnız bir oyla kaybedilen İncirlik Üssü’nün ise Irak ve Afganistan savaşlarında lojistik desteğin %75’ini sağladığını kaydetti. Mater, Türkiye’de ve dünyadaki tüm savaş karşıtlarının ülkelerinde askeri üslere karşı mücadele yürütmesi gerektiğini vurguladı.

Toplantıda son konuşmayı İngiltere İşçi Partisi milletvekili ve Nükleer Silahsızlanma Kampanyası aktivisti Jeremy Corbyn gerçekleştirdi. Corbyn konuşmasında 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırıların ardından Avrupa kamuoyunda Afganistan işgaline karşı bir sempati beslenmeye başladığını dile getirdi. İngiltere hükümetinin de işgal konusunda Amerika ile omuz omuza durduğunu belirten Corbyn o dönemde İngiltere’de savaş karşıtı tek sesin Stop the War Coalition (Savaşı Durdurun Koalisyonu) olduğunu sözlerine ekledi. Afganistan’da binlerce genç erkeğin terörist olduğu iddia edilerek öldürüldüğü yada Guantanamo kampında insanlık dışı uygulamalara maruz bırakıldığı gerçeğine değinen Corbyn, Afganistan’daki savaşa karşı Irak ve savaşında olduğu gibi kitlesel bir muhalefet yaratabilmenin gerekliliğini vurgulayarak konuşmasını bitirdi.

3 Temmuz 2010 – Savaş Karşıtı Buluşma – İstanbul

Küresel BAK’ın ASF’deki son toplantısı “Savaş Karşıtı Hareket” paneli diğer ülkelerden barış platformlarının önerisiyle “Savaş Karşıtı Hareket Buluşmasına” dönüştürüldü. Fransa’dan Fransa Barış Hareketi’nden moderatör Arielle Denis konuşmaların sonunda buluşmanın deklarasyonunu hazırlayıp Pazar günü yapılan Sosyal Hareketler Buluşmasına sundu.

Toplantıda Jeremy Corbin (Labour Party milletvekili, İngiltere), Ufuk Uras (BDP İstanbul milletvekili), Şenol Karakaş (Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu), bir Die Linke milletvekili ve Portekiz’den Nato karşıtı platformun temsilcilsi konuşmacıydı. Genel olarak savaş karşıtı hareketin geldiği durum ve önümüzdeki süreçte neler yapılabileceği tartışıldı.

3 Temmuz 2010 – ASF Kapanış Yürüyüşü – İstanbul

İstanbul’da yapılan altıncı sosyal forumu kapsamında 3 Temmuz Cumartesi günü Osmanbey’den Taksim’e bir yürüyüş yapıldı. Küresel BAK’ın savaşa hayır pankartıyla katıldığı yürüyüşe Avrupa ve Türkiye’den sendikalar, siyasi partiler, çevre örgütleri, kadın ve barış platformlarından yüzlerce aktivist katıldı.

Yürüyüşte savaş, işgal, cinsiyetçilik, kapitalizm ve ekonomik kriz karşıtı sloganlar atıldı. Yürüyüşün sonunda aktivistler Taksim Gezi parkında toplandılar.

4 Temmuz 2010 – Sosyal Hareketler Buluşması – İstanbul

Altıncı Sosyal Forumu, 4 Temmuz Pazar günü yapılan Sosyal Hareketler Buluşması ile sona erdi. Buluşmanın birinci bölümünde ekonomik krize karşı ortak bir eylemlilik çıkarılması üzerine tartışıldı. İkinci bölümde ise Cumartesi yapılmış olan Buluşmaların raporları okundu. Tüm raporlardan sonra, buluşmadan, Kürt sorununda politik bir çözüm konusunda ortak bir bildirge çıkarılmasına karar verildi.

4 Temmuz 2010 – Yürüyüş – İstanbul

Ölüm Değil Çözüm

İstanbul’da yüzlerce insan tırmandırılan savaşa karşı barışın sesini yükseltti. “Ölüm değil çözüm” diyen Barış İçin Sanat, Barış İçin Kadın, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu ve Türkiye Barış Meclisi tarafından gerçekleştirilen eylemde, Türk ordusunun operasyonları bir an önce durdurması çağrısı yapıldı.

Yürüyüşte  “Ölüm değil çözüm”, “Kuştin ne çareseriye”, “Ji bo aştiyê”, “Barış için”, pankartları açan barış gönüllüleri Galatasaray Meydanı’na kadar yürüdü. Yürüyüşe Avrupa Sosyal Formu için İstanbul’a gelen barış aktivistleri de katıldı.

12 Temmuz 2010 – Hrant Dink Mahkemesi – İstanbul

Hrant’ın İçin Hrant İçin

Sabah saatlerinde Beşiktaş İskele meydanında toplanan ‘Hrant’ın Arkadaşları’ bu kez farklı bir pankart açtılar: ‘Hrant İçin, Hrant İçin!’… Nedenini de şöyle açıkladılar: ‘Bu mahkemeden adalet beklentimiz tükeniyor…’ Ardından daha önceki duruşmaların öncesinde olduğu gibi bir basın açıklaması yapılmadı. Söylenecek sözlerin hepsi zaten söylenmişti. Bu sabah Hrant Dink’in 10 Ocak 2007′de Agos’taki yazısı okundu…

Mahkemenin önünde ‘Faşizme inat kardeşimizsin Hrant’ ve ‘Hrant için adalet için’ sloganlarını tekrar atan gruptan bir kısmı Dink ailesi ve avukatlarıyla beraber, davayı izlemek üzere duruşma salonuna girdiler.

Bu arada, yürüyüşten önce Hrant Dink’in öldürülüş sürecini anlatan ve ‘Hrant’ın Arkadaşları’ tarafından hazırlanan bir kitapçık dağıtıldı. “19 Ocak’ta ne olmuştu?” adlı kitapçıkta Türkçe ve İngilizce olarak cinayete uzanan süreç ve cinayetten sonra yaşananlar anlatılıyor.

HRANT’IN SON SÖZLERİ…

Beşiktaş meydanında bu kez ‘Hrant için, Hrant için’ yazılı siyah pankart açan yüzlerce kişi adına yapılan konuşmada, ‘bu davada tutuklu sanık sayısı azaldıkça ve duruşmalar uzadıkça adalet beklentisinin de azalmakta olduğu’ belirtildi. ‘Bu dava ne zaman başlayacak’ ve ‘Öldür diyenler yargılansın’ sloganları atıldı. ‘Hrant Dink için ve ülkenin geleceğini karartan karanlığın dağıtılması için adalet talebini seslendirmeye devam edeceklerini’ belirten ‘Hrant’ın Arkadaşları’ adına daha sonra Hayko Bağdat bir konuşma yaptı.

Hayko Bağdat, Hrant Dink’in ölmeden önce gazetesi Agos’ta yazdığı ve aldığı tehditleri anlatarak ‘güvercin tedirginliği’ vurgusunu yaptığı ve ‘Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz’ dediği makalesinin bir bölümünü okudu. Grup, daha sonra sloganlar atarak Beşiktaş Adliyesi’ne yürüdü.

RAKEL DİNK, HAKAN KARADAĞ’I DA ANDI…

Grupla beraber yürüyen Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, adliye önünde yaptığı konuşmada, hayatını kaybeden avukat Hakan Karadağ’ın, aralarında olmamasından büyük üzüntü duyduklarını kaydederek, “Bugün onsuz ilk mahkememiz. O ilk günden beri kendi katkısını koydu, yanımızda bulundu. İnsan hakları için elinden geleni yaptı” dedi.

Bir gazetecinin “Şu ana kadar gelinen durumla ilgili ne söyleyeceksiniz” sorusuna Rakel Dink, “Her şey ortada” yanıtını verdi.

26 Temmuz 2010 – Silahlar sussun, çocuklar öldürülmesin – İstanbul

İstanbul Taksim Meydanı’nda toplanan yüzlerce kişi, Van’da Canan Saldık (16) adlı çocuğun “askerler tarafından öldürülmesi”ni protesto etti.

Taksim Tramvay Durağı’nda bir araya gelen yüzlerce kişi, asker kurşunuyla hayatını kaybettiği iddia edilen çok sayıda çocuğun isimlerinin yazılı olduğu dövizler ve “Operasyonlar dursun, silahlar sussun çocuklar ölmesin” pankartı açarak yürüyüşe geçti. İHD öncülüğünde düzenlenen ve BDP, EHP, 78’liler Vakfı, Barış Anneleri, Barış Meclisi, Küresel BAK ve daha birçok kurumun destek verdiği eylemde, “Silahlar sussun çocuklar öldürülmesin”, “Yaşasın halkların kardeşliği” ve “Savaşın sesini sustur barışın sesini yükselt” şeklinde slogan atıldı.

28 Temmuz 2010 – Barış Bildirisi Dağıtımı – İstanbul

Behice Boran 100 Yaşında Çalışma Grubu, Boran başkanlığında kurulan “Türk Barışseverler Cemiyeti”nin Kore savaşına karşı yayımladığı bildiriyi 60 yıl sonra aynı yerde, Galata Köprüsü’nde, aynı gün halka dağıttı. Gruptan Atalay “Barışseverler bugün de ’savaşa hayır’ diyor, İnegöl ve Dörtyol Barışa herzamankinden daha çokihtiyacımız olduğunu gösteriyor” dedi.

Küresel BAK’tan aktivistler de bildiri dağıtımına destek verdiler.

26 Ağustos 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

İstanbul Yeter Diyor

Aralarında KESK Şubeler platformu, İstanbul Tabip Odası, Türkiye Barış Meclisi İstanbul Girişimi, SODEV, İHD, PSAKD, Küresel BAK, DİSK’e bağlı sendikaların da olduğu 376 kurum, platform, 26 Ağustos’ta savaşa artık “YETER”  dedi.

Daha önce Diyarbakır, Bursa ve diğer şehirlerde yapılan basın açıklamalarına paralel yapılan basın açıklamasında “Bu ülkede yaşayan akıl ve vicdan sahibi herkesi, 26 yıllık çatışmanın yarattığı travma ve toplumsal gerçekliğimizle yüzleşmeye, birbirimizi anlamaya, acılarımızı paylaşmaya çağırıyoruz. Ve toplumsal birliğimizi inşa etmek üzere birbirimize karşı saygı, kardeşlik, özgürlük, demokrasi, hukuk ve eşitlik temelinde bir araya gelmemiz gerektiğini söylüyoruz.” dendi. Daha sonra basına kapalı yapılan toplantıda önümüzdeki sürece ilişkin öneriler tartışıldı. Birlikteliğin devam etmesi için neler yapılabileceği konuşuldu.

1 Eylül 2010 –Basın Açıklaması – İstanbul

Vatandaşlık hakkımızı kullanıyoruz ve soruyoruz!

Hrant’ın Arkadaşları bir basın toplantısı düzenleyerek, Hrant Dink cinayetindeki ihmalleri sordu. Taxim Hill Otel’de yapılan basın açıklamasında Hrant’ın arkadaşları Cumhurbaşkanı’na, Dışişleri Bakanı’na, Adalet Bakanı’na, Başbakan’a ve İçişleri Bakanı’na sorular sordu.Basın açıklamasını yapan Kemal Gökhan Gürses, bilgi edinme hakkı kapsamında devlet yetkililerine bazı soruları olduğunu belirtti. Bu sorulara 15 gün içinde yanıt verilmesi gerektiğini vurgulayan Gürses, verilecek yanıtları da ayrıca bir basın açıklamasıyla duyuracaklarını ifade etti.

1 Eylül 2010 –  İnsan Zinciri – İstanbul

Operasyonlar Durdurulsun, BARIŞ Olsun

1 Eylül’de aralarında Küresel BAK’ın da olduğu birçok örgüt, kampanya ve partinin çağrısıyla İstanbul’da “Operasyonlar durdurulsun, barış olsun” eylemi yapıldı. Gösteriye yüzlerce savaş karşıtı katıldı.

Saat 19.00’da Galatasaray Meydanı’nda başlayan insan zinciri Osman Ağa caminden sonra yürüyüşe döndü. Yürüyüşte, davullar ve ritmler eşliğinde “Savaşa hayır, barış hemen şimdi!” “Sustur sustur savaşın sesini sustur, yüksekt yükselt barışını sesini yükselt”, “Dengi bi de deng gen bi de aşitiye”, “Yaşasın hakların kardeşliği”, “Biji bıratiya gelan”, “Öz-öz-özgürlük Kürt halkına özgürlük” sloganları atıldı.

Yürüyüşte Küresel BAK’ın gökkuşağı bayrağı taşındı. Beyaz tişörtlerin üzerine yapşıtırılan dev çıkartmalarda “Operasyonları durdurun, Barış Olsun”, “Savaşma, Barış Olsun”, “İşgal Etme, Barış Olsun”, “Kardeşine Sarıl, Barış Olsun” sloganları yazıyordu.

Yürüyüşün sonunda Taksim tramvay durağında kurumlar adına ortak basın açıklamasını İHD yürütme kurulu üyesi Sultan Secici okudu. Meydanda kurulan kürsüden Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Başkanı Sami Evren, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FIDH) Başkan Yardımcısı, eski İHD Başkanı Yusuf Alataş ve İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan birer konuşma yaptı.

Sami Evren “30 yıldır iç çatışmalar nedeniyle 30 binden fazla insanımızı kaybettik. Artık insanlarımız ölmesin istiyoruz, barış olsun diyoruz. Barışı istemeyenler, elleri tetikte sürekli savaşı kışkırtan politikalar üretiyorlar. PKK’nin eylemsizlik kararı dikkate alınmalıdır. Kılıçdaroğlu’nun genel af sözünü destekliyoruz. Başbakan da artık bunu siyaset malzemesi yapmasın” dedi.

11 Eylül 2010  – Basın Açıklaması – İstanbul / Kınalıada

Hrant Dink Parkı

Kınalıada sahilindeki çocuk parkının adı ‘Gazeteci Hrant Dink Çocuk Parkı’ oldu. Açılış törenine Adalılar, Hrant Dink’in arkadaşları ve Rakel Dink de katıldı. Yapılan konuşmalarda çok kültürlü İstanbul’un oluşumunda farklı kültürlerin bir arada yaşamasının önemi vurgulandı.

15 Eylül 2010 – Basın Toplantısı – İstanbul

Dink Davası AİHM Kararı

Dink ailesi avukatları, Agos Gazetesi Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de öldürülmesiyle ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’yi “yaşama hakkı”, “ifade özgürlüğü” ve  “etkili başvuru hakkı”nı ihlal ettiği gerekçesiyle mahkûm ettiği karara ilişkin 15 Eylül’de bir basın toplantısı yaptı.

Taksim Hill Otel’de düzenlenen toplantıya, avukatlardan Fethiye Çetin ve Arzu Becerik’in yanı sıra Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Turgut Tarhanlı, Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sibel İnceoğlu ile Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş katıldı.

AİHM kararının Dink davası dosyasına ekleneceğini belirten avukatlar olayda sorumluluğu bulunduğunu düşündükleri MİT, jandarma, polis ve devlet yetkilileri hakkında soruşturmaların açılması için başvuruda bulunacaklarını açıkladı.

15 Eylül – Hrant Dink Ödül Töreni – İstanbul

Hrant Dink Ödül töreni Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapıldı. Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül’de verilen Hrant Dink ödülü bu yıl ikinci kez verildi. Lale Mansur’un sunuculuğunu yaptığı gecede Sıla, Kardeş Türküler, Arto Tunç gibi isimler sahne aldı.

Ulusal dalda Türkiye Vicdani Ret Hareketi adına Mehmet Tarhan, uluslararası dalda ise İspanyol Hâkim Baltasar Garzon Real ödüle layık görüldü.

Ödül, her yıl, biri Türkiye ’den biri Türkiye dışından olmak üzere ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren iki kişiye veriliyor.

28 Eylül – Yürüyüş ve Basın Açıklaması – İstanbul

Ceylan Önkol Unutulmadı

Ceylan Önkol, ölümünün birinci yılında Taksim’de mumlarla anıldı.

Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelerek, “Ceylan’ın öldüren militarizm, susma militarizmi sorgula” ve “Kaza değil cinayet sorumlular yargılanacak” yazılı pankartlar ile “Ceylan’ın hesabı sorulacak” ve “Em ji bîr nakin” yazılı Ceylan fotoğrafları taşıyan kalabalık grup, Taksim Meydanı’na kadar sloganlarla yürüdü.

Ceylan Önkol İnisiyatifi tarafından organize edilen yürüyüş boyunca, “Ceylan’ın hesabı sorulacak”, “Ceylan’ın katili Ergenekon devleti”, “Sustur sustur savaşın sesini sustur, yükselt yükselt barışın sesini yüksel” ve “Yaşasın halkların kardeşliği” şeklinde sloganlar atıldı.

2-5 Ekim 2010 – Nükleer Silahlanmaya Hayır – Adana

Almanya’dan İran’a bisikletle seyahat eden Nükleer Karşıtı Alman çifti Wolfgang Schlupp- Hauck ve Brigitte Schlupp – Wick Adana’da Küresel BAK’ın örgütlediği etkinliklere katıldılar. 2 Ekim’de Adana EDP il binasında bir basın açıklaması ile gezilerinin nedenlerini anlattılar. 3 Ekim’de İncirlik üssü önünde yapılan basın açıklamasında Alman çift nükleer silahların ortadan kaldırılmasına yönelik imzalanan anlaşmanın hayata geçirilmesi ve nükleer başlıklı silahların dünyadan kaldırılması amacıyla eylem yaptıklarını anlattı. Çift, 5 Ekim’de de Adana’da Sarıçam Belediyesini ziyaret ettiler. Burada kendilerini kabul eden belediye başkan vekilli ile nükleer silahlardan temizlenmiş bir dünyanın önemini vurguladılar.

7 Ekim 2010 – Nato’ya Hayır, Afganistandaki İşgale Son! — İstanbul

7 Ekim günü Küresel BAK, Nato Genel Sekreteri Ramussen’in Ankara ziyareti üzerine Nilüfer Uğur Dalay imzalı yazılı bir basın açıklaması yaptı. Yapılan açıklamada, NATO ve ABD’nin Afganistan’da sürdürdüğü savaş ve işgale vurgu yapılarak, Türkiye’nin de hükümet eliyle bu savaşa ortak edildiğine dikkat çekiliyor.

Açıklamada “Türkiye ABD ve NATO’nun işgal ettiği Afganistan’a 1800 asker göndermiştir. Çoğu sivil, on binlerce yoksul Afgan’ı öldüren işgale böylece Türkiye de hükümet eliyle ortak edilmiştir. Bu yüzden yapılması gereken NATO sekreteriyle yeni görüşmeler değil ABD, NATO ve Türkiye askerlerinin derhal Afganistan’dan geri çekilmesini talep etmektir.” dendi.

12 Ekim 2010 –Basın Toplantısı – İstanbul

Hrant Dink’in Arkadaşları

Hrant’ın arkadaşları, Hrant Dink davası için Cumhurbaşkanlığına, Başbakanlığa, Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Adalalet Bakanlığı’na sordukları soruları ve aldıkları cevapları bu gün bir basın açıklaması ile duyurdular. Basın Açıklamasını yapan Ümit Kıvanç alınan cevapların son derece moral bozucu olduğunu söyledi.

19 Ekim 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

Küresel BAK, Nato’nun yeni stratejik konsepti çercevesinde inşa etmeyi düşündüğü Füze Savunma Kalkanı projesini protesto eden yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “Tüm savaş karşıtlarını silahlanmaya, ‘Füze Kalkanı’ projesine karşı ses çıkartmaya ve 19 – 21 Kasım tarihleri arasında Lizbon’da yapılacak NATO liderler zirvesini bulundukları her yerde protesto etmeye çağırıyoruz.” dendi. Basın açıklamasıyla birlikte bir bilgilendirme yazısı ile Nato’nun yeni konsepti ve füze kalkanı hakkında bilgi verildi.

22-24 Ekim 2010 – ASF Hazırlık Toplantısı – Paris

Altıncı Avrupa Sosyal Forumu (ASF), Temmuz ayında yapıldıktan sonraki ilk hazırlık toplantısı, 22-24 Ekim’de yapıldı. Paris’te City hall of Montreuil binasında yapılan toplantıya yaklaşık 100 kişi katıldı. Hazırlık toplantısında İstanbul’da yapılan son ASF değerlendirildi, önümüzdeki süreçte neler yapılabileceği konuşuldu.

22 Ekim Cuma günü: İlk gün, Dünya Kadın Yürüyüşü ve Başka Bir Avrupa çalışma ağları toplantısı yapıldı.

Dünya Kadın Yürüyüşü toplantısında, Avrupa çapındaki çalışmaların koordine edilmesinden duyulan mutluluk paylaşıldı. İstanbul’a Avrupa’dan giden karavanın ve İstanbul’daki yürüyüş ve forumun başarılı olduğu anlatıldı. Önümüzdeki sürece ilişkin öneriler toplandı.

Başka Bir Avrupa toplantısında, Avrupa’daki ekonomik krize ve bunu takip eden işçilerin haklarına yönelik saldırılar ve buna karşı mücadele konuşuldu. Toplantıdan konuşulan iki temel konu oldu. Bunlar:

1.             29 Ekim’de Brüksel’de yapılan gösteriler dışındakiler, ülke çapında sınırlı kalıyor. Hâlbuki saldırıları hükümetler Avrupa çapında tartışıp uyguluyorlar. Bu yüzden Avrupa Biriliği asıl hedefimiz olmalı ve Avrupa çağında örgütleme yapmaya çalışmalıyız.

2.             İstanbul’da yapılan son ASF oldukça zayıftı. Ancak ASF, gene de Avrupa’daki sosyal hareketlerin, sendikaların, kurumların bir araya geldiği tek platform olmaya devam ediyor.  Bu yüzden, ASF sürecini güçlendirmeye ve yeni ortaklıklar kurmaya devam etmeliyiz.

Avrupa çapında Ekonomik kriz, sosyal haklar, ortak örgütlenme konularını tartışmak için bir konferans örgütlenmesi ve bunun Hazırlık toplantısına önerilmesine karar verildi.

23 Ekim Cumartesi

Ilk oturumda “Avrupa çapında krize karşı mücadele ve Avrupa Sosyal Hareketinin krizle yüzleşmesi” tartışıldı.

Bu bölümde Avrupalı hükümetlerin krize karşı otoriter bir yöntemle farklı uygulamalarda bulundukları ama hepsinin sonunda işçi sınıfının haklarını tırpanlayan bir ortaklığa ulaştığı tartışıldı. Krizden dolayı sağcı, milliyetçi, ırkçı hareketlerde bir artış olduğunun görmemezlikten gelinemiyeceğinin altı çizildi.

Krizi, sonuçlarını ve nedenlerini anlamanın önemli olduğu, halkın büyük çoğunluğunun artık, neo liberal politikaların iyi bir hayatı garantileyemiyeceğini anladığı ve şimdi avrupa çağında somut bir alternatif yaratma dönemi olduğu söylendi.

Daha sonra çeşitli ülkelerdeki durum anlatıldı.

Fransa’da, Sarkozy hükümetinin emeklilik reform tasarısına karşı yürütülen gösteriler, grevler anlatıdlı. Fransa’nın çeşitli bölgelerinde yasa tasarısına karşı kadın, genç binlerce kişinin gösterilere katıldığının altı çizildi.

İtalya’da, saldırıların yoğunluğu anlatıldı. Emeklilik yaşının erkekler için 67 – kadınlar için 65 olduğu, okullarda 140 bin işçinin işsiz kaldığı söylendi. Ancak sendikalar arasındaki bölünmeden dolayı değişik zamanlarda büyük gösteriler yapılsa da henüz bir genel grev gerçekleşemediği anlatıldı.

Belçika’da, görünüşte sınıf çatışmasından çok etnik kimlik tartışması var gibi gözüküyor, gerçekte ise sağ politikalar ile sol kanat arasında bir kavga devam ediyor dendi.

İngiltere’de, ekonomik kriz işçi sınıfına çok pahalıya mal oldu. Karşı gösteriler var ama henüz küçük küçük ve koordineli değil dendi.

Romanya’da, Batı Avrupa gibi bir direniş hareketi yok, saldırılar daha sert olmasına rağmen sendikaların ve demokratik güçlerin gösterileri zayıf kalıyor dendi.

İspanya’da, hükümetin geçirmeye çalıştığı işçi yasasına karşı 29 Eylül’de yapılan genel greve katılım %75’ti, ancak bu grevin nasıl devam ettireleceği ve yasanın engeleneceği henüz belli değil dendi.

Rusya’da, ormanların yok edilmesine karşı büyük ekolojik hareket var, eğitimdeki kesintilere karşı gösteriler yapılıyor dendi.

Yunanistan’da, Mayıs ayındaki büyük gösterilerden sonra harekette bir gerileme var, hükümet halkı ülkeyi kurtarma yalanına kazanmış durumda, milliyetçilik, sol harekette ve sendikalarda bölünme güçlü bir mücadeleyi engeliyor dendi.

Bu oturumda ayrıca ekonomik krizin belgesizler (Avrupa’da yaşama ve çalışma belgesi olmayan göçmenler) ve tarım sektöründeki işçiler üzerindeki olumsuz etkileri anlatıldı.

Oturumun sonunda ülke çapındaki örgütlenmeden Avrupa çapında bir örgütlenmeye nasıl gidilebileceği tartışıldı. Çeşitli öneriler yapıldı, Bahar’da yapılacak bir konferansta bunların bir kez daha ayrıntılı bir şekilde tartışılması gerektiği konuşuldu.

Cumartesi günü yapılan İkinci oturumda “İstanbul’da yapılan ASF’nin değerlendirilmesi” tartışıldı.

Türkiye Sosyal Forumundan (TSF) Eyüp Özer ve Hüseyin Yeşil’in yaptığı değerlendirmelerde şu başlıklar öne çıkarıldı:

En ucuz ASF gerçekleştirildi, harcamaların büyük çoğunluğu tercümanlara ve binaya verildi. 60 ülkeden katılım vardı. İlk kez Senegal, Gürcistan gibi ülkelerden katılım oldu. ASF’ye 3 bin, yürüyüşe 5 bin kişi katıldı.  Sosyal Hareketler Buluşmasına 500 kişi katıldı.

Politik olarak baskıların en yoğun olduğu dönemde ASF, İstanbul’da yapıldı. ASF’nin İstanbul gibi zor bir ülkede yapılamasına tüm ASF bileşenleri karar verdi. Olumsuzluklardan herkes sorumludur. Sendikalar ve meslek örgütleri yeterince katkı koymadılar.

Yapılan katkılarda ise şu noktalar dile getirildi:

Olumsuzluklara rağmen İstanbul’da ASF yapılması iyi bir şeydir. Kürt ve Türklerin birlikte ASF örgütlemeleri, gösteri düzenlemeleri olumludur. Türkiye komitesi kendi içindeki sıkıntıları, politik ayrışmaları Avrupa’dakilerle paylaşmadı. Malmö ve İstanbul’un ortak dersi ulusal komitelere her şey bırakılmamalı, Avrupa koordinasyon komitesi kurulmalı. Olumsuzluklar Türkiye komitesi ile sınırlı değildi, Avrupa’daki kurumlar da genişleme çalışmalarına destek vermedi. Bir öneri de küçük küçük ASF etkinliklerinin pek çok ülkede yapılması üzerineydi.

Eleştirilere cevap veren TSF temsilcileri şunları söyledi:

Türkiye’de ASF çalışmalarını yürütenler kendilerini suçlu görmüyorlar, Kürtlerin kendilerini ifade edebilecekleri ve Avrupa Birliği dışında bir ülkede bir forum yapmaktan memnunlar. Pek çok kurumun aktif yer almaması ASF’yi küçük bir hale getirdi. Pek çok sendika, meslek örgütü, sol parti ve örgüt ASF’yi kendi işi olarak görmedi. Tercüme olayında ise problem Malmö’nün borçlarıydı.

24 Ekim Pazar

Pazar günkü ilk oturumda “ASF’nin geleceği” tartışıldı.

İtalya’dan Alessandra Mecozzi, İstanbul’da yapılan iki oturumun, ASF web sitesi üzerinden yapılan tartışmaların ve bireysel bazı katkıların sonuçlarını sundu. Sunumda şunları söyledi: “Tüm tartışmalar Avrupa’daki kriz ve buna karşı mücadele çerçevesinde gerçekleşti. Tartışmanın amacı, ASF çerçevesinde sisteme bir alternatif üretmekti. Burada önemli olan ASF sürecini değerlendirmek ve yeniden düzenlemek olacak. Birinci nokta hazırlık toplantıları, çeşitli nedenlerden dolayı bu toplantılara katılım azaldı. Doğu Avrupa katılımı iyi sağlanamıyor. İkinci nokta çeviri problemi; tercüme iyi yapılmadığında anlaşmak imkânsız. Üçüncüsü örgütlenme sürecini demokratikleştirme ihtiyacı, Avrupa çapında yapılmayan tartışmalar, alınan kararlar, katılımcıların çoğunluğunu dışarıda bırakıyor. Bu üç noktada yeni düzenlemeler yapmak gerekiyor.

Bu oturumda yapılan katkılarla sürecin nasıl düzenlenebileceği tartışıldı. Önerileri iki başlık altında toplayabiliriz. Değişik zamanlarda değişik yerlerde ASF toplantıları yapmak, buralarda ASF sürecini tartışmak, değerlendirmek, yeni yöntemler tartışmak. İki örnek: Altı ay içinde mümkünse Doğu Avrupa’da bir büyük, açık ASF buluşması düzenlemek, bunun için yerel platformları katarak çalışmak, küçük gruplarla tartışarak büyük bir işi inşa etmek; Şubat, Mart’ta bir Avrupa buluşması yapmak. Bu toplantıya bir çalışma grubunun tüm ülkelerdeki mücadeleleri takip ederek hazırlanması.

İkinci başlıkta kriz ve krize karşı mücadele üzerine Avrupa çapında toplantılar, konferanslar örgütlemekti. Bu başlık altında sosyal Haklar, demokrasi, çalışma hakları, vatandaşlık ve pek çok konunun çeşitli konferanslarda tartışılması önerildi.

Pazar günü yapılan ikinci oturumda kararlar alındı.

Hem İstanbul’da ASF tartışmaları hem de hazırlık toplantısındaki konuşmalardan sonra aşağıdaki kararlar alındı.

v    Avrupa’daki sendikalar, çeşitli hareketler olarak ASF gibi bir sürecin gerekli olduğu ve bunu inşa etmek için çalışılacağı kararı verildi.

v     Bunun için değişik zamanlarda değişik ülkelerde yapılan tüm konferans, toplantı ve gösterilere katılıp ASF’nin buralarda yer almasına karar verildi. Şimdilik Avrupa’da olacağı bilinen konferans ve etkinlikler: Borç ve Kemer Sıkma politikaları üzerine konferans; Birleşik Sosyal Haklar Konferansı; Kamu malları, sosyal haklar ve çalışma konferansı; Cancoon toplantısı (28 Kasım – 11 Aralık 2010) çercevesinde Avrupa’da yapılacak ortak etkinlikler; Temmuz 2011’de Carlo Giuliani’nin öldürülüşünün onuncu yıldönümünde İtalya’da buluşmak; Ağustos 2011’de Almanya’da Akademi konferansı.

v    Bütün bu konferans ve etkinliklerde ASF sürecinin nasıl düzenleneceği tartışılacak. Bu süreçte ilk açık büyük toplantı Mart 2011’de Budapeşte’de olacak. Bu toplantı için açık bir çalışma grubu kuruldu. İlgilenenler christine@cadtm.org adresine mail atabilirler.

v    Avrupa Çalışma Komitesine ilgi duyanlar, katılmak isteyenler lgabriel@gmx.net adresine mail atabilirler.

v    Daha iyi bir tercüme için Babels’in katkılarını almak gerekir.

v    İyi bir web sitesi için çalışmalar yapmak gerekir.

25 Ekim 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

Cevap vermezseniz, hesap verirsiniz!

Hrant Dink davasına 25 Ekim’de devam edildi. Davadan önce Beşiktaş Meydanında bir araya gelen Hrant’ın Arkadaşları “Faşizme inat kardeşimsin Hrant”, “Hrant’ın katili Ergenekon devleti” sloganları attı. Daha sonra Hrant’ın arkadaşları adına Settar Tanrıöver, “Cevap vermezseniz, hesap verirsiniz” başlıklı basın açıklamasını okudu. Ardından mahkleme binasına kadar sloganlarla yüründü.

25 Ekim 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

Hrant’ın arkadaşları, son mahkemede verilen karar üzerine bir basın açıklaması yaptılar. Açıklamada Ogün Samast’ın çocuk mahkemesine verilmesinin asıl suçluların yargılanmasına olanak tanınması istendi.

11 Kasım 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

Küresel BAK’ın çağrısıyla 11 Kasım akşamı Galatasaray Meydanından Taksim’e “Barışı serbest bırakın, BDP’li tutuklular serbest bırakılsın” sloganıyla bir yürüyüş gerçekleşti.  Yürüyüş boyunca “Hepimiz Kürdüz, hepimiz BDP’liyiz”, “Tutukluyu bırak, diyaloğu sürdür”, “Muhatapsız çözüm olmaz”, “Savaşı sustur, barışı yükselt”, “Kimse asker doğmaz” ve “Askere gitme kardeşkanı dökme” ve Kürtçe “Biji Aşiti”, “Biji biratiya gelan”, “Deng bide aşitiye” sloganları  atıldı. Yürüyüşün sonunda basın açıklamasını Kürtçe Yıldız Önen, Türkçe Şanatçı İlkay Akaya okudular. Basın açıklamasında “Barış sürecinin gelişmesi için, sadece yetkililerin değil, hepimizin tutumu önemlidir. Sözümüzü, ellerimizi, irademizi birleştirelim. Toplumun her kesiminden birlikte daha güçlü ses çıkarmak, bugün her zamankinden çok daha büyük bir öneme sahiptir. Savaşın sesini sustur, barışın sesini yükselt!” dendi.

Açıklamadan sonra KESK Genel Başkanı Sami Evren “TRT ŞEŞ’de Kürtçe yayın yapacaksınız, sonra bu dil bilinmeyen dildir diyeceksiniz. Bu davanın tutukluları serbest bırakılsın. PKK’nin eylemsizlik kararı barış için bir fırsattır. Bir barış iklimi yaratmıştır. Hiç kimsenin bu barış iklimini bozmaya hakkı yoktur” dedi.BDP İstanbul üyesi Dursun Yıldız “Biz bu davanın hukuk normlarına uymadığını biliyoruz. Sadece bu mahkemede değil Türkiye’deki tüm mahkemelerde anadilimizde Kürtçe savunma yapacağız. Anadilde savunma hakkı insanlık hakkıdır, bu hakkı hiç kimse engelleyemeyecek” dedi.

15 Kasım 2010 – Nato’ya ve Savaşa Hayır – Yazılı Basın Açıklaması

Küresel BAK 19-21 Kasım’da Lizbon’da yapılacak Nato zirvesi öncesi Nato’nun yeni konseptini eleştiren yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada yeni konseptin daha fazla silahlanmaya sebep olacağı uyarısı yapıldı. Barış hareketini bu konsepte karşı mücadele etmeye çağırdı.

19-21 Kasım 2010 – Savaşa Hayır, Nato’ya Hayır – Lizbon

Nato Karşıtı Zirve – Yürüyüş

19-20 Kasım’da Lizbon’da dünya liderleri NATO’nun yeni stratejisini belirlemek için bir araya geldiler. Yeni stratejileri, savunma maskesi altında dünyanın daha fazla silahlanmasını, savaş ve işgallerin devam etmesini sağlayacak kararları içeriyor. Stratejiyi açıklamak için kullandıkları sözcük “güvenlik” olsa da gerçekte savaş isteklerini anlatıyor. Rusya gibi büyük güçlerle işbirliği yaparak savaş ticaretini daha da büyütmeyi hedefliyorlar. Aynı tarihlerde, Lizbon’da Escola Secundária de Camões’de yapılan NATO karşıtı zirvede Avrupa barış hareketi NATO’nun bir an önce lağvedilmesi gerektiğini vurguladı. Yeni NATO stratejinin dünyayı savaş ortamında tutacağını, bu yüzden red edilmesi gerektiği anlatıldı. Küresel Barış ve Adalet için, silahsızlanmaya özellikle nükleer silahsızlanmaya bir an önce başlanması çağrısı yapıldı.

Karşı Zirve, 19-21 Kasım tarihleri arasında Portekiz’deki NATO karşıtı zirve için bir araya gelen barış hareketlerinin temsilcisi PAGAN (Portekiz Savaş ve Nato Karşıtı Platform) ve ICC (Avrupa Nato karşıtı Uluslararası Koordinasyon Kurulu) işbirliği ile örgütlendi. 30 ülkeden 100 temsilcinin katıldığı zirvede Nato’nun savaşa dayalı yeni stratejisine karşı Küresel Barış için neler yapılacağı tartışıldı. Karşı Zirve’de Nato’nun yeni stratejik konsepti değerlendirildi. Nato’ya karşı ortaklaşa neler yapılabileceği tartışıldı. Avrupa, Amerika ve Latin Amerika deneyimleri paylaşıldı. Pazar günü yapılan forumun ardından ortak deklarasyon yayınlandı. Deklarasyon’da savaş çığırtkanlığı yapan, silahlanmayı savunan Nato’nun lağvedilmesi için çağrı yapıldı.

Cumartesi günü öğleden sonra Portekiz’deki pek çok barış hareketi, siyasi parti ve sendikaların katıldığı bir yürüyüş gerçekleşti. “Natoya hayır, Barışa Evet” sloganı ile yürüyen binlerce barış aktivisti Nato’yu protesto ettiler. Atılan sloganlarda Nato’nun dağıtılması, füze kalkanının engellenmesi, Afganistan işgalinin sona erdirilmesi istendi. Yürüyüş öncesi 2 gün boyunca Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelen göstericiler kendilerini birbirine zincirleyerek ve başka tarzda eylemlerle sürmekte olan NATO zirvesini engellemeye çalıştılar. Bu eylemlerde göstericilerden 40 kişi gözaltına alındı. Göstericiler NATO Zirvesini engelleme suçu ile bir süre gözaltında kaldılar.

19 Kasım Cuma birinci bölüm: Nato’nun Yeni Stratejisi

Karşı zirve PAGAN’dan Natália Nogal ve ICC’den Reiner Braun’un açılış konuşmalarıyla başladı. Konuşmacılar, Nato zirvesi ile aynı saatlerde başlayan karşı zirvenin önemini vurguladılar. Burada yapılacak tartışmaların, çıkacak sonuçların önümüzdeki dönemde barış hareketini güçlendireceğini anlattılar. Karşı zirve için Lizbon’a gelmeye çalışan 150 kişinin sınırlardan geri çevrildiğini ve bunun demokrasi ihlali olduğunu söylediler.

İlk oturumda NATO üzerine konuşmalar yapıldı.

Savaş ve Barış konusunda Portekiz Le Monde Diplomatique gazetesinden Sandra Monteiro konuştu. Dünyanın geldiği dönemin barış hareketi için çok zor bir dönem olduğunu anlatan Sandra, önümüzdeki dönemde mücadele etmek gerektiğini anlattı. Medyanın NATO zirvesini dünyayı barışa götürecek bir buluşma olarak anlattığını, hâlbuki gerçeğin tam tersi olduğunu anlattı. 11 Eylül konsepti savunma adına saldırı oldu. Medya bunun en iyi temsilcisi oldu. Medyanın etkisini bilip buna göre strateji belirlemek gerekir diyerek konuşmasını bitirdi.

Yeni NATO stratejisi ve Küresel Kriz konusunda, PAGAN’dan Vitor Lima konuştu. Konuşmasında; “İçinde yaşadığımız dünyada en çok Amerika ve Avrupa konuşuluyor, bu ülkelerin güvenliği her şeyin üstünde tutuluyor. Ekonomik ve askeri olarak güçlü ülkeler politik hegemonya sağlıyor. Yoksul ülkeler, sadece göç yoları olarak anılıyorlar. Savaş ve işgal altında dünyanın önemli bir bölümü yoksulluk ve baskıcı rejimler altında inliyor. Ancak bunların sorunları görülmüyor. Savaşa ve silahlanmaya ayrılan bütçe bu ülkelerin pek çok sorunu çözebilecek miktarda.” Şeklinde görüş açıkladı.

Yeni Nato stratejisindeki Nükleer Silahlar konusunda Joseph Gerson konuştu. Özetle “Nato şimdiye kadar Amerika’nın çıkarlarını koruyan bir örgütlenme oldu, son strateji bunun devam edeceğinin kanıtı. Amerika her zaman nükleer silahlanmayı güvenlik için yaptığını anlatıyor. Diğer tüm ülkeler bunları saldırı için kulanabilecek iken Amerika sadece savunma amaçlı geliştiriyor yalanı kamuoyunda oldukça etkil,i halbuki Hiroşima da olanlar ortada.” dedi.

NATO ve Füze Kalkanı konusunda Üslere Hayır Ağından Çek Cumhuriyeti’nden Jan Majicek konuştu. Konuşmasında “Füze kalkanı Bush zamanında Sovyetler’e karşı uzay savaşları ile başlamıştı. Şimdiki plan da bu planın bir versiyonu. Obama Nato ve Avrupa’nın kabul edebileceği şekle çevirdi. Savunma amaçlı kalkan diye tanımlanan füze sistemi girdiği toprakları savaşa sokacak hale getirme şansına sahip. Doğu avrupa’da maalesef güçlü sosyal hareketler yok. Füze kalkanı gibi saldırılar geldiğinde bunu durdurabilecek bir güç yok. Silahsızlanma için mücadele etmek çok önemli, beraber mücadele ile bunu başarabiliriz.” dedi.

NATO’nun Afganistan Savaşı konusunda Afganistan’dan Shams Arya konuştu. Arya konuşmasında “Maalesef uzun yıllardır Afganistan sadece savaş ve ölüm ile anılıyor. Önce Sovyetler’in işgali ardından baskıcı bir ara dönem şimdi Amerikan’ın Nato şemsiyesi altında işgali.

Batı terörizme karşı mücadele ediyoruz diyor ama kendileri Afgan halkını terörize ediyorlar. Bu gün savaştıkları kişiler, örgütler kendi mahsulleri. Karzani hükümeti yozlaşmış, Afgan halkının düşmanı bir iktidar oluştu.

Afgan halkının kendi hayatını yeniden kurabilmesi için önce tüm işgal güçlerinin Afganistan’ı terk etmesi gerekiyor. İşgal güçleri Afganistan’ı sıradan insanlar için yaşanılmaz bir hale getiriyor. Yeni bir Afganistan için çalışan tüm örgütlerin birinci talebi işgalin bitmesidir.” dedi.

19 Kasım Cuma ikinci bölüm: Atölyeler

NATO, Savaş ve Küresel Kriz

Atölyede NATO, çatışmalar ve günümüzdeki uluslar arası ekonomik krizi arasındaki ilişkiler tartışıldı. NATO’nun politikaları ve stratejisinin uluslar arası durumu belirlediği anlatılan atölyede; savaşlar, her siyasi çekişmede nükleer silahların tehdit olarak kullanılması NATO’nun araçları olarak tanımlandı. Bu araçlar artık kapitalizmin son ekonomik krizinden çıkmasına yardımcı olamıyor dendikten sonra yeni stratejinin de bu konuda başarılı olup olmayacağı belli değil dendi. Barış hareketi ile ekonomik krize karşı ortaya çıkan hareketleri nasıl birleştireceğiz sorusu atölyenin ana eksenini oluşturdu. Tüm sosyal hareketleri bir araya getirecek yöntemlerin tartışılmasına devam edilmesi gerektiği konuşuldu.

Moderasyon: Jacques Fath (PCF)

Konuşmacılar: Jeremy Corbyn (Milletvekili, İngiltere), Vitor Lima (PAGAN, Portekiz), Jacques Fath (Yeni antikapitalist parti, Fransa)

NATO and Afganistan

9 yıllık savaş Nato’nun askeri ve politik olarak başarısızlığının kanıtı. Afganistan şu anda çok zor bir durumda. Bir yandan askeri işgal devam ediyor, bir yandan Karzai’nin yozlaşmış ve baskıcı hükümeti. Bu durumu düzeltmek için bölgesel çalışmalar gerekiyor. Pakistan’ın ve diğer ülkelerin katıldığı barışçı bir çözüm bulmak gerekiyor. Bunun için ilk adım olarak tüm işgalci askerlerin Afganistan’dan çekilmesi gerekir. 2011 Ekim ayında Afganistan savaşının 10. yıldönümünde büyük gösteriler yapmak gerekiyor. Nato zirvesinden anlaşıldığı kadarıyla Afganistan’dan çekilme söz konusu değil. Savaş karşıtı hareketin sokak gösterileri ile NATO üzerinde baskı uygulaması gerekir.

Moderasyon: Reiner Braun (IALANA, Almanya)

Konuşmacılar: Joseph Gerson (AFSC, Amerika); Shams Arya (Afganistan)

NATO ve Avrupa Birliği

Atölyede NATO ve Avrupa Birliği’nin ilişkisi tartışıldı. Bu birlikteliğin Avrupa’yı savaş kalesine çevireceği konuşuldu. Zirvenin sonuç bildirgesinde yazan ilişkilerin geliştirilmesi büyük kapitalist şirketlerin dünya çapında güvenliğinin sağlanması anlamına geliyor.

İnsanların haklarını öne çıkaran karşı stratejiler öne çıkarılmalı.

Moderasyon: Michael Youlton (IAWM, Ireland)

Konuşmacılar: Tobias Pflüger (IMI, Germany), Roger Cole (PANA, Ireland)

NATO ve Askeri Endüstri:

Atölyede, Nato politikalarının arkasındaki güçler tartışıldı. Soğuk savaştan beri güçlenen Nato’nun amacının refah ülkeleri yaratmak olmadığı aksine askeri endüstrisi çıkarlarının ortada olduğu söylendi. Nato’nun yeni stratejisini belirleyen ekibin içinde dünyanın büyük petrol, maden ve askeri endüstrilerinin liderleri var, dendi.

Bu ilişkiyi teşhir etmek çok önemli. Parlementolarda silahlanma endüstrisinin lehine kararların geçmesini engelemeye çalışmalıyız. Silahlanma endüstrisi biterse işsizliğin artacağı yalanına karşı mücadele etmeliyiz. Silahlanma bütçesi ile yeni iş imkanları yaratılabilir.

Moderasyon: Rae Street (Nükleer silahlansızlanma merkezi, İngiltere)

Konuşmacılar: Jeremy Corbyn, (Labour Parti Milletvekili, İngiltere)

NATO’nun Tarihi

Bu atölye Alternatif Güvenlik Sistemleri ile birleşti. Atölyede NATO’ya neyin alternatif olabileceğini de tartıştık. Açlık, yoksulluk, çevre sorunları askeri yöntemlerle çözülemez. Bu sorunlara barışçıl çözümler bulmak gerekiyor. Uluslar arası çözümler için Birleşmiş Milletlerin politikalarını değiştirmesi gerekir.

Moderasyon: Erhard Crome (Rosa Luxemburg Foundation, Almanya).

Konuşmacılar: Werner Ruf (Bundesausschuss Friedensratschlag, Almanya), Jan Majicek (Askeri Üslere Hayır, Çek Cumhuriyeti), Tobias Pflüger (IMI, Almanya)

NATO ve Şiddet İçermeyen Direniş

Lizbon’daki şiddet içermeyen gösterileri de örgütleyen bu atölyede savaş karşıtı harekette bu tarz gösterilerin önemi vurgulandı. Avrupa çapında bu etkinliklerin nasıl örgütleneceği konuşuldu.

Moderasyon: Andreas Speck (Uluslar arası Savaş Karşıtları)

Nükleer Silahlanma

Bu atölyede, Amerika, Fransa ve İngiltere’nin nükleer silah deneyimleri anlatıldı. NATO’nun yeni stratejisinde nükleer silahlar temel unsur olmaya devam edecek deniyor. Bu gerçekten sinir bozucu. İnsanların hayatlarını tehdit eden bir unsur geleceğin savunma aracı olarak tanıtılıyor. Bunu engelemek için neler yapılabileceği tartışıldı. Nükleer silahları tanıtmak, nükleersiz bir Avrupa için uğraşmak ilk adımlar olarak saptandı.

Moderasyon: Dave Webb (Nükleer silahlansızlanma merkezi, İngiltere)

Konuşmacılar: Joseph Gerson (AFSC, USA), Arielle Denis (Barış Hareketi, Fransa)

Feminizm ve Militarizasyon

Feminist bir bakış açısıyla NATO ve silahlanma konuları konuşuldu. Savaş ve silahlanmanın genel olarak dünyadaki demokrasiyi ve gelişmeyi engellediği ama kadınların bundan daha da çok etkilendikleri söylendi. Kadınların durumlarının düzeltilebilmesi için silahlanmanın durdurulmasının önemi vurgulandı.

Moderasyon: Kristine Karch (INES and KriWi)

Konuşmacılar: Irina Castro (PAGAN, Portugal), Christiane Reyman (Avrupa Solu)

NATO ve Üsler

Almanya ve Çek Cumhuriyeti’nin üs deneyimleri konuşuldu. Üsler için pek çok ülke savaş ve işgal ile karşı karşıya kalıyor. Üslere karşı mücadele, gelecekteki savaşları da engelleyebilecek bir mücadele olabilir.

Moderasyon: Elsa Rassbach (DFG-VK – GIs and U.S. Bases, Germany), Jan Majicek (Üslere Hayır Ağı, Çek Cumhuriyeti) Tobias Pflüger.

Silahsızlanma ve Gelişme

Dünyada 1,3 trilyon dolar silahlanmaya harcanıyor ve bir milyon insan yoksulluk tehlikesi ile karşı karşıya. Bu rakamlar yoksulluktan nasıl kurtulacağımız hakkında bilgi veriyor. Silahlanmaya ayrılan bütçe insanlığın yararına kullanılabilirse pek çok şey değişebilir.

Moderasyon: Ben Cramer (IPB)

20 Kasım Cumartesi birinci bölüm: Savaşa Hayır, Nato’ya Hayır

İlk konuşmayı Avrupa Sol Partisinden İspanyol Will Meyer yaptı. Konuşmasında Nato’nun kendisinin bir tehdit oluşturduğunu anlattı.

“Afganistan’da neler yaptığını görmek bile Nato’nun neye yaradığını anlamamıza yarar. Savaş tacirleri zenginliklerini artırırken Afgan halkı ve bölge halkları yoksulluk, ölüm ve göç ile karşı karşıyaya. Binlerce insan işkence altında kaldı. Nato bir an önce Afganistan’daki işgali bitirmeli. Füze kalkanı projesi ve nükleer silahlanmanın devamı Nato’nun gelecek programının barış yönünde olmadığının kanıtı.

İkinci konuşmayı İngiltere’den Labour Parti milletvekili Jeremy Corbyn yaptı. Konuşmasında Nato’ya karşı nasıl mücadele edeceğimizi anlattı.

“Ekonomik krize karşı önerilen tedbirler yıllardır Asya ve Afrikayı yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya bırakan politikaların aynısı. Bu krize karşı mücadeleyi savaş ve Nato karşıtı mücadele ile birleştirebilirsek kazanma şansımız var.

Nato’nun yeni stratejisi savaşların dünyanın her tarafına yayılma tehlikesini içeriyor. Afganistan’daki korkunç durumun devamını isteyenlerin yeni savaşlardan korkmayacağı ortada. Nato’yu ancak 15 Şubat 2003’teki büyük savaş karşıtı güç geriletebilir.”

Üçüncü konuşmayı Portekiz’den Mario Tomé yaptı. Tome konuşmasında Portekiz’in Nato içindeki yeni gelişmeleri anlattı. Bölge ülkelerinin ve dünyadaki büyük güçlerin yeniden şekillendiğini, ancak değişimlerin barış için değil savaşın yaygınlaşması için olduğunu anlattı. Obama başlangıçta vaat ettiği hiçbir değişikliği yerine getiremedi ve böyle devam edecek diyen Tome, Nato’yu terorist ve savaş yanlılarının birliği olarak tanımladı.

Dördüncü konuşmayı Fransız Barış Hareketinden Arielle Denis yaptı. Arielle konuşmasında barışın yeni vizyon olması gerektiğini söyledi. Savaş ve işgallerin dünyayı korkunç bir hale getirdiğini anlatan Arille, bu durumdan ancak Barış Kültürünün geliştirilmesiyle çıkılabileceğini söyledi. Nükleer silahların neler yapabileceğini bilenlerin hala bunların geliştirilmesini savunmaları, sorunu onların değil barış hareketlerinin çözebileceğinin göstergesi olduğunu söyleyen Arielle, tüm barış hareketlerini beraber çalışmaya çağırdı.

Son konuşmacı Alman Barış Hareketinden Christine Hoffmann’dı. Hoffmann konuşmasında Alman hükümetinin Nato’nun bir parçası olmasını eleştirdi. Yeni strateji ile füze kalkanı projesine milyonlarca euro harcanacağını, halbuki Avrupa’nın ekonomik krizden dolayı kendi vatandaşlarını açlığa terk ettiğini anlatan Hoffmann buna karşı çıkmak gerektiğini söyledi. Yeni bir dünyanın Nato tarafından kurulmasının mümkün olmadığını söyleyen Hoffmann yeni bir uluslar arası örgütlenmenin gerekliliğinin altını çizdi.

21 Kasım Pazar birinci bölüm: Nato, Portekiz ve Latin Amerika

NATO ve Portekiz konusunda konuşma yapan Ricardo Robles (PAGAN) şunları söyledi:

“NATO kuruluşunda Moskova karşıtı bir birlik olarak kuruldu. Portekiz, Türkiye ve Yunanistan diktatörlük ile yönetiliyordu. Kuruluşu yalan olan bir birliktelik. Portekiz, Amerika ve Avrupa arasındaki toprak parçası olarak görüldüğünden Amerika’nın ilgi alanında oldu.

Amerika’nın askeri üs isteği Portekiz’i askeri ve politik olarak Amerikan politikalarına bağımlı yaptı. Gladio örgütü ilk olarak burada kuruldu. Daha sonra Belçika ve Fransa’daki Gladio örgütleri ile işbirliği yaparak çeşitli askeri operasyonlar düzenledi.  Avrupa’daki terörist saldırıları da örgütlediler.

Portekiz’de Diktatörlük sonrası ilk iş sömürgeleri ortadan kaldırmaktı. Portekiz  Devrimi sosyalizmin kuruluşunu hedefliyordu. Ancak Portekiz Komünist Partisi anti emperyalist olmasına rağmen hiçbir zaman NATO karşıtı olmadı.

Balkanlarda NATO direkt müdahalede bulundu, Portekiz hava kuvvetleriyle bu saldırıda yer aldı. Yugoslavya’yı parçalayan bir saldırıydı bu.Amerika’nın yeni stratejisini gösteriyordu. Tüm uluslararası kanunlara karşı bir saldırıydı.

Irak savaşı Afganistan işgali Amerika’nın tavrını belli ediyor. Obama bu politikaları değiştirmedi.

Portekiz Savunma Bakanı Afganistan’daki askerleri ve orduyu yenileyeceğini söyledi. Dünden beri NATO yeni bir döneme girdi. Ne yazık ki yeni strateji savaşları körükleyecek bir strateji. Biz bu stratejiyi engellemek için neler yapacağımızı tartışmak ve sokağa çıkmak zorundayız.

Dünkü gösteride binlerce Portekiz Komünist Parti üyesi vardı ve samimi bir şekilde NATO’yu protesto ediyorlardı. Komünist parti, oldukça milliyetçi bir parti. NATO var oldukça Portekiz içinde yer almalı diye düşünüyorlar.

Milliyetçi bir komünist parti olmak bazı çelişkiler yaratıyor. Yurtsever politikaları olması kafaları karıştırıyor. Bunu açıklamak benim açımdan oldukça zor.”

NATO ve Latin Amerika deneyimleri konusunda İspanya’dan Eduardo Melero, (UAM -Adalet ve barış örgütü) şunları söyledi:

“Yugoslavya ile NATO yeni stratejisini belirlemiş oldu, savunmadan direkt saldırıya geçti. Afganistan bunun devamıydı. NATO savunma değil saldırı stratejisine geçti. Dünyada istediği yere saldırabilecek, küresel bir askeri güce dönüştü.

NATO Latin Amerika ile pek ilgilenmiyor. Daha çok Avrupa ve Ortadoğu ile uğraşıyor. NATO 2020 belgesinde insani bir ihtiyaç olmadıkça Latin Amerika’ya müdahaleye gerek yoktur yazıyor. Ancak NATO politikası İspanya anayasasına ve politikasına sızmış durumda. İspanyada yapılan referandum ile NATO oylandı. İspanya NATO’nun tüm uluslar arası saldırılarında yer aldı. Afganistan işgalinde belli oldu ki İspanya devleti Amerika ne isterse yapacak. Bu İspanya’daki demokrasinin güçlenmesini engelliyor.

Latin Amerika’da müdahale olmayacak deniyor ama, Britanya ile Arjantin arasındaki gerginlik nasıl çözülecek?

Bence Amerika ve NATO ayrı, NATO bir araç, ancak birebir aynı değiller. 11 Eylül’den sonra NATO’nun bir ülkesine saldırılmış olmasına rağmen ilk yıllarda Amerika ve Britanya Afganistan’a yalnız başlarına saldırdılar.

Bundan dolayı Latin Amerika, Falkland gibi bir konuda önce Amerika saldırır. NATO sonra eklenebilir ama ilk başta tüm ülkeleri ikna edemez.”

Sunumların ardından salondan Nato karşıtı hareketin Portekiz ve Latin Amerika deneyimlerinin önemi vurgulandı.

21 Kasım Pazar ikinci bölüm: Nato Karşıtı planlar ve etkinlikler

Bu bölümde hem karşı zirve değerlendirildi hem de önümüzdeki süreçte neler yapılacağı tartışıldı.

Tüm gösteriler ve Karşı Zirvenin oldukça iyi geçtiği söylendi. Portekiz’deki bazı örgütlerin birlikte çalışamamasının sorun çıkardığı ama bunun bir şekilde gösterilerde aşıldığı anlatıldı.

Bir sonraki NATO zirvesi Amerika’da olacak.  Amerikalı katılımcılar, bunun Amerikan barış hareketinin NATO’yu anlaması için iyi bir fırsat olacağını söylediler. Barış hareketinin kendini inşa etmesi için bir şansa sahip olacağı anlatıldı.

Gelecek ICC toplantısı Nisan ayında Nato üyesi olmayan İrlanda’da yapılacak.

Batı İran’a saldıracak gibi gözüküyor. İngiliz barış hareketi temsilcileri İran’ın nükleer konferansı çağrısının batılı barış hareketleri tarafından desteklenmesi gerektiğini söylediler.

Amerika, Rusya ile anlaşarak füze kalkanı projesini kabul ettirdi. Bütçelerin silahlanmaya ayrıldığı bir dönemde, ekonomik krizden dolayı ücretleri ve sosyla hakları azaltılan işçilerle barış hareketinin mücadelelerini birleştirmenin önemi vurgulandı.

Silahlanma dünyanın fiziksel olarak sonunu getiriyor. Barış hareketlerini bir araya getirmenin ve koordine etmenin önemi vurgulanarak karşı zirvenin bu bölümü bitirildi.

21 Kasım Pazar son bölüm: Ortak deklarasyon

Reiner Braun tarafından sunulan taslak oy birliği ile kabul edildi.

Deklarasyonun çevirisi aşağıdadır.

Nato Savaş demektir: Yeni Strateji Konseptine Hayır

Nato liderleri Lizbon Zirvesi için buluşurken, barış aktivistleri Nato’nun saldırgan askeri ve nükleer politikaları karşısında durumlarını gözden geçirdiler.

Biz savaşsız bir dünya isterken, dünya kaynaklarının savaş ve toplu imha silahları, şiddet ve militarizasyon için kullanılmasını reddediyoruz.  Bu, insanlığın çoğunluğunun ortaklaştığı bir vizyondur. Biz Nato ülkelerindeki barış aktivistleri olarak ülkelerimiz şiddet ve vahşet için değil tüm dünyada barış, adalet ve eşitlik için çalışmaya başlayıncaya kadar birlikte mücadele edeceğiz.

Nato yeni stratejik konsepti ile gittikçe küreselleşen dünyada hegemonyasını korumaya ve artırmaya çalışırken; Nato’nun rolü ve amacı gittikçe daha çok sorgulanıyor. Nato kendisini politik ve ekonomik parçalarıyla insancıl bir örgütlenme olarak göstermeye çalışırken; tüm dünyada askeri üsleriyle ve şiddetle gücünü korumaya çalışan Amerikan’ın bir aracı olarak kalmaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler ve Uluslar arası yasaları dikkate almayan, militarizasyonu ve askeri masrafları artıran Nato ülkeleri dünya askeri harcamalarının %75’ini gerçekleştiriyor. Global ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde, Nato’nun bütçesini karşılayabilmek için, sıradan insanların yaşam standartlarını ücretler ve sosyal haklardaki kısıntılarla düşüren bu harcamalar bir insanlık suçudur.

Nato liderleri Afganistan’da çıkmaza giren savaştan kurtulabilmek için bir yol arıyorlar. Pek çok suçsuz Afganlının canını almış olan bu vahşi savaş, biran önce bitmelidir. Afganistan’daki ve bölgedeki halklar hayatlarını yeniden inşa etmek için beş yıl daha bekleyemezler. Savaş bölgedeki sorunları ancak daha da derinleştirir. Bu işten çıkışın yolu tüm işgalci güçlerin evlerine dönmeleridir.

Nato, Avrupa’da militarizasyonun artırılması ve Avrupa ülkeleri arasındaki gerilimi artıran politikaların kabul edilmesi için çalışıyor. Nato’nun yeni stratejik konsepti, ilk kez Avrupa Birliğini bir ortak olarak kabul ediyor. Bu yaklaşım, Nato’nun Avrupa Birliği’ni Lizbon Anlaşması sonucu, yeni bir askeri ittifak olarak gördüğünü gösteriyor. Lizbon anlaşmasındaki maddeler, üye devletlere Nato’nunkinden daha fazla askeri sorumluluk yüklüyor.

Amerika, Avrupa ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen Nato maskesi altında Avrupa’da nükleer istasyonlar kurmaya devam ediyor. Amerika, Avrupa’daki nükleer silah dayatmasına son vermelidir. Obama yönetimi, Nato vasıtasıyla Bush’un füze savunma programının bir çeşidini dayatmaya başladı. Bu öneri Çek Cumhuriyeti halkı tarafından red edilmişti. Çeklerin red ettiği radar sistemi bu sefer Türkiye’ye dayatılıyor.

Savunma adı altındaki bu füze sistemi bir tehdit oluşturuyor, uluslar arası ilişkileri destabilize ediyor ve yeni bir silahlanma yarışı başlatıyor. Biz her çeşit füze savunma sistemine karşı çıkıyoruz. Nato ülkelerine sesleniyoruz, bu sistemler yerine dış ilişkilerin barış kültürü ile geliştirilmesini öneriyoruz. Biz halkların arasındaki ilişkileri demokratikleştirmeliyiz ve militarizasyondan uzaklaştırmalıyız. Daha güvenlikli ve adaletli bir dünyayı barışçıl bir işbirliği ile kurmalıyız.

Adil bir dünya vizyonumuzda Nato yok. Nato demokrasi karşıtlığı ile tanınıyor. Hem Afganistandaki yozlaşmış ve savaş taciri Karzai hükümetini destekleyen, hem de Nato zirvesini protesto edenlere anti demokratik uygulamalarda bulunan Nato demokrasi düşmanıdır. Nato saldırgan, yayılmacı, militarist ve eşitsizliği savunan politikalara sahip. Biz tüm insanlıktan bu politikaları red etmelerini istiyoruz. Nato’yu ve değerlerini red etmelerini istiyoruz. Nato’suz barış içinde bir dünya kurma da bize katılmalarını istiyoruz.

Nato’ya Hayır

24 Kasım 2010 – Edebiyat Atölyesi I – İstanbul

24 Kasım akşamı Edebiyatta Savaş ve Barışı aradığımız ikinci döneminin ilk kitabı olarak Hermann Hesse’nin Masallar kitabını tartıştık. Nilüfer U.Dalay yazarın hayatı, yazım özellikleri ve yaşadığı tarihsel dönem hakkında genel bir bilgi verdikten sonra Masallarla ilgili görüşlerimizi paylaştık.

Edebiyatta barışın hemen hiç, savaşın çok işlenen temalar olduğu genel kanısını çürütürmüşçesine, çok başarılı bir barış edebiyatı ürünü ile buluştuğumuzu gördük. Hepimiz, savaşın izini aramak için çok çaba harcamamıza karşın bu izlere rastlamadığımız konusunda görüş birliğine varmıştık.

Üretken bir barışsever, bir savaş karşıtı ile karşı karşıyaydık. 85 Yıllık ömrüne, biri Nobel olmak üzere 8 ödül ve 3 unvan, 23 edebi eser, 60 gazete ve dergide 3.000 kitap tanıtım yazısı, cevaplandırılmış 17.000 okur mektubu sığdırmıştı.

İnsanlık hallerini en iyi anlatan yazarlardan biri olarak adlandırıldığını belki de bu nedenle, insana, insanın kendini geliştirme hakkına, toplumda insana verilmesi gereken değere, öneme ve dolayısı ile barış ortamına inandığını konuştuk. Ona göre insanın kendini geliştirmesinin ve yenilemesinin sürekli değişen yolunu anlamanın bir yöntemi olarak kişinin kendi üzerinde düşünmesi gerekiyordu. Kendini geliştirmenin tek bir yolu, hayatının nasıl yaşanılacağı üzerine tek bir formül yoktu.  Bir dine, bir felsefeye ya da herhangi bir inanç sistemine körü körüne bağlanarak ruhani bir hayat yürütmek, çabalamak ve kendimizi anlamlı ölçüde geliştirmek yönündeki düşüncelerimiz eleştiriye açık olmalıydı. Her anın, her zaman yeni, canlı ve ebediyen değişen gerçeğini yaşamaya çalışmamız gerekiyordu.

O çağına yabancı birisi değildi. 1.Dünya Savaşı’ndan itibaren inançlı bir savaş karşıtı olmuştu. İçinde yaşadığı  burjuva sistemine, orta sınıf ahlakına, eğitim sisteminin kısıtlamalarına yoğun çağ eleştirisi yapan bir yazar olarak adlandırılmıştı. Çürümekte olan Avrupa için kullandığı simge ölümdü. Birinci Dünya Savaşının ardından eski kıtanın (Avrupa’nın) yüzyıllardır elinde bulundurduğu hâkimiyeti kaybettiğinin kabulü etmişti.

Nazizmin iktidara gelmesine zemin hazırlayan ve bunu mümkün kılan yükselişe geçmiş militarizmin tam ortasında yer alan Alman orta sınıfına ve onların gönül rahatlığına yönelik eleştirisi ve bu konudaki öngörüsü çok güçlüydü. Diğer yandan Nazizmin gelişmesini engelleyecek bir güç olarak gördüğü aydınların umursamazlığına da yoğun bir öfke duyuyordu.

Hesse, Nasyonal Sosyalistlerin Almanya’da iktidarı ele geçirmelerini büyük bir endişeyle izlemişti. Bertold Brecht ve Thomas Mann’ın 1933 yılındaki sürgünleri her defasında olduğu gibi Hermann Hesse’nin yanında son bulmuştu. Almanya’daki gelişmeyi kendi biçimiyle karşı çıkarak yönlendirmeye çalışmıştı. O dönemde, Nasyonal Sosyalistler tarafından takibe alınan diğer yazarların kitaplarını, tanıtım yazılarında etkili bir şekilde dile getirmişti. Otuzlu yılların yarısından itibaren hiçbir Alman gazetesi Hesse’nin makalelerini yayımlamaya cesaret edememişti.

Hesse’nin savaşa, teknolojiye, savaş sonrası toplumun Amerikanlaşma eğilimlerine bir tepki niteliğindeki itirazlarının açıkça yer aldığı, toplum eleştirisinin yoğun olarak görüldüğü eserlerin yazarı olarak hepimizin beğenisini kazanmıştı.

1946’da ona edebiyat dalında Nobel ödülü verilmesi: “Daha cesur ve etkili bir biçimde gelişen ve klasik hümanizmin ideallerini, biçimin yüksek bir sanatı gibi aynı şekilde ortaya serip derine dalarak oluşturulan eseri için” verilmişti.

Okuduğumuz Masallar kitabında, 1903 – 1932 yılları arasında yazılmış  25 masalın hemen tümünde barışın hakim olduğu bir dünya anlatıldığında hemfikirdik.  Çatışma ve çelişki dolu gerçek bir dünyada yaşarken, bize iki dünya savaşı arasında, güzelleştirilmiş,  adeta gerçek dışı gibi gelen bir dünya anlatıyordu. Masallar işte aynen bu güzel dünya gibi rengarenkti. Adeta pastoral tablolarla karşı karşıyaydık. Adeta hepimize işte barış bu dedirtiyordu. Yaşama yoğun bir bağlılık adeta her satıra sinmişti.

İlk masalı “Cüce”’de, cücenin fiziksel özelliklerini betimlerken kullandığı “ecüş bücüş” tanımını, intikam almak için yaptığı planlarını kınadık. Yine aynı şekilde “Kent” masalında kentin kenar mahallelerinde “çingeneler ve hırsızlar” ın oturduğunu yazmasını yadırgadık. Fanatizmi eleştirdiği “Doktor Knölge’nin Sonu” masalının ise en şiddet yüklü masalı olduğu görüşünde birleştik. “Başka bir gezegenden garip haberler” masalında savaş, nefret ve acı çok başarılı biçimde anlatılıyordu. Savaş nedir? Kimin suçudur? Savaşta öldürmeye izin verilmesini ve toplumun bunu istemesini anlatıyordu bize. “Avrupalı” masalında yine siyahînin, Hintlinin, Çinlinin ve Japon’un becerileri ile Avrupa’nın Avrupa olduğunu, onların sağladıkları katkılara rağmen dışlanışlarını, Avrupa’nın çevresinde dostça konuşabilecek kimse kalmadığı için yalnız, tek başına kaldığını anlatıyordu.

Savaşın nasıl başladığını, paranın gücü ve tadının nasıl savaşa neden olduğunu, ancak karanlıktan çıkış için ışıklı yolun da olduğunu anlatıyordu. “Eğer” diyordu yitik düşmüş bir halk, yazgısının ona çizdiği yolda istekle ve şaşmadan ilerleyebilirse, içinden, bir zamanlar olduğu gibi, bir yenilik doğacak, yeniden yaymaya başladığı tutarlı ve huzurlu akım dünyayı etkileyecek ve bugün düşmanı olanlar gelecekte bu sessiz akımı algılayıp ona kulak kabartacaklar”. Barışa giden yol da işte bu yoldu.

Hesse’nin Masallar’ının hala güncel, değindiği konuların evrensel olduğunda birleştik. “Ressam” masalı da buna iyi bir örnekti; sanatçı ve yarattığı ürünle olan ilişkisi, ticarileşen resmedilmiş yürekler anlatılıyordu.

“Bir sobayla söyleşi” masalında Hesse bizi “birinin öldürülmesini kahramanlık, salgın hastalığı ise Tanrı’nın işi olarak tanımladığımızla, savaşa devrim adını verdiğimiz” le eleştiriyordu.

“Piktor’un dönüşümleri” masalında “yaşamını gözden geçir ve neyin anlamlı olduğunu bul” diye salık veriyordu. Aksi halde “yaşlılıkta eğer değişme yeteneklerimiz yoksa zamanla hüzne ve dertlere gömüleceğimizi, güzelliklerimizi yitireceğimizi” söylüyordu.

“Kuş” masalında “düşünceleri paylaşırken de tartışırken de bir arada olmanın verdiği gücün, zamanın ve her zaman beraber olmanın verdiği süreklilik duygusunun, insana iyi gelen tadını çıkart” diyerek Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin bizde uyandırdığı duyguyu tanımlıyordu.

Henüz 10 yaşındayken yazdığı “İki kardeş” masalında, daha 1887 yılında “sevgisizliğinizle birini kendinizden uzaklaştırmayın” telkininde bulunuyordu. Barış istiyorsanız diyordu bizlere, sevin!

Bir sonraki Atölye’mizde, 8 Aralık Çarşamba akşamı Kalpazanlar romanını tartışacağız.

Atölye takvimi şöyledir;

22.12.10               W.Faulkner(1949)           Abşalom Abşalom

05.01.11               A.Camus             (1957)   Yabancı

19.01.10               M.A.Solohov (1965)       Uyandırılmış Toprak

02.02.11       A.Soljenitsin (1970)İvan Denisoviç’in bir günü

16.02.11               H.Böll    (1972)   Ve o hiçbir şey demedi

02.03.11               N.Mahfuz           (1988)   Aynalar

1 Aralık 2010 – “Savaşma Konuş” kampanyasına destek – İstanbul

Küresel BAK, Radikal gazetesinin sürdürdüğü “Savaşma Konuş” kampanyasına destek çağrısı yaptı. Bu çağrı ile barış görüşmelerine katkı sağlanmasını hedefledi.

1 Aralık 2010- “Bir Göz de Sen Ol” Basın Toplantısı – İstanbul

2009’da öldürülen çocukların anısına başlatılan bir göz de sen ol inisiyatifi bu gün bir basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısında başladıklarından bu yana çocuk ölümlerinin devam ettiğine dikkat çeken inisiyatif üyeleri ölümlerin durdurulması için çağrı yaptılar.

Basın açıklamasını Türkçe ve Kürtçe Gazeteci Rojin Akın ve tiyatro sanatçısı Yeşim Büber okudular. Açıklamada “4 Aralık Cumartesi günü Tünel’den Taksim’e yürüyeceğiz beyaz önlüklerimizle. İmza toplayacağız. Oturma eylemi yapacağız. Suçlular yargı önüne çıkarılıp yargılanana kadar vazgeçmeyeceğiz.” dendi.

4 Aralık 2010 – “Öldürülen 376 Çocuk için bir Göz de Sen Ol!” Yürüyüşü – İstanbul

“Bir göz de sen ol” inisiyatifi öldürülen Kürt çocukları için 4 Aralık’ta Tünel’den Taksim meydanına yürüdüler. “Edi Bes e!” sloganıyla yürüyen inisiyatif üyeleri, bir senede 14 çocuğun daha öldürülemesini kınadılar. Yürüyüş boyunca bildiri dağıtan aktivistler Taksim meydanında Türkçe ve Kürtçe basın açıklamasını okudular. Basın açıklamasında “ölümlere dur demek için sen de bir göz ol” çağrısı yapıldı. İnisiyatif için ayrıntılı bilgiye http://www.birgozdesenol.org ‘dan ulaşabilirsiniz.

8 Aralık 2010 – Edebiyat Atölyesi II – İstanbul

8 Aralık Çarşamba akşamı II.dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin ikinci kitabı olan André Gide’in Kalpazanlar kitabını inceledik. Ülkü ve Ümmü Burhan yazarın hayatı, yazım özellikleri ve yaşadığı tarihsel dönem hakkında genel bir bilgi verdikten sonra kitap ile ilgili değerlendirmelerimize geçtik.

I.Dünya savaşının hemen ertesinde kaleme alınıp 1925 yılında yayınlanmış olmasına karşın, beklentilerimizin aksine, Fransa’nın yaşamış olduğu savaş koşulları ve sömürgecilik geleneğini çağrıştıracak her hangi bir ize, ipucuna rastlamadık. Roman, savaşın değmediği orta sınıf, küçük burjuva Paris ortamında geçiyordu. Oysa ki André Gide’in hayatta duruşunun savaş karşıtlığı olduğunu biliyorduk. Belki yalnızca Paris’in kenar mahalle tanımında savaşın yıkıcılığı görülüyordu; “hastalığın, fuhşun, utancın, suçun ve açlığın çöreklenmiş olduğu bu pis evlerin arasında…”

Şaşırtıcı biçimde ve ayrımcı üslupta cümlelerle karşılaştık. Dinde, ırkta, milliyette, cinsiyette ayrımcıydı. Genellemeler yapıyordu. “Odada tümüyle kendine özgü bir Protestan kokusu vardı. Aralarındaki teklifsizlik başladı mı Katolik ve Yahudi toplantılarındaki koku da bu kadar keskin, hatta daha da boğucudur…Katoliklerde bir kendini beğenme, Yahudilerde kendini küçük görme vardır. Yahudilerin burunları fazla uzun, Protestanların burunları ise tıkalıdır”.

“Bu tür insanlar herkesten daha zararlıdır ama herkesten daha çok alkışlanırlar…Servet, kafa, güzellik, her şeyleri var gibidir, bir ruhtan başka her şeyleri. Amerika bol bol çıkartıyor böylelerini”

Kadınların tümü iffetsiz, entrikacı, yalan söyleyen kalpazanlardı. Erdemli kadınların hep bir hesapları vardı. “Erdemli bir kadın her şeyden bir üstünlük payı koparır”, “Bir kocanın evinin yönetimini nasıl elden kaçırır”,”Bir kadın ne kadar akıllı olursa olsun anlamadığı şeyler vardır, kıskanır”, “Bir kadın ne kadar boyun eğmiş gibi davranırsa o kadar mantıklı görünür”, “Adamın yuları karısının eline vermesi”,“Karı gibi ödlek”.

Milliyetçiydi. Steril Fransızlığı vurguluyordu. “İnsan bunu bilmeden iyi Fransız olamaz, bunu benimsemeden hiç bir iyi konuda başarı sağlayamaz”, “Her iyi Fransız’ın savaşçı olması gerektiğini söylüyordu”, “Bize bir öğreti bırakılmıştır. Kuşku yok ki en iyisidir ve tektir”.

Çalışmaya, çalışanlara karşı da yargıları vardı. “Ben onu bir uşak sanıyordum”, “Onda bir uşağın pervasızlığı vardı”, “Çalışmanın utancını taşıyordu”, “Kim bu soytarı?”.

André Gide sözlerini sakınmasız ve sıkça bir savaş aracı olarak kullanıyordu. Karakterler söylediklerini “sözle kamçılıyorlardı”. Sözlü atışmalar adeta bir yenme, yenilme, kazanma, kaybetme ritminde geçiyordu. Düello yapmak meşrulaştırılıyordu. Öfkesini terbiye edemiyordu.

Diğer yandan André Gide’in Kalpazanlar romanında bireyi çevreleyen baskı unsurlarını çok çarpıcı ve başarılı bir kurguyla anlattığını gördük. “Ağacı orman biçimlendiriyor”du. Ve “bu umursamaz çevrelemelerden daha zararlı bir şey olamaz”dı ve tüm bu çevre insanları bozuyor, baskı yaratıyordu.

Bu baskı unsurlarının başında aile geliyordu. Bir hücre düzeni olarak aile! Bu ailelerde kuralları uygulamak adına karşılıklı anlayışsızlıklar, horgörü, yalan hüküm sürüyordu. “Bir kişinin yanında en iyi yanımızın coşması, diğerinin yanında da en kötü yanlarımızın ortaya çıkması” bu çevrenin önemini çok iyi vurguluyordu.

Diğer baskı unsurları dindi, eğitim ve hukuk sistemiydi ve hatta aşktı, evlilikti. Uzun süren evlilikler “birbirlerine korkunç acı çektiren iki varlık”ın beraberliğine dönüşüyordu.

Bu baskı unsurlarının dışına çıkanlar ise aidiyetsizlikle karşılaşıyorlardı. Gayri meşru çocuklar kendini hiçbir yere ait hissetmiyor ve bundan acı çekiyorlardı. Bu da bize, günümüzde de çok önemli bir rahatlama koyu sayılan, bir şeye ya da bir yere ait olmanın önemini hatırlatıyordu. Ama aynı zamanda ait olmayanın nasıl farklılaştırılıp ötekileştirildiğini ve bunu yaratan altyapıyı anlatıyordu. ”Kenarda bırakılmanın verdiği korkunç acı” hepimizce malumdu.

Kitap bir edebiyat eseri olarak da, yazıldığı döneme, 1925 yılına göre ilerici ve yenilikçi bir roman olarak adlandırılmıştı. Adeta roman içinde roman yazılmıştı. “romanını serüvene bırakıyordu. Yaşamın sunduklarının bir sonuç olduğu kadar bir çıkış noktası da olabileceği düşüncesindeydi”. Bizler de bir edebiyat eseri olarak değerini ve derinliğini çok beğenmiştik.

“İnsanın çok güzel at, sığır, ümes hayvanı, tahıl, çiçek ırkları elde etmek için o kadar şey yapıp da hala tıpta kendi dertlerine bir  rahatlama, acımada bir çare, dinde bir avuntu, sarhoşluklarda bir unutuş arar durumda olması aşağılık, yüz kızartıcı bir durum değil midir?”, “Hara gerek bize hastane değil”, “Babamın imanı bizim geçim yolumuz. Bu durumda babama gidip de gerçekten imanı olup olmadığını sormak, pek de nazik bir davranış olmaz” cümleleri bize yaşadığımız günleri, çok tanıdığımız kişileri ve düşüncelerini anımsattı.

Kitap diğer yandan bireyi hedef alan, ruhsal bütünlüğü bozan şiddeti, maddi ve manevi nitelikteki şiddeti, insanların dramını, boyun eğmeyi, yaşamın bireyi bölüp parçalamasını, masum doğan çocukların nasıl intihara sürüklenebileceklerini, bu süreci hazırlayan baskı unsurları üzerinden çok başarılı bir biçimde anlatıyordu.

Kitapda yaşlılık da bir savaş alanı olarak ortaya çıkıyordu. Bireyin iç savaşı ile dış dünya ile arasındaki savaş onu yalnızlığa itiyordu. Yaşlılıkta yalnız kalma ise başlı başına bir huzursuzluk, mutsuzluk, hoşgörüsüzlükle sonuçlanıyordu. Bu da, başka bir dilde savaş değil miydi?

İnsan olma durumları ve bu durumları biçimlendiren çevre, yaşanan olaylar, ilişkiler çok iyi örneklendiğinde hemfikir olduk. Nitekim “ Bir yanım Bourgogne gemisi ile birlikte batmıştı. Bundan böyle yüreğime binip de onu batırmalarına engel olmak için bir sürü ince duygunun parmaklarını, bileklerini kesecektim” sözü bir bebekten bir katil yaratabilen süreci çağrıştırdı bize. Bunu anlatan iyi bir örnek kitap okumak isteyenlere André Gide’in Kalpazanlar’ını öneririz.

Bir sonraki Atölye’mizde, 22 Aralık Çarşamba günü William Faulkner’in Abşalom Abşalom romanını bize tartışmaya açacaklar.

9 Aralık 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

9 Aralık’ta Wikileaks ile ilgili Kerem Kabadayı imzalı yazılı bir basın açıklaması yaparak belgelerde ortaya çıkan savaş seslerini teşhir edip, barışın sesini yükseltmek için çağrı yaptık.

Açıklamada ‘Bir gün gelecek, barış kazanacak. Hükümetler savaş politikalarını sürdüremez hale gelecek. Savaş, işgal ve insanlık suçlarından sorumlu olanlar yargılanacak ve tarih önünde mahkûm olacak. Savaş karşıtlarının mücadelesi o zamana kadar devam edecek’ dendi.

15 Aralık 2010 – Küresel BAK 2010 Değerlendirme Toplantısı – İstanbul

Yıl boyunca onlarca toplantı ve basın açıklaması gerçekleştiren Küresel BAK aktivistleri bir değerlendirme toplantısında buluştular. 2010’u değerlendirirken, 2011 için öneriler tartışıldı. 15 Aralık’ta, Yeşil Ev’de 2010’nun son yürütme toplantımızı genişletilmiş biçimde yaptık. Toplantıda aşağıdaki konuları görüştük:

1. 2010 yılında Savaşı Sustur Barışı Yükselt Kampanyası çerçevesinde düzenlemiş olduğumuz etkinlikler değerlendirildi. Etkinliklerle ilgili Faruk Sevim bir sunum yaptı. Küresel BAK olarak;

* Barışın sesinin yükseltilmesi,

* İncirlik Üssü’nün kapatılması,

* NATO’nun dağıtılması,

* Afganistan ve Irak işgallerinin sona erdirilmesi,

* İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının durdurulması,

* Kürt sorununa barışçıl çözümler sunulması,

* ASF toplantıları,

* Hrant Dink’in katillerinin yargılanması gibi ana konularda kampanyaları sürdürdük.

* Ayrıca 2010 yılında Edebiyatta Savaş ve Barış atölyeleri düzenledik.

* Kampanya etkinliklerinde eylem biçimlerinde ve yürüyüş güzergâhlarında çeşitlilik sağlanması konusunda görüş birliğine varıldı.

* Yürüyüşlere katılımın artırılması için yeni yöntemler geliştirilmesinin önemi vurgulandı.

2. 2011’de yürüteceğimiz kampanyaların slogan ve hedeflerini konuştuk. Öncelikli konularımızın “NATO Karşıtı Mücadele, Füze Kalkanı, Afganistan’daki İşgal, Filistin sorunu, Kürt Sorununda barışçıl çözümler” olduğu belirtildi.

* 2011 Yılında yoğunlaşacağımız Füze Kalkanı ile ilgili kampanyanın, NATO Savunma Bakanları toplantılarının yapılacağı mart ve haziran aylarında yoğunlaşmasına karar verildi.

* Füze Kalkanı konusunda insanların ilgisine odaklanacak toplantılar yapacağız.

* Mart ayında büyük bir yürüyüş organize etmeyi planlıyoruz. Bu konuda Mazlum-der ile kapsamlı bir görüşme yapılacak.

* Ana slogan konusunu düşüneceğiz.

3. Şubat 2011 tarihinde düzenlemeyi düşündüğümüz bir günlük “ULUSLAR ARASI BARIŞ ZİRVESİ”nin ayrıntıları görüşüldü.

* ZİRVE’nin tek gün içinde iki oturumlu olmasına karar verildi.

* Sabah oturumunda Kürt sorunu, öğleden sonraki oturumda NATO, Füze Kalkanı, Afganistan konusu tartışılacak.

* Akşam, Barış için Sanat’tan arkadaşlar ile Taksim’de ses ve görüntülü bir füze saldırısı, savaş canlandırması yapılabilmesi için görüşmeye karar verildi.

* Olası konuşmacı önerileri yapıldı.

* Bu öneriler çerçevesinde görüşmeler ve bütçe çalışması sürdürülecek.

4. 2011’de Kürt sorunun barışçıl çözümü ile ilgili ana kampanya isminin “Önce Barış” olmasına karar verildi.

5. Nilüfer Uğur-Dalay, Füze Kalkanı konusunda kısa bir slayt sunumu yaptı.

Ayrıca;

* Wikileaks belgeleri ile ilgili,

* Bireysel silahlanmayı kolaylaştıran yasa tasarısı ile ilgili izlemelerimize devam edeceğiz.

22 Aralık 2010 – Edebiyat Atölyesi III – İstanbul

22 Aralık Çarşamba akşamı II.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin üçüncü kitabı olan William Faulkner’in Abşalom Abşalom romanını Evren Ergeç, Sinan Akboğa tartışmaya açtılar. Önce yazarın hayatı, yazım özellikleri, yaşadığı tarihsel dönem ve Nobel Edebiyat Ödülü alma konuşması hakkında bilgiler aldık, daha sonra kitap ile ilgili  değerlendirmelere geçtik. Faulkner, Modern Amerikan yazarların öncülü sayılıyor. Abşalom Abşalom romanında, modern edebiyatın uzun ve karmaşık anlatım yöntemini, bilinç akışı tekniğini ve aynı olayın çoğul anlatım tekniğini uygulamış. Roman, Eski Ahit’teki Güney’in efsanesine, Davut ve oğlu Abşalom’un hikayesine gönderme yapmakta, oradan da modern dünyanın karmaşasına uzanmaktadır.

Her bölümünde farklı anlatıcıların aynı olayları üst üste anlattığı için tekrarlar üzerine kuruluymuş hissi uyandırmakla birlikte, aslında, doğrunun eksik anlatımlardan geçerek daha derin bir biçimde kavranmasını sağlamaktadır. “Yarı-kurgusal” Yoknapatawpha bölgesinde geçen “Abşalom, Abşalom”, Thomas Sutpen’in 1830′ların Mississippi’sinde bir hanedanı kurma, sürdürme ve sonunda kendi oğulları tarafından mahvedilen planının hikayesidir. Aslında bu 10 yaşında bir çocukken keşfettiği masumiyeti yavaş yavaş yitiren ve bir “İblis” e dönen Thomas Sutpen!in mantık ve ahlak kodları ile ördüğü, sonuçlerını formüle etmeye çalıştığı bir hayatın örgüsüdür. Romanda aynılık  ve devamlılık ilkesi çerçevesinde her bölüm anlatıcısı, Thomas Sutpen’i anlatmaktadır.

1830’lrda başlayan hikaye, 1860-1865 Amerika İç Savaşı’nı da kapsayacak şekilde örülmüştür. Böylelikle kitapta savaş ve barışı ararken 4 savaş katmanına, çatışmaya rastladık; Kadın – Erkek, Zengin – Fakir, Siyah – Beyaz, Kuzey- Güney Amerikalı.

Bu katmanlar, çelişkiler ve kırılmalar çok keskindi.

Kadınlar gruplandırılıyordu; hanımefendiler, beyaz fahişler ve zenci kadınlar. ”Kadın hareketinin o katı şirret öznesi”, “babasından daha erkek olan kadın”, “o gayri ahlaki cesaretle, soygunculuğa karşı o kadın yatkınlığıyla çalmıştı”, Çünkü Güneyli kadın budur…o eski kandır, bir vampir gibi…”. Evlilikler bir takas ilişkisiydi ve yalnızca bir ticari ilişki kadar değeri vardı.

Zengin-fakir çelişkisi, zenci-beyaz çelişkisinden daha keskindi. Babasının bir haberini büyük ve zengin evin patronuna götüren 10 yaşındaki Thomas’a kapıyı açan, uşak giysili zenci, “bir daha ön kapıya gelme, arkaya gel” diyerek hem kendi hem de Thomas’ın yerini belli etmişti. Burası zenginlerin eviydi. O, her ne kadar bir uşak ve zenci olsa da zenginlerin tarafındaydı; Thomas bir fakirdi ve öte taraftaydı.

Savaşın nedenini, yükseltilmesini ve adaletini çok iyi, özetliyordu: ”Bu tüfek benim olduğu için kollarım, bacaklarım, kanım ve kemiklerim sizinkilerden üstün!…Tüfeği olanlarla dövüşeceksen ilk yapman gereken ödünç alabileceğin, çalabileceğin ya da kendin yapabileceğin eli yüzü düzgün bir tüfek edinmektir… Ama bu tüfek işi değil. Bu yüzden de onlarla savaşabilmek için onun sana yaptığını yapmalarını sağlayan şeylere sahip olmalısın. Onlarla savaşabilmek için toprağın, zencilerin, güzel bir evin olmalı”. Bunun çok iyi bir sistem analizi ve çağımızda yaşanan savaşlarının yalın bir açıklaması olduğunda hemfikir olduk. İşte bu masumiyetin yitirildiği andı. Yine bir atı dövmesi emredilen zencinin sözleri de günümüzde savaşa kimlerin, nasıl ve neden taraf olduğunu iyi açıklıyordu: “Efendi söyler, köle yapar”.

Thomas Sutpen ilk eşini, İspanyol, Tahiti melezi sanırken sonradan zenci melezi olduğunu öğrenmesi ile bırakır. O sırada bebek olan oğlu Charles, durumu bilmeden Mississippi Üniversite’sinde kardeşi Henry ile arkadaş olup kız kardeşi Judith ile evlenme yoluna girer. Ancak durumu fark eden Thomas Sutpen ve Henry’nin karşı çıkma nedenleri kardeş evliliği olması değil, Charles’in zenci melezi olmasıdır. Nitekim Henry Charles’i öldürür. Bu kurgu ve düşünce biçimi günümüzde dünyada yaşanan melezleşme karşıtlığı ve ırkçılığa varan tavrın köklerini iyi anlatıyordu; ensest olabilir yeter ki kanımız, ırkımız karışmasın…

Faulkner’in her ne kadar savaşın, aile iç, halklar arası ve genel anlamda savaşın sonuçlarını ve yıkımını çok iyi anlatıyor olsa da kendi edebi dilini, betimlemelerini, karakter seçimlerini, olay kurgusunu savaşçı bulduk. Her ne kadar Nobel konuşmasında ya da dergilere verdiği röportajlarda aksini savunuyor olsa da zaman zaman milliyetçiliğe, ırkçılığa kaçan üsluplar okuduk. Amerikan Güney bölgesini, ilişkilerini, kişilerini iyi anlatıyor olmasına karşın, “ancak insan gibi yürümeyi öğrenecek kadara ehlileştirilmiş vahşi ve ürkek zenci gurubu”, “iki siyah hayvan”, “eli zenci eli kadar siyahtı”, hayvanat bahçesinden kaçma bir şeye benzeyen kadın”, “maymun zenci” tanımlamaları onun kaleminden çıkmıştı.

Faulkner’in savaşı olağan kabul eden bir tavrının olduğunu, edebi dil olarak da savaşı sevdiğinde fikir birliğine vardır. Barışı çağrıştıran hiçbir olay, kişi, sözcükle karşılaşmamış olmamız da şaşırtıcıydı.

Modern edebiyatın iyi bir temsilcisi sayılan Faulkner ve iyi bir örneği kabul edilen Abşalom Abşalom romanı, savaş ve barışı aradığımız bu atölyede, edebiyatın bir dünya görüşü, tavrı da yansıttığını, yansıtması gerektiğini bir kez daha gösteren iyi bir örnek oldu.

Bir sonraki Atölye’mizde,(Genel istek üzerine) 12 Ocak 2011 Çarşamba günü, Albert Camus’nün Yabancı romanını tartışmaya açacağız.

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.